ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

27 Mart 2015 Cuma

PRAG; KAFKA


            Burası Kafka’nın şehri. Prag’ın hangi ülkenin başkenti olduğunu bilmeyenler bile Kafka’nın Praglı olduğunu bilir. İkisi bütünleşmiş bir sarmal halinde tüm dünyaya seslerini duyurmuşlardır. Yirminci yüzyılın başında yeniden değişen edebiyatın ilk vurucu darbelerinden bence en etkileyicisini gerçekleştiren büyük yazar sadece orada yaşamış, ölmüş ve gömülmüştür. Ruhu hala kentte dolaşmakta.

            Mama’s Beer’i ararken öylesine ıssız sokaklara düştüm ki ürkmemek elde değil. Aslında tramvaydan on dakika önce indim; ışıklı, büyük bir caddedeydim. Biraz yokuş aşağı, biraz sağa derken çevrede tek bir canlı kalmadı, sadece koyu gri binalar. Buralarda sokak hayvanları bile yok. Birisi çıkıp çantamı çekiverse de bağırsam kimse duymayacak. Az daha derinlere gidersem borulardan kayarak yarı çıplak kendilerini sergileyen striptizci kızları göreceğim, biliyorum. Arkadaşım bana kızdı, yoruldu, merakımın peşinden onu da sürüklediğim için pişmanlık duydum ama… İşte kuytuda bir hamamböceği, ters dönmüş, iğrenç bacaklarını yavaşça kıpırdatarak yerde yatıyor. Lambanın ışığında gölgesi uzamış, büyümüş, zavallı cisminin neredeyse dört katı. Gregor Samsa henüz neye dönüştüğünün farkında değil, uyanınca anlayacak; orada bilinçsizce yeni oluşumuyla baş etmeye çalışıyor.

            Kafka Evi diye bilinen Kafka Müzesi, Charles köprüsünün Hıristiyan ayağının hemen başlangıcında, Vltava nehrinin kıyısında. Yazarın geçmişte ailesiyle birlikte burada yaşadığı söyleniyorsa da küçük gezi teknesindeki rehberimiz bunun doğru olmadığını, eski bir deponun düzenlemeler sonucu müze haline getirildiğini anlatıyor. Biletimi alıp içeriye giriyorum. Tavanı çatılmış tahtalarla alçalmış, bir daralıp bir genişleyen koridorlarının her duvarı Kafka’nın el yazısı mektupları, romanlarındaki bazı bölümlerin taslakları ile kaplı; kasvetli diyemeyeceğim fakat esrarengiz izlenimi veren loş, büyük, iki katlı bir bina. Çalan müziğin ne olduğunu anımsayamıyorum sadece beklenmeyenin hemen yanı başımda olduğunu duyumsatan, hem yumuşak hem hafifçe karanlık ezgiler. Odaların ortalarında çerçeveler içinde anne, baba, kardeşler, nişanlılar, sevgililer, arkadaşlar ve kendisi. Hiç biri gülmüyor. Ahşap çalışma masasının üzerinde kalemler, belki de Kafka’nın kullandıkları; insan yaratıcıya çok yakın olduğunu, onun düş dünyasının eşiğinde bulunduğunu hissedip heyecanlanıyor. Metinler Almanca, arkadaşım bana çeviriyor. Babasına yazıp sadece annesine okuduğu mektuptaki anlatım zenginliği ile hüznü içime işliyor. Kafka, gerçek hayatında kozasını bir türlü delip çıkamayan, kelebekleşemeyen bir tırtıl. Mutsuzluğunu unutabilmek için üretirken dehası tüm dünyayı etkilemiş.

            Çıktığımda yağmur çiseliyor, Arnavut kaldırımlı, tertemiz sokaklar cilalanmışçasına ışıldıyordu. Özenli mimarileriyle göz dolduran eski, bakımlı taş yapılarda pencerelerin bazıları aralanmış; köşedeki dükkanın önünde fötr şapkalı, biri şemsiyeli iki Çek sohbet ediyordu. Aniden yirminci yüzyılın başına ışınlandım. Üzerimde nefes almamı zorlaştıran daracık uzun elbisem, başımda çiçekli şapkam, ayaklarımda parmaklarımı vuran sımsıkı, bağcıklı, kösele ayakkabılarım olmalıydı. Eteklerim ıslanırken o adamların yanından yavaşça yürüyüp geçmeliydim. Belki tanıdıktılar, belli belirsiz gülümseyerek selamlaşmalıydık. Can acıtacak kadar güzel ve baskın kişilikli bu şehrin önemsiz bir parçası olmalıydım.

            Az ötedeki sahafa daldım. Kasadaki genç en fazla yirmi beşinde, yaşına göre çok ciddi. Bir yandan önündeki kitabı okuyor, diğer yandan girip çıkanlarla ilgileniyor. Dükkandaki binlerce eseri tanıyor, belli. Hem üst hem de alt kattaki koltuklar çok rahat. İstediğiniz kadar oturup okuyabiliyorsunuz. Kütüphanelerin düzeni evdeymişsiniz izlenimi uyandırıyor. Mükemmel bir Avrupa kitapçısı. Orada Kafka’nın ‘The Sons’ adlı yapıtı buldum, bundan haberim bile yoktu, aldım tabii. 1989 basımı, bizim eski Varlık Yayınları gibi sayfaları bıçakla kesilip açılıyor. O yazılı kağıt kokusunu derin derin içime çektim.

            Elimde kitabım, paralel sokaktaki Vino Şarapevi’ne girdim. Minicik, sevimli, hoş dekore edilmiş bir yer. Üç çeşit Çek şarabını deneyip bu yöre peynirleri ve mis gibi taze ekmekle karnımı doyurdum. Prag’ın biraları meşhur ama şarap açısından da epeyce zengin sayılır. Buruk olanlar gerçekten lezzetli. Hafif çakırkeyif, otele doğru yola koyulmak üzereyken köprünün yanındaki fırından burnuma ulaşan inanılmaz kokular tarafından durduruldum. Yağmur kesilmişti. Soğukta, açıkta, hamuru yoğurup tarçınlı şekere bulayarak uzun çubuklara dolayan, çevirerek pişiren, dumanı tüterken el çabukluğuyla alıp sepete atan becerikli işçi kızı seyrederek kahve eşliğinde Noel çöreğimi bitirdim. Yoldan geçen herkesin aynı şaşkın ifadeyle burun deliklerinin açıldığını, göz bebeklerinin büyüdüğünü görüp gülümsedim.

            Charles köprüsünden eski şehre doğru ilerlerken alacakaranlıkta arkamdan kaleyle katedralin beni süzdüklerini hissettim. Dönüp bakmadım. ‘Şato’nun ilk satırlarında o tepenin sisle kaplı olduğu, görünmediğini yazılmıştır. Gerçi K.’nın gittiği yer köydür ama Vltava’nın rüzgarını estirir.

            Kafka’nın mezarını ziyaret etmek istemedim. Ne tuhaf; ailesinin evinden çıkamamış, anlam veremediği bir iş yapan, memur olarak yaşayıp istemesine rağmen evlenemeyen, genç yaşta tüberkülozdan ölen, onu ezen Yahudi babasının yanına gömülen mutsuz, dinsiz bir Praglı. Kışkırtan, uyandıran deha! Nasılsa toprağın altında değil; yaşıyor. Nehrin kenarlarında kulaklıkla Smethana dinleyerek koşan kentlilerine eşlik ediyor. Dönüştürdüğü kendi dünyasıyla bugün bile gerçek dünyanın değişimine katkıda bulunuyor. Benim için birkaç gün de olsa onun büyülü şehrinde bulunmak büyük ayrıcalıktı. 

21 Mart 2015 Cumartesi

PRAG; ABSENT

            
             Avrupa'nın kalbindeki kente, Hitler’in bile bombalamaya kıyamadığı güzel Prag’a Noel öncesi hareketliliğine tanık olmak için geldim. Daha ilk günüm; iki tür sıcak şarabı denemiş, üç meydandaki kalabalığa karışmışım. Eski şehrin ana caddesinde sokak şarkıcılarının birinden diğerine dönerek yürürken önüme belediye binası çıktı. Tarihi, bakımlı, görkemli bir yapı. Kapısındaki konser ilanı çok çekici: Vivaldi, Brahms, Sarasate. Çek filarmoni orkestrasının üyeleri olan on kişilik oda müziği topluluğu çalıyor. Biletimi alıyorum. Daha konsere bir saat var. Hem yoruldum hem üşüdüm. Oyalanmak için binanın içine giriyorum. Görevliye tuvalet bulup bulamayacağımı soruyorum. Sadece alt kattaki barda olduğunu söylüyor.

            Prag’ın en eski barına böyle bir rastlantıyla girdim. Dekor çok özenli, biraz loş; ortama yakışmış. Yan taraf lokanta olarak düzenlenmiş. Barmen genç bir kız. Birkaç sarhoş Amerikalı’ya istedikleri kokteylleri ciddiyetle hazırlamakta. Arkadaşım yanına gidip Absent olup olmadığını soruyor. “Çek mi, Fransız mı?” diye karşılanıyor. Elbette ki Çek!

            Masaya ışıltılı, işlemeli tepsi içinde üçte biri yeşil içkiyle dolu iki geniş bardak geldi. Bardakların üzerilerinde gümüş rengi elek diyebileceğim metaller var, birer kesme şeker taşıyorlar. Küçük, sevimli, içi buzlu suyla dolu sürahi yanlarında. Son olarak da bir kutu kibrit. Kısacası tepsi ağzına kadar dolu.

            Barmenin özenli anlatımının ardından Absente bulanmış olduğu anlaşılan kesme şekeri yakıyorum. Alev yükselirken şeker eriyip içkinin içine akmaya başlıyor. Yarısı yanınca eleği ters çevirip kalanını bardağa atıyorum. Bardaktan ateşler yükseliyor. Soğuk suyu boca edip söndürüyorum ve karıştırıyorum. İşlem sırasında epeyce heyecanlandım hatta kibriti diğer bardağın içine attım, içki tutuştu, zorla çıkardım falan ama sonunda başardım.

               “Şerefe!”

            On dakikada, üç yudumda bitti. Yüzde yetmiş alkollü, değişik, lezzetli bir içki. Daha önce denediğim hiçbir şeye benzemiyor. Başım dönmüyor, midemde rahatsızlık yok, ağzım dolaşmıyor, tümüyle kendimdeyim ama… Aniden boyut değiştirdim.

            Alkol, kan-beyin bariyerini öyle hızlı aştı ki sarhoşluğun ara devrelerini yaşamadan neşeleniverdim. Dikkatim arttı, ayrıntılar esas oldu. Evren hem küçüldü hem genişledi. Olanakları çoğaldı; her yere gidebilirim, her an her istediğime ulaşabilirim. Merkez oldum, çoğaldım. Dünya komik; çevreyi, olayları, kendimi hafife aldım, gülüyorum. Yapabileceklerimin sınırı yok, zevksiz tek bir nesne yok, güzelliğin içinde yaşıyorum; mutluyum.

            Konseri bu halde izledim; mükemmeldi.

            Çek Cumhuriyeti, Absent’in yasal olarak köşebaşı bakkallarında bile satıldığı tek ülke. Yüzde doksana kadar yükselen alkol derecesinde olanları, içine marihuana veya başka bitkilerin karıştırılarak imbiklendiği türleri var. Fransa’da da yasal olarak tüketilebiliyor fakat sadece belli başlı barlarda; öyle açıkça vitrinlerde sergilenmiyor. Prag’da ucuz ve kolay erişilebilir bir içki. İşten çıkanlar, alıştıkları mahalle kafelerinde bazen yemek öncesi bazen de gece sohbetlerini renklendirmek için birer tek atıveriyorlar. İkinci kadehle devam edilirse ne olur, denemeye cesaret edemedim. Ancak karanlıkta sırtını duvara dayamış, bağırarak aryalar söyleyen, üstü başı kusmuk içindeki genç belli ki Absent şişesini bitirmişti. Metro çıkışında her rastladığına dünyanın sonunun geldiğini, hiçliğe ilk karışacak kentinse Prag olacağını haykıran orta yaşlı kişi de öyle. Buralarda tiner, bali falan yok; aşırıya kaçılması gayet kolay Absent var. Verdiği keyif öylesine ani ortaya çıkıyor ki o hafifliğin, rahatlığın sürekliliğini sağlamak için içmeye devam etme kararı çabucak verilebilir. Tehlikeli ve olağanüstü çekici. Bunca din çatışmasında Şeytan’ın çağrısı!..

            Neredeyse yüz çeşit birası, onlarca özgün şarabı olan bu ülkenin asıl içkisi Absent denilebilir. Dükkanlardan birinin camına yaslanmış çerçevede Van Gogh’un gözleri yuvalarından fırlamış karikatürü, bazılarının üzerlerinde kuru kafa resmi olan Absent şişelerinin, değişik otların ve pipoların arasına konmuştu. Her köşesinden sanat fışkıran Prag’da sanatçıların da birer Absentsever olduğu su götürmez diye düşündüm.


            İnsan sormadan duramıyor: Acaba Kafka’nın yaratıcılığında Absent’in etkisi neydi?

14 Mart 2015 Cumartesi

PRAG; ŞATO


  ‘Vltava nehri kenti birleştirmiyor, bölüyor.’

            Dünyanın her yanından gelen gezginler, aynı akarsuyun üzerinde Prag’ı aşağıdan yukarıya doğru seyretmek üzere rastlantıyla buluşmuşuz. Elimde sıcak şarabım, pencerenin yanında sırada bekleyen kahvem, aklıma geliveren cümlenin anlamını düşünüyorum. Bölünmeseydi çatışma ortaya çıkmayacaktı, o zaman belki de bu kadar çekici ve güzel olmayabilirdi. Ama ne pahasına?

            Farklı kültürlere, değerlere, yaşantılara sahip iki ayrı bölgenin birinden diğerine doğru ilerlediğimi ilk kez Charles köprüsünden geçerken hissetmiştim. Eski şehri görmüş, Yahudi mahallesinde dolaşmış, Arnavut kaldırımlı, daracık sokakların asla paralel olmayan yapısı içinde birkaç kez kaybolma tehlikesi geçirmiştim. Küçük, yürüyerek her yere varılabilen bu merkezde birbirine on metre mesafede başlayıp seksen metre uzaklaşarak farklı yönlerde biten yollarda terlemiştim. Kenti yürüyerek keşfetmeye çalışıyordum, her dönemeç bana oyun oynuyordu. Geçmiş zamanda, alacakaranlıkta sizi takip edenlerden kaçıyorsanız, izinizi kaybettirmek istiyorsanız çok işe yarayacak bir plan uygulanmıştı, belli. Derin bir nefes alıp ana caddelere kavuştuğumda tarihi sinagogların çevresini hem turist hem de cemaat kalabalığının kapladığını fark ettim. Geniş kaldırımlarda takkeli, fötr şapkalı gruplar dini sembollerini sergileyerek müzik yapıyorlardı. İzleyicileri, daha çok Praglı oldukları su götürmez Çeklerdi. Noel öncesi hareketliliği içinde bunlara merakla bakmış, renkli izlenimler olarak kaydetmiştim ama işte şimdi, yerel adıyla Karluv Most’un trafikten arındırılmış beton zeminine ayak bastığımda gördüklerim anlam kazanıyordu. Köprü Hıristiyan’dı ve ben de Yahudi yerleşiminden uzaklaşıyor, şehrin egemen Hıristiyan bölgesine doğru ilerliyordum.

            Hz. İsa ve havarileri, Hz. Meryem, değişik koreografilerde, incecik ayrıntılarla işlenmiş, o devasa bronz heykellerde donmuş kalmış. Köprünün iki yanında onlarcası birkaç metre yüksekten şu sıradan insanlara bakıyorlar. Neredeyse her birinin altında bir dilenci, secde pozisyonunda, başı önünde, çanağını uzatmış, kıpırtısız bekliyor. Seyyar satıcılar, caz müziği yapanlar falan aldırmıyor elbette; kuşlar da öyle, kayıtsızca uçup rastgele bir soğuk saç kıvrımına veya taştan kola konuveriyorlar. Yayalar ellerindeki Noel çöreklerini ısırarak usul usul akan nehri, diğer köprüleri, kırmızı takkeli maket evleri seyredip piyasa yapıyorlar. Suyun üzerinde kuğular yüzüyor, minik tekneler dolaşıyor. Fakat işte ileride geçit var, kubbe şeklinde bir giriş, taş bloğun loşluğu ardındakileri saklıyor; etkilenmemek olanaksız. Ufuğu kaplayan tepeye yayılmış kaleyle katedralin gölgeleri buraya kadar düşüyor. ‘Lesser town’, bugünkü yönetimin de merkezi; sadece ortaçağ yapıları değil, günümüzün Cumhurbaşkanlığı konutu, bakanlık binaları, parlamentosu da orada. Yontular dik dik bakarak ilerlemekte olan ölümlüleri önceden uyarıyor: ‘Egemenlerin bölgesine gelmektesin; saygılı ol, boyun eğ, bizi dinle, sevmesen de gücümüzü kabul et! Yoksa…’

            Prag’ın önceden gördüğüm tüm fotoğraflarında merdivenlerine hayran kalmışımdır. Bu şehri hep ‘aydınlık basamakların başkenti’ diye düşündüm. Ama şimdi, içindeyken, kaleye çıkarken duygularım değişti. Sanki yükseldikçe eziliyorum. Temiz bakımlı, oymalı heykeller tüm merdivenlerin başlangıcında; adımlarımı henüz atmaya başlamışken bana bakıyorlar. Sürekli tehdit altındayım. Sıradan bir turist olarak bile hareketlerimi kontrol etmeli, onların söylemek istediklerini anlamalı ve değerleri neyse algılayıp ona göre davranmalıyım. Özgürlük, keşif falan bitip gitti, yerine sarsıcı bir sorumluluk geldi. O meşhur çikolatacının leziz tadları, seyyar sıcak şarap satıcılarının uzattıkları kadehler falan yarar sağlamıyor; içimde bir ağırlık…

            Kaleden kuşbakışı çevreyi izledim. Tuğla renginin güzelliğini baş tacı yapmış düzenli, masalsı mimarisi, arada taşkınlık yapsa da genellikle uysal akan nehri, tarihi, en önemlisi insani dokusuyla kent kendisini öylesine apaçık, savunmasız sergiliyor ki! Burada ise başpiskoposun ikametgahını, St. Vitus katedralinin göğe uzanan yükseltisini tümüyle fotoğraflayabilmek için yere yatmak gerekiyor. Eskiden günahkarların içine hapsedilip ibret için seyre ve aşağılanmaya maruz bırakıldıkları korkunç kuyular, çevreleri tellerle örülmüş, korunuyor. Bir uçtan org eşliğinde yakarış nağmeleri yükseliyor. Taş döşeli yollarda insanlar başları önde, yüksek sesle konuşmaktan kaçınarak yürüyor. Hakimiyetin merkezindeyim. Ortaçağ’ın ‘Şato’sundayım aslında, hükmedenlerin sarayında. Bireyselliğimin yok sayıldığını duyumsayıp ürperiyorum.

            İlerideki tepede Komünizm için yapılmış Lenin figürü yıkılıp yerine o dönemleri simgeleyen sade bir yıldız konmuş. Belki gün gelir, Charles köprüsündeki bronz heykellerin üzerlerine de birer camdan örtü geçirilir, böylece geçmişte kaldıkları vurgulanır. Sıraya girip el sürerek Hz. İsa’nın ayak izi yontusunun parlatılmasından vaz geçilir. Yine de din başka, siyasetten çok daha güçlü, insanları yönlendiriyor. Şimdilik ‘Şato’ etkisini sürdürecek. Halkını korumaya değil, ona hükmetmeye devam edecek. Yeterince Hıristiyan olmayanlar, tüm azınlıklar ve bu kentin yerlisi Museviler içten içe sezinledikleri bir suçluluk duygusuyla ezilecek.

            St. Salvador Kilisesi’nde sıraları alttan ısıtmalı, ayaklarımın ve yüzümün donduğu o pek de iyi olmayan org konserindeki inananların kıpırtısız boyun eğişini görüp katlanmanın gereksiz sınırlarını bir saat süreyle deneyimleyince anladım. Şu uygar sanılan dünyayı Avrupa’nın belli başlı başkentlerinden birinde bile ne yazık ki hala din yönetiyor. Sırf bu yüzden masumların sessiz haykırışları kulaklarda yankılanıyor. Oysa herkes sadece kendi seçimi doğrultusunda mutlu olmak istiyor.

            Gece absent içmeden kendime gelemedim.

                                                                                                                             
             

              

30 Aralık 2013 Pazartesi

MODA BURNU

Bir mekan düşünün ki Marmara’yı Atlantik gibi engin algılatıp Prens adalarını üzerlerine büyüteç tutulmuşçasına iri endamlı gösteriyor. Üstelik bu iç denizden bozma okyanusun çıkışına İstanbul siluetinin gerçek figürlerini yerleştirmiş, bakana iç geçirtiyor. Yani kesintisiz, muhteşem bir manzara sunuyor. Ana karadan suya doğru birkaç adım attığı için böyle yapabiliyor. Kadıköy’ün ikinci en çıkıntılı bölgesindeyiz; Moda Burnu’nda.

            İki kelimeyle tarif etmek gerekirse: Sessiz, sakin. Çarşı’nın, iskelenin koşuşturan kozmopolit kalabalığı biz buraya gelirken sağa sola dağılıp eridi. Dolmuşların yolu bitti, arabalar otoparklara girip ortalıktan çekildi, otobüsse bu kadar uca gelmiyor zaten. Araç gürültüsünden arınınca ortalığı huzur kapladı. Tenis kortunun yanından geçerken biraz duraklayıp sporculara göz atmak, toprak zeminde sıçrayan top seslerini duymak mümkün. Çoğunluğu kaldırım hizasının aşağısında, çevreleri yeşilliklerle kaplı kafelerle mini lokantalardan müşterilerin keyifli mırıltıları yükseliyor. Buralı oldukları tertemiz ve yeterli beslenmiş hallerinden belli, ağırbaşlı üç – beş kedi orada, burada güneşleniyor. Meşhur, geniş çay bahçesine simidini, poğaçasını alan gelmiş, oturmuş. Garsonlar kocaman tepsilerle durmaksızın sıcak, tavşankanı çay dağıtıyorlar. Burası sabah yediden gece ikiye kadar açık. Tüm günlerdeki ayrı zamanların, her saatin müdavimleri, gelip geçici ziyaretçileri birbirinden farklı. Kimi dönerken merdivenlerden kıyıya, parka iniyor, hemen denizin berisindeki banklarda veya mendireğin taşlarında biraz daha oturup şehrin göbeğindeki bu saklı cennette geçirdiği vakti uzatmaya çalışıyor.

            Söylentiye göre aslında Kalkedon şehri Fenikeliler tarafından ilk olarak Moda burnunda kurulmuş. Karadeniz kıyılarındaki diğer kentlerine gitmeden önce ikmal yaptıkları, gereksinimlerini karşılayıp eksiklerini tamamladıkları yermiş. Yani durakladıkları, şöyle bir soluk aldıkları, güç topladıkları yer. Toparlanma, kısmen arınma bölgesi. Ya o antik zamanların etkisi yirmi birinci yüzyıla yansımış ya da mekanın sıra dışı etkileyiciliği insanları binlerce yıl öncesinde de sonrasında da aynı şekilde davranmaya yönlendirmiş; tahmin etmek kolay değil.

            Doksan beş yıllık iskelesi hala ayakta hatta az da olsa kullanılıyor. Osmanlının can çekişme dönemlerinde kurulmuş olan İngilizlere ait yat kulübü evrimini Türk – İngiliz kulübü, Su Sporları Kulübü, sonunda Atatürk’ün talimatıyla Moda Deniz Kulübü olarak tamamlamış. Hala varlığını sürdürmekte. Eski ahşap iskeleler üzerine inşa edilmiş ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul’da kadınların mayoyla denize girip yüzdüğü en belli başlı yerlerden olan Moda Kadınlar Plajı ise ne yazık ki harap olup yıkılmış. Keşke o da bugünlere işlevsel olamasa bile simgesel bir yapı olarak kalabilseydi! Anımsayanlar ölüp gidince resimlerine bakmak (araştırma yapanların dışında) kimin aklına gelecek? Bir semte, bölgeye, binaya özellik kazandıran, derinlik sağlayan, kimliğini veren yarı yarıya geçmişinden taşıyıp getirdikleri değil midir?

            Moda burnunun resminde öncelikle romantizm var. Yani içine kısmen hüzün karışmış güzellikle sevecenlik. Artık kırk yıl öncesinin o azınlıklarla dolu, çay bahçesinde dört beş dilin birden konuşulduğu, kozmopolit İstanbul parçası değil; daha tek tip. Kültür çeşitliliğini yitirmiş olmasına rağmen havası farklı. Başka yerlerle kıyaslandığında daha olgun; görmüş geçirmiş de durulmuş denir ya, öyle. Şehrin ortasında aniden sağladığı şaşırtıcı sükunet nedeniyle böyle hissettiriyor olabilir. Ya da tümüyle gençlerin tercihi olmamasından kaynaklanıyordur. Buraya her yaştan insan geliyor. Asla sıkıcı değil; sadece daha yavaş yaşanan devirlerin günümüzdeki temsilcisi. Cep telefonlarındaki, tabletlerdeki görüntüleri, sanal mesaj trafiğini boş verip manzaraya ve gerçek sohbetlere odaklanmayı mecbur kılan kara parçası. O puslu, adalarla lekeli, gemilerle hareketli Marmara mavisi, güneşin batışında uzun süre turuncuya boyanan gökyüzü, karşı yakanın masalsı silueti insanları gerginlikten kurtarıp dinlendiriyor. Rahatlayan, bu duyguyu seyrek tattığının bilincindeki büyük kentli, çevresine daha bir hoşgörüyle bakıyor. Gülümseyince yanındakinin de yüz hatları gevşiyor. Konuşmalar kendiliğinden yüzeysellikten uzaklaşıyor, herkes birbirini daha iyi anlıyor. Biraz hayal kuruluyor. Böylece günlük hayatın sıradanlığındaki sıkışmışlıktan kaçmak için seçenekler bulunabiliyor, sorunlara çözüm üretilebiliyor.

            İçinde zaman geçirildiğinde bellekte mutlak olumlu iz bırakan mekan.

28 Aralık 2013 Cumartesi

ÜMRANİYE

Üç – beş kavak ağacı dışında hiç yeşilliği olmayan, düzensiz ve plansız yapılmış çirkin binalar karmaşasıyla, çıldırtan trafiğiyle ünlü Ümraniye’den bahsetmek istiyorum. İstanbul’un en yüksek tepesinin eteklerinde bir yayla aslında. Bu çevrelerdeki en geniş yayla. Kadıköy’e, Beylerbeyi’ne yokuş aşağı neredeyse iki adım mesafede. Yerleşime öylesine uygun ki talan edilmiş.

            Bugünkü haline gelmeden çok uzun yıllar önce Frigyalılar tarafından, onlar için kutsal sayılan çam ormanlarıyla donatılmış. Adı: Ormaniye. Bu yemyeşil bölgeye Balkan savaşlarından sonra doğu Avrupa’dan göçenler yerleşmiş. Esas yerlileri onlar işte. Günümüzde torunları hala buralarda barınabiliyorlar mı yoksa kaçıp gitmişler midir, bilemiyorum.

            Üsküdar’a bağlı alçakgönüllü bir köyken (o zamanki ismi: Yalnız Selvi; tenhalığından dolayı böyle denmiş) nedense organize sanayi bölgesi ilan ediliyor ve Anadolu yakasının ilginç sosyolojik tümör olgusu hızla gelişmeye başlıyor. Önce iki katlı, bahçeli, çevresi bostan, az ötesi doğal park olan evlerin tepelerine direkler dikilip kaçak birkaç kat çıkılıyor. Seçim zamanları izinler alınıyor tabii. Yetmiyor, sırayla her biri yıkılıp daha da yüksek apartmanlar, siteler yapılıyor. Aralarda bolca bulunan geniş boşluklara plazalarla AVMler yerleştiriliyor. Yollar en sonda düşünülüyor. İnsanlar Anadolu’nun değişik yörelerinden gelip hemşerilik temelinde, öbekler halinde yerleşiyorlar. Yan yanalar ama ne benzerlikleri ne de birbirleriyle anlamlı bir temasları var. Topraklarından koptukları için tedirginler, içlerine kapanıyorlar. ‘En iyi savunma, saldırıdır’ içgüdüsüne elbette sahipler. Böylece Ümraniye en çok gasp, silahlı saldırı, taciz, tecavüz olayının yaşandığı yer haline geliyor. Geceleri sokağa çıkılamayan ilçe! Nüfusuyla birlikte çöplüğü de büyüyor, en sonunda Hekimbaşı’nda patlıyor. Yaralananlar, ölenler… Bu arada otopark mafyası, inşaat sektörü, her türlü ticaret tüm hızıyla kazanmaya devam ediyor. Bunlar öyle uzak geçmişin olayları değil, aşağı yukarı otuz senelik hızlı bir süreç.

            Kadıköy’deki Bağdat Caddesinin Ümraniye’deki karşılığı Alemdağ Caddesi. Üç şeridiyle geniş olduğu varsayılabilir. Fakat kullanımı şöyle: En sağ şerit park etmiş arabalara ait, ortadaki kısa süre duraklayanlar için, soldaki ise öncelikle yayalar, sonra da araç trafiği yararlansın diye bulunduruluyor. Plazalarda çalışan mobil pazarlama, finans, emlak, vs. sektörlerinin temsilcilerinin hepsine birer oto tahsis edilmiş. Ayrıca arazi zengini çok, hepsinin eşleri, kızları kapalıysa da oradan oraya gitmek, sosyalleşmek istiyorlar; bunu yürüyerek yapacak değiller ya! Ciplerine binip çıkıyorlar. Bir de köprü bağlantı yollarına ulaşmaya çabalayan, işi olup da kendi arabasıyla buralara gelmek gafletinde bulunan diğer ilçelerin acınası vatandaşları var. Hepsi birden Alemdağ’da kornalara basarak, el – kol işaretleri yaparak, küfürleşerek falan duruyorlar. Bu caddede insanlar araç içindeyseler asla ilerleyemiyorlar. Fiilen kapalı olduğu için trafiğe kapatılması da gündeme geldi zaten.

            Ümraniye’nin kendine göre yazılı olmayan kuralları var. Örneğin kaldırımlarda değil de sokak ortalarında yürümek, yere tükürmek, eldeki çantayı, poşeti yanından geçenin neresine gelirse orasına vurmak, pencerelerden çöp torbaları atmak, her yere geç kalmak, herkese kızmak, sık sık kavga edip yumruklaşmak olağan. Eğer kızların türbanı, genç adamlarınsa şalvarımsı pantolonuyla tespihi varsa ortalık yerde uzun uzun, dudak dudağa öpüşebilirler; kimse başını çevirip bakmaz. Çarşaflı ya da maksi bej pardösülü kadınların bağıra çığıra, çocuklarını çekiştirerek, gruplar halinde dolaşmaları yerel politika gereği teşvik edilir. Sokak aralarındaki minik otoparklar Kurban Bayramı’nda kurban kesim merkezlerine dönüşür, toprak zeminleri kırmızıya boyanır. Şoförler yadırgamadan arabalarını kan gölünün göbeğine park eder, giderler. Köşe bucakta göz zevkini okşayacak, estetik denebilecek herhangi bir tarihi doku kalıntısı bırakmak yasaktır. Cevher Ağa Camii’nin iki barok çeşmesi de yakınlarda bu anlayışın gereği olarak sökülmüş, yerlerine lavabo benzeri oluşumlar konmuştur. Cehennem tasvirinde yer alabilecek trafiğinde ters yöne giren minibüsler, motosikletleri sıkıştırmaya çalışan kamyon irileri hatta TIRlar (asla abartmıyorum) bulunması burada ne yazık ki hayatı renklendiren unsurlar olarak kabul görür.

            Ümraniye’yi ayakta tutan, doymak bilmez hırsla yapılan alışveriş. Çoğunluğu İstanbul’un pek çok eski ilçesindekiler kadar zengin ancak Anadolu’nun ücra köşelerinde yaşayanlar kadar cahil yerleşikleri alıyor, alıyor. Ev eşyası, elektronik araç gereç, giyim kuşam… Her türlü dükkan mevcut. Sinema salonuyla kitapçı yok elbette. Çarşıda sadece kahvehanelerle kırtasiyeciler var. Bir de Karadeniz pidecileri, esnaf lokantaları. Yiyecek işi iyi doğrusu; hem çeşitli hem lezzetli.

            Şu sıralar metro kazıları nedeniyle iyiden iyiye karmaşası artmış. Gürültüsü uğultu şeklinde her köşesinden yükseliyor. Canlılığına canlı ama bu özelliği maalesef kişide rahatlık, ümit gibi olumlu duygular uyandırmıyor.

            Şehrimizin deniz görmeyen iç kısımlarının baş temsilcisi. Sözün özü: Burası da İstanbul! Güçlü deprem olursa sağlam kalacak. Kaybolmayacak, büyümeye devam edecek. Güzel bir kadının rahmini istila eden ur gibi. Evrimi bir gün bir şekilde yön değiştirir mi? Tahmin etmek olanaksız. 

7 Aralık 2013 Cumartesi

ZİNCİRLİKUYU

‘Buraları bir zamanlar dutluktu’ nostaljisinin trafikte kilitlenip sol ayak debriyajda uyuşmuşken yaşandığı semt. Köprülü kavşak. İş çıkışı saatlerinde az ötedeki Boğaziçi köprüsüne aşağı yukarı kırk beş dakikada ancak ulaşılabilen, genişliğiyle yalnızlıkları çoğaltan, üzerindeki arabalarda kurulan hayallerin sınır tanımadığı asfaltlar bileşkesi. Kendi kesin sınırları ise belli değil; tıpkı adını veren kuyunun gerçek yerinin söylentilere dayandırılması gibi. Şişli ile Beşiktaş’ın birbirine dokunması sonucu ortaya çıkan tepkimeden meydana gelmişe benziyor. Her iki ilçeye de ait olabilen fakat mutlaka Zincirlikuyulu sayılan sıra sıra sitelerin ardlarındaki gökdelenlerden kaçarcasına Ortaköy’e doğru inişe geçtikleri kayalık bölge. Ağaçları var fakat etkisiz. Rengi gri, kokusu egzoz.

            En meşhur yeri mezarlığı. ‘Her canlı ölümü tadacaktır’ yazısı sabah önünden geçerken irkilmek için bire bir. İstanbul’un kalburüstü zenginleriyle sanatçıları dünya değiştirdiklerinde önce Şişli ya da Teşvikiye camiine uğruyorlar sonra buraya gömülüyorlar. Mezarlar lüks rezidans fiyatına ama yok satıyor. Cenaze sahipleri, ölülerin yakınları, tanıdıkları öyle her yerde rastlanan tiplerden değil. Marka kara gözlüklü, mutlaka siyah giysili, uzun boylu, kendine baktıracak kadar yakışıklı ya da güzel. Tabutun üzerine toprak serpilip hoca başında okuduktan hemen sonra acılı ünlüler basına demeç veriyor, ölenin yerinin asla doldurulamayacağını söylüyorlar. O birkaç cümle, söylerken bürünülen (sanki biraz gerçekdışı) yüz ifadeleri yıllardır hep aynı. Ne de olsa kentimizin başkent olduğu son imparatorluğun hanedana mensup bireylerinden birinin av köşkünün bahçesindeler; belki de farkına varıp ona göre davranıyorlar. Bahsettiğim kişi, Sultan Aziz’in oğlu veliaht Yusuf İzzeddin Efendi. Pek çok taht varisi gibi öldürülmüş. Sonra da buranın adı uğursuza çıkmış. Yakın zamana değin konut alanı olarak değer kazanamamış. Nitekim az önce bir cümleyle eskizini çizmeye çalıştığım apartmanlar da mekana epeyce uzak.

            Zincirlikuyu’nun bugünkü kimliğini oluşturan başlıca unsurlar arasında metrobüsü saymamak olmaz. Gayrettepe metrosuna bağlantısıyla gayet uygar bir görüntü çiziyor. Ancak bu izlenim, ana istasyon konumundaki durakta hem Asya hem de Avrupa yakasına yönelecek otobüsleri bekleyen mahşer kalabalığının arasına karışınca kayboluyor. İnsanlar işte tam burada kişilik değiştiriyorlar. On saniyede bir gelip yanaşan otobüslerin kapılarını denk getirecek kaldırım kenarlarında durabilmek için hınçla birbirlerini itiyor, dirsekleriyle çekinmeden yanlarındakilerin karnına, göğsüne vuruyorlar. Tıslayarak açılan kapılardan içeriye sel suları gibi akarlarken zayıfların ezilmesine ramak kalıyor, ayakkabılar ayaklardan fırlıyor, bastonu, uzun şemsiyesi falan olanlar bunları başkalarından kurtulup kendilerine yol açmak için kullanıyorlar. Büyük çoğunluğu şık giyimli beyaz yakalılar; inanılmaz! Metrobüs öncesi ve sonrası normal vatandaş, arada canavar! Mutlaka sosyolojik olarak incelenmesi lazım. Eve gitmek aslanın ağzında olunca belki de herkes içindeki karanlığı açığa çıkartıyordur. Bulunulan alanın bu olumsuz davranış tarzını yaratmakta etkisi büyük. Üstü kapalı, yankılı, doğallıktan topyekun uzak kavşak altı. Ruhsuz soğukluğun en üst noktası. Bir an önce uzaklaşılmalı!

            Gelelim çiçeği burnunda güzelliğine. Madem metropollere alışveriş merkezleri lazım, böylesi yapılmalı. Ortaya çıkartılmış olan yapılar topluluğu, mimari açıdan sanat eseri. Çağımıza ve yer aldığı mekana uygun, işlevsel, çok yönlü. Böylesine bir toparlanıp dağılma bölgesinde kat bahçeli ofisleri, rezidansları, çoğu lüks butikleri, dünyanın dört köşesinde isim yapmış lokanta zincirlerinin şubeleri, kafeleri, sinemaları, performans sanatları merkeziyle göz dolduruyor. Ama en önemlisi, neredeyse tüm unsurlarıyla çevreden yabancılaşma hissini körükleyen bu semtte sıcak denebilecek bir yer olması. İçine girince tekdüze duvarlarla karşılaşılmıyor, renk ve desen zenginliği var. Tavanlarla geniş kolonlar ayna; mekanı hem büyütüyor hem çoğaltıyorlar. Aydınlatma gün ışığının değişimlerine göre düzenlenmiş, suni etki yaratmıyor. Yeşillendirilmiş setler yarı açık veya yarı kapalı bölgeler sağlıyor böylece hem aydınlık hem de birbirinden farklı koridorlarda yürünebiliyor. Tüm katların ortaları bahçe, bahçelerin ortalarıysa ya oturma alanı ya da konser platformu. Yerleşim düzeni en dikkatsiz kişinin bile kaybolmasını imkansız kılacak, aradığını kolaylıkla bulduracak kadar basit. Etkileyiciliğiyle aidiyet yanılsaması yaratıyor, kozmopolit kalabalıklarda duyumsanan o ürpertici yalnızlık hissini kısmen hafifletiyor, yapaylığını ustaca saklarken alışverişin, yeme – içmenin dengeli ve zevkli olanını vaat ediyor.

            Zincirlikuyu için hayallere pek prim vermeyen katı kapitalist bir metropol bölgesi diyebilirim. İstanbul’un tarihle, öykülerle, cömert coğrafyasının sürprizleriyle dopdolu mekanlarından farklı. Yirmi birinci yüzyılın mekanik kuruluğunu simgeliyor. Her şeye ve herkese şöyle bir dokunup geçmenin temsilcisi. Geçmişi silik, ‘şimdi’ye tutkun, geleceği beklentisizlikten ibaret, biraz hüzünlü, biraz korkutucu, kısa süre önce ışıltısına kavuşmuş, doğadan uzak, mutlak beton. 

5 Aralık 2013 Perşembe

YEREBATAN SARNICI

Sultanahmet köftecisinin önündeki kuyruğu aşıp yokuş aşağı ilerliyorum. Sola kıvrılır kıvrılmaz önüme çıkıyor: Yerebatan Sarnıcı. İstanbul’un en olağandışı turistik mekanı. Doğu Roma imparatorluğu döneminden miras, yerle bir edilmemiş yüz bin ton kapasiteli dev su deposu. Bin beş yüz yaşında. Hayaleti at meydanının ilerisinde belli belirsiz düşlenebilen, günümüzde izi bile kalmamış büyük sarayın su ihtiyacını karşılamak için inşa edilmiş. Topu topu yüz elli metre ötede ise Ayasofya.

            Bir bilet alıp merdivenlerin alacakaranlığına adımımı atıyorum. Daha başlangıçta hafif bir küf kokusu burnuma ulaşıyor. Elli iki basamağın sonunda ‘eğer astımım olsaydı burada dolaşamazdım’ diye düşünerek soluklarımın derinleştiğini hissediyor, rutubetin yarattığı serinlikle hafifçe ürperiyorum. Her biri tepeden aşağıya pas içindeki demir ayaklara tutturulmuş, ters çevrilmiş metal çöp kovalarına benzeyen ama tuhaf bir şekilde güzel görünen lambaların sarı ışığı koca mekanı biraz olsun aydınlatıyor. Sütunlar, sütunlar… Toplam üç yüz otuz altı tane. Kalın tuğla duvarlar ıslak. Tavan haç biçiminde tonozlu. Yürüyüş platformunun parmaklıklarından zemine bakıyorum: Yarım ila bir metre civarında su var. İçinde Aynalı Sazanlarla Japon balıkları sakince yüzüyorlar. Hafif ve daimi bir şırıltı ile dolaşan kalabalığın bin bir dildeki konuşmaları birbirine karışıp yankılanıyor. Dış dünyanın keşmekeşini, koşuşturmacasını falan unuttum, gitti.

            İnsanların arasına karışıp ilerliyorum. Herkes her yerde fotoğraf çekiyor. Aslında görüntü aşağı yukarı hep aynı ama öylesine gizemli bir atmosfer ki tüm ziyaretçiler hem burasını hem de kendi varlıklarının buradaki gerçekliğini belgelemek gereğini hissediyorlar. Sarnıcın ortalarında bir yerde taş oyma sanatının incelikleriyle bezenmiş gözyaşı sütunu yer alıyor. Üzerinde erişilebilecek uzaklıkta bir delik var. Belli belirsiz su sızdırıyor. Altındaki bölgeye dilek havuzu denmiş. Suyun içi bozuk para dolu. Dünyanın değişik ülkelerinden gelen, daha mutlu olmak isteyen tüm gezginler parmaklarını o deliğe sokup birkaç saniye tutuyor sonra gözlerinde ümitle uzaklaşıyorlar. Söylenceye göre ise bu sütun, binanın inşası için çalışan ve ölen yedi bin kölenin ardından ağlamaya başlamış, gözyaşları yüzyıllardır durmamış.

            ‘Medusa’ levhalarını takip ediyorum. Loş ışıkta sarı metal üzerine yazılmış açıklamayı okumak kişiyi Yunan Tanrılarının diyarına taşıyor. Yeraltı dünyasının dişi canavar kız kardeşlerinden tek ölümlü birey olan Medusa, kendisine bakanı taşa çevirme yeteneğine sahip. Güzel bir kız ve Zeus’un oğlu Perseus’a aşık. Ancak Tanrıça Athena da Perseus’u seviyor. Üstelik Medusa’yı çok kıskanıyor. Tanrıça bu, gazabına uğramamak lazım. Medusa’nın parlak, uzun, siyah saçlarını korkunç yılanlara dönüştürüveriyor. Onu bu halde gören Perseus büyülendiğini düşünüp kızın başını kesiyor, bu başı eline alıp savaş alanlarında düşmanlarını taşlaştırarak pek çok zafer kazanıyor. Olaylara inanıldığı için Bizans’ta kılıç kabzalarına savaşçıyı, sütun kaidelerine ise o mekanı korumak amacıyla Medusa figürleri ters ve yan olarak işlenmeye başlıyor. Burada yani sarnıcın kuzeybatı ucunda da iki dev Medusa başı biri ters, diğeri yan durmuş şekilde üzerlerindeki sütunlara kaide oluşturmuşlar. Taş heykeller gerçekten birer şaheser. Kimin yaptığı, nereden getirildiği bilinmiyor. Daha önceleri çamur deryası içerisinde kaybolmuşken 1987’deki onarım ve restorasyon çalışmaları sırasında ortaya çıkartılmışlar, bu eşsiz atmosferin çekim unsurlarından biri haline gelivermişler.

            Turumu bitirip başladığım yere geri dönüyorum. ‘Cistern Kafe’’de oturup kahve içeceğim ama bu ad bana battı. Neden ‘Sarnıç’ veya ‘Yerebatan’ değil? Ismarladığım Cappucino çok sıradan üstelik tabağı kırılmış, rasgele bir cam fincanda getiriliyor. Boş veriyorum. Oturup çevreye göz gezdirmek, gelen gidenleri izlemek güzel. Ziyaretçiler burayı terk etmeden önce defalarca arkalarına dönüp bakıyor, merdivenlerde duraklayıp tekrar tekrar resim çekiyorlar.

            Kalkıp basamaklara doğru ilerlerken girişin solundaki hareketlilik dikkatimi çekiyor. Kızlı erkekli birkaç genç, Osmanlı dönemi giysileri içinde yüksek sesle, itiş kakış, küfürlü dille şakalaşıyorlar. Mahallelerindeki evlerinin önündeler sanki. Kenara taht benzetmesi iki kerevet konmuş, üzerlerine işlemeli örtüler serilmiş. İsteyen turistler beş Euro karşılığında bu Osmanlı tebaası kılığındaki olası görevlilerle (yanlarına yaklaşmaya cesaret edebilirlerse) fotoğraf çektirebiliyor veya o kıyafetleri kendileri giyip kerevetlere oturabiliyorlar. Bir de kocaman televizyon ekranı var. Görüntülerde mehter takımı yürüyor, davullar yakın plan gösterilirken gümbürdüyor, başbakan nutuk atan çatık kaşlı yüzü ile konuşuyor, konuşuyor.

Yirmi birinci yüzyılın Cumhuriyet İstanbul’undan Bizans’ın yeraltı dünyasına indim, bu loş ortamda mutlu mesut dolaşırken herhalde başıma mehteran bölüğünün tokmağıyla vurdular, bilincimi yitirip aniden inanılmaz bir karabasanın içine yuvarlandım. 

2 Aralık 2013 Pazartesi

SÜLEYMANİYE

İki yönlü, iki görüntülü, sanki gündüzle gecenin aynı anda ortaya çıkmasıyla kendisi olabilen farklı bir İstanbul yüzü Süleymaniye. Gündüz kısmı, Mimar Sinan’ın eseri: Süleymaniye Camii. Elbette ki sadece cami değil. Okullar, dükkanlar, aşevleri, hamam, mezarlık içeren bir kompleks. İbadethane merkezde. Kusursuz simetrisiyle göz alıcı. Göğe doğru uzanan dört zarif minaresi hem çok erkeksi hem de çok davetkar. Ünlü. Dünyanın her yerinden ziyaretine geliniyor.

            Daha dış kapısından adım atmadan önce sakinlik ve huzur telkin ediyor. Avlunun genişliği, ortasında dururken bile hissedilen düzgün ölçüleri, süslemesiz, dayanıklı duvarları, kenarlarına tırmanınca külliye ile çarşı kısmının sıra sıra uzanan küçük kubbeleriyle taçlanmış nefis Haliç manzarası insanı büyülüyor. Caminin öyle çok penceresi var ki içerideki el halılarının renkleri sanki dün dokunmuşçasına canlı görünüyor. Burası Sinan’ın minimalizmle en görkemli etkiyi yarattığı mimari şaheser. Süslemelerin azlığı, binanın ve elbette çevresindeki diğer eşlikçilerinin işlevsel güzelliğini ön plana çıkartıyor. Sadeliğin ihtişamı! Tanrı’nın evi, Tanrı’nın karşısında basit ve sanki başını önüne eğmiş. Fakat aynı zamanda kudretli bir hükümdarın gücünü de simgeliyor. Bulunduğu yükseklikten hem Sarayburnu’na hem Galata’ya neredeyse tümüyle hakim. Keskin kartal bakışlarıyla kenti süzüyor, her ayrıntıyı yakalıyor.

            Kanuni’nin ve Hürrem Sultan’ın mezarlarının burada olması mekana ayrıcalıklı bir insani boyut, hatta romantizm katıyor. On altıncı yüzyılda İstanbul’da, iktidarın doruğunda yaşanmış büyük aşk! Savaşlar, çekilen acılar, saray entrikaları, savurganlıklar, yalanlar arasında birbirine yaslanan iki tarihsel kişilik. Kim ne derse desin sevgi mutlaka vardı diye düşünüyorum.
   
            Hamam da aşağı yukarı cami kadar etkileyici. İç kısmının zevkli mermerleri, çinileri değil asıl bahsetmek istediğim; hala işlevselliğini mükemmel şekilde sürdürmesi. Üstelik İstanbul’un kadın – erkek birlikte banyo yapılabilen tek hamamı. Turistik yönü ağır basmış durumda tabii ama tam burada olması gereken de bu. Kişinin kendisini yüzlerce yıl öncesinde yaşıyormuş gibi hissettiği bir yer turistik olmayacak da neresi olacak?
                 
            Geceye (ya da alacakaranlığa) benzettiğim ‘semt’e gelince: Süleymaniye Camii olmasaydı ‘Eminönü sırtları’ diye anılacağı şüphe götürmeyen yüksekçe bir bölge sadece. Ezik. Onun suçu değil elbette. Böylesine ayrıksı, dikkat çekici, güzel üstelik büyük, her yerden görünür, aydınlık ve daha pek çok olumlu sıfatı adının önüne toplayabilen kutsal mekanın gölgesinde yaşıyor. Eteklerine yüz sürüyor. Kendisine adını bağışlayanın ihtişamına, tanınmışlığına asla yaklaşamayacağını biliyor. Bu nedenle hem kıskanç hem biraz tehlikeli.

            Bunları nereden mi çıkartıyorum? Hadi gelin o zaman, gündüz vakti olsun, zaten gece buralarda gezinmek fazlaca cesaret ister, sokaklara girip çıkalım, ortalıkta dolaşalım. Kırkayağın bacakları gibi sağlı sollu uzanan daracık yollarda dönüştürülmek üzere boşaltılmış ancak yıkılmamış, renkli hayaletler benzeri bitişik nizam sıralanan eski, iki – üç katlı, cumbalı ahşap veya altı beton, üstü tahta binaların kırık camlarından içerilere bakalım. Çoğu tinercilerin, olası ot – toz satıcılarının, herhangi bir gruba kabul edilmemiş çöp toplayıcıların, kaçak göçmenlerin, sabıkalı evsizlerin barınağı. Kapıların önlerine uzanmış etrafa göz gezdiren sarı tüylü, uyuz görünümlü, kara suratlı, çirkin bakışlı, birbirinin kopyası olacak kadar aynı köpekler mahallenin olmazsa olmazları. Henüz normal sınırlardaki meskunluğunu kaybetmemiş alçak, döküntü apartmanların sahipleri belli değil, kiracılarıysa genellikle Anadolu’dan İstanbul’a inşaatlarda çalışmaya gelen gençler. Dairelerin odalarında on – on iki kişi bir arada kalıyorlar. Pek temiz yıkanamamış ancak öyle böyle kokusundan arınmış çamaşırlarını bir pencereden diğerine uzatarak bağladıkları iplere asıp kurutuyorlar. Adı sanı duyulmamış aşırı dinci tarikatlar alacakaranlıktan sonra bodrum katlarında ayinler düzenliyorlar. Gri ya da siyah cübbeli, takkeli, şalvarlı, çatık kaşlı, mutlaka siyah sakallı müritler bu eylemleri el ilanlarını tarihi duvarlara yapıştırmak suretiyle çevre halkına duyuruyorlar.

            Daha uzatmak mümkün ama gerekli değil. Süleymaniye’nin şizofrenik kişiliği onu adlandırırken bile zorluk yaratıyor. Ne tek başına cami denebiliyor ne de mahalle. Çekerken itiyor, aydınlatıp huzur verirken ürpertiyor, güzellikle çirkinliğin kardeşliğini apaçık sergiliyor. Her yeri gezilip dolaşılabilir fakat bütünlüklü olarak kavranamaz diyebileceğim bir ilginç İstanbul parçası.


            Dönüşüm tamamlanır, binalar restore edilir ya da aslına uygun olarak yeniden yapılırsa ürküten özellikleri kısmen evcilleşir, bölgenin çekiciliği artar diye düşünüyorum.

29 Kasım 2013 Cuma

KARTAL ÇARŞISI

Elinizde çantanız, Yalova feribotundan inip sırtınızı tankerlerin demirlediği, Prens adalarının serpiştirildiği Marmara’ya dönerseniz önünüzde uzanan sahil yoluyla parkın ardındaki Kartal çarşısına bakıyor olursunuz. İskelenin hemen yanında yer alan self servis restoranının komşusu balıkçıları da çarşının uzantısı olarak kabul etmekte yarar var. Bağırış çığırış müşteri bulan dışa dönük esnafı, temiz tezgahları, taze balıkları, yeşillikle limon ihtiyacını karşılayan manavlarıyla aslında mekanın en renkli bölgesi burası.

            Karşıya geçip ilerlediğinizi varsayalım. Görmeye geldiğiniz dostlarınız Avrupa yakasında oturuyorlar, onlara bir şeyler almak istiyorsunuz. Birbiri ardı sıra dizilmiş onlarca çay bahçesinin adeta duvar oluşturarak yolunu gözlerden gizlediği çarşı içine sol yandan girdiniz. Ankara Caddesi. Kartal Merkez Camii’nin kıyısından başlayıp doğuya doğru uzanıyor yani Anadolu’ya. Zaten denizin görüntüsü de kesiliverdi. Sanki aniden bir kara kentine vardınız. Suyun kıpırtısı, o geniş ufuk, pervasız rüzgar kayboldu; ferahlık duygusu söndü. Hepsini topu topu iki yüz metre ötede bırakmamış mıydınız? Çok hızlı bir tekdüzelik, onun yarattığı durağanlık, yoğun şehir etkisi sardı etrafı. Gerçi İstanbul’un pek çok bölgesi böyle değil midir? Bir sokaktan diğerine aniden kişilik değiştirir. Metropolün şaşırtıcı değişkenliği burada da kendisini belli ediyor.

Hareketli bir yer. Eminönü Meydanı kadar olmasa da kalabalık. İnsanlar düzgün giyimli, ölçülü davranışlara sahip, görgülü, alçakgönüllü orta sınıf. Çoğu genç. Elini kolunu poşetlerle dolduran yok. Bakıp fiyat yokluyorlar, birkaç yere soruyorlar, karşılaştırıyor, abartmadan pazarlık ediyorlar. Giysi ve ayakkabı dükkanları hem kalite hem fiyat bakımından fena değil. Ev gereksinimleriyle mutfak eşyası satan iki üç büyücek mağaza var. Ancak ağırlığın elektronikçilerde olduğu fark ediliyor. Bir de üç adımda kendini gösteren bankalar. Neredeyse hepsinin şubesi mevcut. Yiyecek içecek yerleri sıradan. Öyle vitrininin önünde durduracak çapta pastane de göze çarpmıyor. Cadde genel olarak hoş doğrusu. Arnavut kaldırımlı, trafiğe kapalı. Kısaymış, hemen sonuna geldiniz. Dönüp biraz içerilere, paralelindeki genişçe caddeye sapıyorsunuz. Ortalık tenhalaştı. Araçlar geçiyor ama trafik sıkışıklığı yok. Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi karşınıza çıkıveriyor. Çarşı merkezinde olması dikkat çekici. Kadıköy Meydanındaki Haldun Taner Sahnesi gibi fakat daha küçük ölçekli. Yolun karşısında artık işlevi olmayan tren yolu, onun ardındaysa minibüs caddesi yer alıyor. Bakınıyorsunuz, elektronik eşya satışı yine yoğunlukta. Çiçekçi, kapsamlı bir şarküteri falan yok. Dostlara hediye bulunabilecekmiş gibi görünmüyor.

            Şu çok meydanlı ve çok merkezli İstanbul kentinde Kartal çarşısı ilçe meydanının büyüklüğüne, bölgenin nüfusuna, çevrede inşa edilmiş pek çok modern konuta oranla ufak kalıyor. Üstelik yakın zamanda gelişip çekici hale gelecekmiş gibi de görünmüyor. Bunda iki etken ön planda rol oynuyor sanırım. İlki metropolün doğu sınırına çok yakın olması (serhat şehirlerinin kendileri de çarşıları da her zaman alçakgönüllüdür), ikincisiyse adı Kadıköy – Kartal metrosu olmasına rağmen yeni yapılan raylı sistemin buraya erişmemesi hatta başka araçlarla bağlantısının bile olmaması. Yeterli donanımdaki iskeleye gelince: Seyrek sefer sayılı Yalova feribotu ile Büyükada, Heybeliada motor taşımacılığı dışında ıssız. Çarşının ulaşımı zor. Dolayısıyla sadece yanıbaşında oturanlarca kullanılıyor. Onlara gündelik gereksinimlerini karşılamak için yetiyor. Semt dışından geleni gideni yok. Talep artmayınca esnaf işini büyütmeye çalışmıyor, dükkanlar çeşitlenmiyor. İnsan düşünüyor; yerleşim açısından önemsenen, konut yatırımına öncelik verilen bir ilçenin merkezine neden ulaşım kolaylaştırılmaz? Olmadık sapa yerlere AVM yapılırken buraya neden düşünülmez? Hani ticaret önemliydi?


            İstanbul’u simli bir kumaş gibi düşünecek olursak Kartal çarşısı dokumanın sanki özellikle işlenmeden bırakılmış pırıltısız kısmına denk geliyor.

26 Kasım 2013 Salı

NİŞANTAŞI

Kırlık, geniş bir alan. Aralarda kendiliğinden bitivermiş tek tük meyve ağaçları var, dut veya incir olabilir. Issız değil de sessiz; kent ötede, yarım saatlik yürüme mesafesinde. Değişik doğrultularda açılmış patika yollar toprağın üzerinde incecik çizgiler halinde uzanıyorlar. Gün ağarırken çiğ tanelerinin ıslattığı bitkilerden hoş kokular yükseliyor. Herhangi bir aydınlık İstanbul sabahında kuşlar cıvıldaşıyor, tembel kaplumbağalarla meraklı fındık fareleri otların doğal örtüsüyle gizlenmiş, yiyecek arıyor. Orta yerdeki kocaman, uzun, ağır, üzeri pütür pütür taşın dibine kadar gidiyorlar. Derken uzaklardan nal sesleri duyuluyor, atlılar tozu dumana katarak yaklaşıyorlar. Ortamın küçük sakinleri oraya buraya kaçışarak meydanı insanlara bırakıyorlar. Gelenler saraylı erkanı. En baştaki kaftanlı, tuğralı olanı padişah. Aslında bahtsız bir adam: III. Selim. Amcasıyla amcaoğlu arasında hüküm sürüp öncesindeki çocukluk ve sonrasındaki orta yaşlılık yıllarını tutsak olarak geçirmiş, sonunda da boğdurulmuş. Diktirdiği nişan taşına etrafındaki kalabalığın tanıklığında ateş ederek gün boyu atış talimi yapmak için buraya geliyor. Öyle uzun kalıyor ki öğle ve ikindi namazlarını rahat kılabileceği bir mescid bile inşa ettiriyor. Zaman, on sekizinci yüzyılın sonları.

            Bir ‘alamet’in çevresinde gelişen semt: Nişantaşı. Abdülmecit’in bölgeyi iskana açma buyruğunu taşa yazdırması, mescidin Teşvikiye Camii haline gelmesi, Osmanlı hanedanının ikamet yeri olarak önce Dolmabahçe’ye sonra Yıldız’a taşınması, Pera’ya yakınlığı zenginlerin, yüksek düzeyli devlet memurlarının yerleşmek için tercih ettikleri yer olmasındaki başlıca etkenler. Patikalar düzenli caddelere dönüşmüş, modern, gösterişli apartmanlar inşa edilmiş. Artık on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındayız.

Şehirleşmeye başladığı andan itibaren ‘burjuva’; en temel özelliği bu. Karakterinde istikrar var. Maddi sıkıntıyı hiç tatmamış olanların mekanı. Özgüvenli. Sonradan görmeleri kabul etmiyor. Gerçek sakinlerinin eskiden olduğu gibi günümüzde de önemsedikleri yaşam kuralları var. Bir kere dışarıda yüksek sesle konuşulmaz. Yerlere asla çöp atılmaz, sokakta simit yenmez, çekirdek çıtlatılmaz. Taze, lezzetli hamur işleri satan dükkanlardan alınan kurabiyeler poşete değil, kesekağıdına konulur. Genellikle küçük ve giysili köpekler dolaştırılırken bir elde naylon torba vardır, kakalar geride bırakılmaz. Mutfak alışverişine pek çıkılmaz, siparişle getirtilir. Yıllanmış, kaliteli ayakkabı – çanta mağazalarına önceden telefon edilerek, tenha olup olmadığı öğrenilerek sabah saatlerinde uğranır. Beğenilen malların fiyatı sorulmaz, pazarlık yapılmaz. Marka giysiler gerçektir, çakmaya rastlanmaz. Resim galerisi sahipleri, antikacılar, pulcular, müzayedeciler buranın köklü, iyi kazanan, görgülü ticaret erbabıdır, karşılaşılınca selam verilmeden geçilmez.

Trafiği hemen her zaman durma noktasında, park yeri bulunmayan, buna rağmen yine de arabayla gidilen semttir. Kaldırımları düzgün ama dardır. Apartmanları eski de olsa bakımlıdır. İçlerindeki asansörlerin çoğu nedense çift kapılıdır. Meşhur hastanesi öylesine pahalıdır ki pek çok özel sigorta şirketi anlaşmalı kurum listesine dahil etmez. Lokantaları, kafeleri küçük ve şıktır. Nişantaşı’nda her şey, herkes şıktır zaten. Ne kadınların ne de erkeklerin elbiselerinde tek kırışık yoktur, lekelenmezler. Rüzgarda, yağmurda falan saçları bozulmaz. Ayakkabıları çamur olmaz, çorapları kaçmaz. Sıcakta hiç ter kokmazlar. Tersine, yerli kalabalığın arasında parfüm dükkanında dolaşılıyormuş gibi hissetmek mümkündür.

Mimarisiyle semte uyumlu, ışıltılı alışveriş merkezinin üst katındaki ‘mahalle’ lükstür. Sinema salonlarının koltukları diğer İstanbul sinemalarınınkilerden geniştir. Buranın camlarından görünen manzara semtin ana hatlarıyla, hatasız bir eskizini çizer: Bitişik nizam, beyaz, Fransız balkonlu binalar, örtülü perdeler, yeşilliksiz sokaklar, son model arabalar, güzel insanlar. Kozmopolit değil; kendisinden olmayana tümüyle kapalı. İstanbul’un geneline yabancı. Renksiz fakat zevkli.

Nişantaşı, aileden zengin mirasyediyle kaldırım mühendisini birbirinden ayırabilir. İlkine kucağını açar, ikincisini ne yapar eder kendisinden uzaklaştırır. Paraya bayılır ancak görgülü olması şartıyla. Sıradan kentlilereyse sadece dekor olarak katlanır.


İstanbul’un kendine has, kişiliği kemikleşmiş, esas parçalarından biridir.

24 Kasım 2013 Pazar

HEYBELİADA

Yüzölçümüyle nüfus yoğunluğu açısından iki numaralı Prens adası olarak kabul edilebilir ama yeşilliği, eski tapınakları, eğitimle, sağlıkla ilgili önemli ve ölü yapıları, barındırdığı azınlık vatandaşların çokluğu ile aslında Heybeliada ilk sıradadır. Her metinde yere düşmüş heybeye benzediği yazıyor. Bense nereden bakarsam bakayım denizin ortasına oturmuş çift hörgüçlü, başsız bir deve görüyorum.

            Meydan gibi bir rıhtım caddesi var; kısa, kalın. Bir ucunda Deniz Lisesi’nin askeri yasak alanı, diğer ucunda fayton durağı. Elbette ki Marmara’yı seyreden sıra sıra lokantaları, kafeleri dizili. Yüzü denize dönük, ufka bakan Atatürk heykelinin hemen yanından yükselerek uzanan genişçe sokağa sapıp ilerleyince ilk olarak Büyük Rum Kilisesi sonra da İstanbul’un en eski eczanesi ile karşılaşılıyor. Az daha tırmanınca pembe boyalı İnönü Evi Müzesi: Ahşap, güzel bir konak. Fakat yalnız o değil, buradaki binaların çoğu ahşap hem de yarısı kadarı bakımlı sayılır. Neredeyse tümünde yaşanıyor. Korkuluklarında yeni yıkanmış çamaşırlar, bahçelerinde köpekler... Bir kısmı bitişik nizam, çok hoş. Yokuş bitmeden sessizlik başlıyor, mega kent çabucak unutuluyor. Sadece kuş cıvıltıları, toprağın ve at tezeklerinin kokusuyla ağaçların gölgeleri var. Kızılçam koruluğuna geldik. Heybetli çamlar orman denecek sıklıkta değil, aralarından yürümeye izin veriyorlar. Adanın önemli bir kısmı yaz – kış yeşil kalan bu örtüyle kaplı. Keşke sadece ‘yangın tehlikesi’ diye yazmasa da bölgeye uygar ülkelerdekiler gibi belirli aralıklarla tabelalar konsa, nerede bulunulduğu, nereye doğru gidilirse hangi oluşumla karşılaşılacağı konusunda bilgi verilse.

            Plaj alanları hem temiz hem güzel. Meşhur Çam Limanı büyücek bir hilal şeklinde, gerçekten doğa harikası. Ona varmadan önce tanınabilir haldeki değirmenle Terk-i Dünya Manastırı’ndan bahsetmeden geçmemek gerek; özellikle ikincisinden. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında bir keşiş tarafından yapılıp 1894’deki büyük depremde tamamen yıkılmış. Kısa süre içerisinde yeniden inşa edilmiş. Kızılçamların arasında inziva için eşsiz bir mekan. Rıhtımdaki lokantaların biri de aynı ismi taşıyor. Doğrusu ilginç seçim.

            Büyük turu ve küçük (aşıklar) turuyla ziyaretçilerini mest ediyor. Dolunayda hem ana karadan hem de diğer adalardan seyrine doyum olmuyor. Bir de gün batımında. O iki büyücek tepesinin arasındaki oyuğa turuncunun tüm tonlarına bürünmüş gökyüzünden alçalan güneşin bir saklanışı var ki tüm sevgilileri birbirine kenetliyor, dostlukları pekiştiriyor, küskünleri barıştırıyor. Heybeliada’da uzun akşam yemeği sohbetlerinde pek memleket kurtarılmıyor. Memleketin halihazırda kurtulmuş olduğu yanılsaması yaşanıyor. Öylesine romantik, öylesine huzurlu.
   
            Fakat acı gerçek: Biri taammüden öldürülmüş diğeri ise kafa travması sonrası yoğun bakımda bilinçsizce yatan, uyanıp uyanmayacağı belli olmayan iki yapısı var: İlki 1924’de kurulmuş olan sanatoryum (Göğüs Hastalıkları Hastanesi), diğeri Ruhban okulu. Yakın zamana kadar vapurdan inen doktorlar faytonlarla işlerine gider, Heybeli’nin temiz havası tüberküloz hastalarına yaşam sevinci verir, iyileşme ümidi yaratırdı. Daha eski yıllardaysa dünyanın her yerinden ama özellikle Yunanistan ve ülkemizden Rum Ortodoks dininin mensupları burada din adamı olmak üzere eğitilirlerdi. Denize çıkan daracık sokaklarını adımlayan çok kültürlü halkı, yerli – yabancı turistleri, izinli hastalarıyla yakınları, hekimleri, rahipleri, askeri okul öğrencileri şeklindeki eşsiz karma insan zenginliğini, o yarısından fazlası kaybolmuş güzelliğini hayalinizde canlandırabiliyorsunuz değil mi?

            Heybeliada, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde sözü geçen yerlerden. Hüseyin Rahmi Gürpınar burada oturmuş. İsmet İnönü pırıl pırıl sularına çivileme atlamış. Yesari Asım Aksoy, ‘Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık’ şarkısını burası için bestelemiş. Kısacası küçük olmasına rağmen meşhur. Bugün için Kızılçamları henüz yanmadı, tapınakları ayakta, eski konakları bakımlı yani geçmişten günümüze doğanın ve üzerinde barınanların ona bahşettiği kimliğin esasları ana hatlarıyla korunuyor. Yine de eksilmiş, eksiltilmiş, sığlaştırılmaya çalışılmış. Epeyce darbe almış. İstanbul’daki pek çok başka rengarenk mekanla aynı kaderi paylaşmakta; tepesine vurulmuş, sinmiş.


            Gövdesi yaralı, ruhu yorgun ama Marmara’nın üzerinde ışık saçmaya devam ediyor.  

22 Kasım 2013 Cuma

BAĞDAT CADDESİ

Kızıltoprak’tan Bostancı’ya… Bugünün Bağdat Caddesi ya da sadece ‘cadde’ burası işte. Yeniyetmesinden ruhu otuz ikilik yetmiş yedi yaşındakine kadar tüm kadın ve erkeklerin piyasa yaptığı yer. Her iki cinsin toplu gösteri merkezi. Markaların defile alanı. İstanbul’un en pahalı dükkanlarının, en iddialı lokantalarıyla kafelerinin bulunduğu, en meşhur doktor ve diş hekimlerinin muayenehane açtığı Kadıköy parçası. Öykünmeciliğe pek yüz vermeyen Anadolu yakasında ‘mış gibi’ yapmanın doğal sayıldığı, müdavimlerinin asla kendileri gibi davranmayıp bunu ayıp addettikleri mekan. İstanbul’un Türkiye genelini temsil etmeyen, batılı ölçülerde burjuva olmaya var gücüyle uğraşıp ucundan kaçıran bölgesi.

             Avrupalı Nişantaşı’na boğazın doğu tarafındaki alternatif diye düşünenler çok. Ancak burası bir semt değil, öncelikli olarak ‘yol’. Dolayısıyla tarihi köklü denir ya; öyle işte. Bizans devrinde ticaret kervanları bir de fetih peşindeki büyük ordular tarafından kullanılmış. IV. Murat döneminde Bağdat’ı geri almak için yapılan sefere çıkan Osmanlı askerlerinin kat ettiği güzergah olmuş. Dönüşte, zafer sevinciyle şimdiki adını almış. Daha uzunmuş elbette; Üsküdar’dan çıkıp Kuşdili çayırından geçer, Bostancı’ya ulaşır, Pendik’te bitermiş. II. Abdülhamit’in hükümdarlığı sırasında ise sarayla bağlantılı zenginlerin köşkleriyle konaklarına ev sahipliği yaparak nezih bir meskun muhit olma yolunda yavaş yavaş ilerlemeye başlamış. Günümüzdeki popüler kısmı ortadaki dokuz kilometresi; geçmişten o kadar farklılık kaçınılmaz.

            İyice tanındığı on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki masalsı haline bir bakalım: Arnavut kaldırımlı şık zemininde tıngır mıngır ilerleyen faytonlarla gerçek burjuva konutlarına ulaşılan, gül kokulu dar sokaklarının yokuş aşağı denize inip yalılarla buluştuğu güzel, bakımlı, uzun bir cadde. Yirminci yüzyılın ilk yarısında yani arabalar ortaya çıkıp yaygınlaşmaya başlayınca parke taşları sökülüyor, asfaltlanıyor. Tam ortasından tramvay geçiyor. Süslü at arabaları tümüyle bitmiyor, belli bekleme noktalarında duruyorlar. Yürüyerek değil de daha rahat bir şekilde piyasa yapmak isteyenleri aşağı yukarı dolaştırıyorlar. Ahşap köşklerin bazıları yanıyor, bazıları yıkılıyor, yerlerine az katlı apartmanlar yapılıyor. Beyoğlu’na benzer bir alışveriş tarzına uygun dükkanlar açılmaya, lokantalar, pastaneler boy göstermeye başlıyor. Trafiği iki yönlü; üzerinden doğuya da batıya da gitmek mümkün. Ağırbaşlı, temiz, zor beğenir, okumuş yazmış, aileden zengin, görgülü ama biraz şımarık bir kişiliğe bürünüyor.

            Bugün için iki ucu, Kızıltoprakla Bostancı kısmen alçakgönüllü, ortası yani Caddebostan ve çevresi şişkin egodan, gösteriş tutkusundan muzdarip denilebilir. Öğrenimini tamamlamamış gençler birbirlerine bazı çalışanların aylık maaşını aşan marka giysilerle hava atarken kahkahalar etrafta uçuşmakta. Hepsi yurtdışı deneyimlerinden, gidip de dönmeme hayallerinden bahsetmekte; anne babaları gönderecek. Ama ne üretecekleri konusunda pek fikirleri yok. Orta yaşlılar çok şık, çok bakımlı. Kadınların yüzde elliden fazlası plastik cerrahinin acılı fakat aynaları gülümseten dünyasını deneyimlemiş. Erkekler vücut geliştirmenin üst sınırında, pazıları patlamak üzere. Arada sırada ünlüler göze çarpıyor; ünsüzlerden sakınmadan yan yana gezip oturuyorlar. Çünkü burada herkes kendisini ‘en’ önemli sayıyor, onlara aldıran yok. Paparazziler de caddeye öyle fazla rağbet etmiyorlar. Konuşmalara kulak verilecek olursa üç yüzü aşan kelime hazinesini yakalamak nadiren mümkün. Otun tozun bol bulunduğu söylentisi hakim, tabii el altından. Buranın pahacı mağazalarında çalışan tezgahtarlar, çoğunluğu işyeri olan apartmanların kapı görevlileriyle çocukları, mütevazı semtlerden gelen sekreterler, garsonlar, temizlik işçileri kendilerini hülyalı havaya uydurmaya çalışıyorlar. Herkes birden herhangi bir değerin değil paranın, sadece paranın geçerliliğini dayattığı bu yolda ileri geri salınıp duruyor. O kadar ki, hafta sonları tuttukları takımı destekleyenler stada topluca yürümek isterlerse veya adı sanı belirsiz bir koşu ya da bisiklet yarışı falan yapılacaksa (daha geniş, uzun, rahat, şehrin olağan yaşantısını kesintiye uğratmayacak başka cadde yokmuşçasına) önceden cılız bir duyuru ile araç geçişi aniden kesilebiliyor da kimseler ağzını bile açmıyor. Hepimiz anadan doğma sportmeniz ne de olsa! Zaten gece on ikiden sonra da burada değil miyiz? Daha BMWlerimizle yarışacağız, sabaha çok var. Yeter ki eğlence bitmesin, bir gün daha rüya gibi aksın, silinip kaybolsun; hiç uyanmayalım.

            Ortasından tramvayı, altından metrosu geçseydi, trafiği son yıllardaki gibi tek yönlü değil de hem doğuya hem batıya aksaydı, birkaç eski köşkü, konağı geniş bahçelerindeki meyve ağaçlarıyla birlikte korunup restore edilebilse, müzeleştirilebilseydi, deniz tarafındaki incecik sokakları sahil yolu denilen dolgu asfalt yerine doğrudan parklaşmış yaya ve bisiklet parkurlarıyla yalılara inebilseydi yine zenginliğini korur, sürdürürdü de bu kadar kimliksizliği, narsizmi, boş vericiliği barındırır mıydı acaba?

            Cadde, yarattığı ışıltılı refah yanılsamasıyla çok çekici. Ama İstanbul’da dolu dolu var olan geçmişin üzerine şimdiyi inşa edememenin tipik kurbanlarından.

19 Kasım 2013 Salı

MISIR ÇARŞISI

İstanbul’un iki kokusu var: Yosunla karışık iyot bir de baharat. İşte o genzi yakan, karmaşıklığı nedeniyle tam adlandırılamayan, geçmişten gizemli öyküler çağrıştıran, şu koca şehrin batıya doğru uzanırken doğuyla kopmayan göbek bağını duyumsatan baharat kokusunun ana merkezi Mısır Çarşısı. İkinci en eski kapalı çarşı. Hatta belki de ilk. Çünkü Bizans döneminde de aynı yerde çarşı olduğu rivayet edilmekte.

            Bugünkü yüksek tavanlı, L şeklinde, altı kapılı esas yapısı, hemen yanındaki Yeni Cami ile ilişkili. Onun külliyesinin bir kısmıymış. On yedinci yüzyılda Kahire’den alınan vergilerle inşa edilmiş, adı da buradan geliyor. Tahrip edici yangınlar atlatmış, şimdiki şeklini 1940’daki restorasyonla kazanmış. İlk zamanlarında her çeşit yapma ilacın küçük hokkalarla satıldığı merkez. Buradaki eczacılar tüm diğer yerlerdekilerden daha bilgiliymiş. Müşterilerinin yüzlerinde ümidin aydınlattığı gülümseme…

            Bugün esas olarak turistik bir mekan. Ama bu, yaşamın içinde olmadığı, insanlarının sadece yabancı ülkelerin gezginlerine bir şeyler sattığı anlamına gelmiyor. Aktarlarında yok yok. Şifalı ot namına kim ne arıyorsa buraya akın ediyor. Sabunları onlarca çeşit. Kurutulmuş sebzelerin dükkan tepelerinden desenli perdeler gibi sarktığı, küçüklü büyüklü nargilelerin raflara sıra sıra dizildiği, kuruyemişlerin, lokumların, şekerlemelerin tezgahlarda renk cümbüşüyle sergilendiği, çoğu bembeyaz güzelim el işi iğne oyalarının, dantellerin çeyizlere konmak için beklediği, altınların vitrinlerde ışıldadığı kalabalık bir çarşı burası. Gürültülü ama özelliği öyle; rahatsız etmiyor. Tersine içeriye adım atar atmaz kulaklar yüksek, alçak, kalın, ince her türlü sesi, binbir çeşit lisanı duymak istiyor. Hafta sonları itiş kakış; pazarlıksız alışveriş olanaksız. Ön planda koku olmak üzere tüm duyuları harekete geçiren, sonsuz bir ‘şimdiki zaman’ algısıyla etkileyiciliğini doruğa taşıyan orijinal bir Ortadoğu pazarı.
   
Beyazıt meydanından, Çemberlitaş’tan, Gülhane’den Eminönü’ne doğru yokuş aşağı tutturup inen yayaların bazıları burasını tüp geçit olarak kullanıyor. Fena fikir değil; günlük hayatın karmaşasında nefes nefese koşuştururken kısmen yavaşlayıp kubbeli, yankılı, rengarenk, keskin ve hoş kokulu, loş, uzun bir tünelde insan selinin akışına kapılıp sürüklenmek zihni dinlendirebilir. Ya da bu yolla kısa süreliğine de olsa boyut değiştirerek deniz kıyısına taze fikirlerle ulaşılabilir.

            Yerleşik çalışanları tıpkı Kapalı Çarşı esnafı gibi yani çoğunluğu dededen toruna tüccar. Tarihi yarımada kimliğine sahipler; giyim, kuşam ve yaşantıda tutucu, ticarette serbestlikten yana. Günden geceye ayaktalar. Hiç yorulmuyorlar, dükkanlarından asla uzaklaşmıyorlar, kalabalık da olsa müşterileriyle tek tek ilgileniyorlar. Hepsi işini seviyor, belli. Neredeyse eski lonca geleneğinin son temsilcileri gibiler. Belki de hala sabahları kepenkler açılıp henüz siftah yapılmadan önce ikinci kattaki parmaklıklı balkondan (ezan köşkünden) ‘hayırlı işler’ dileniyordur.

            Mısır Çarşısı aslına uygun kullanımı değiştirilmemiş bir mekan; şanslı. Bunun nedeni iyi kazandırması, turistleri cezbetmesi, Osmanlı mirası olması falan diye düşünülebilir fakat bence çok daha derinlerde yatan başka bir sebep var. En eski duyuya, beynin en ilkel ilk katmanına hitap ediyor: Kokuya. Herhangi bir girişine varmadan önce kendine has, harman şeklindeki yoğun baharat kokusu kişinin burun deliklerine ulaşıyor, onu kendisine çekiyor. Bilinçaltının bilinmezlerine yerleşen bu duyusal imge ile ileri derecede bir tanışıklığı sağlıyor. Tanış olmak, tehlikesiz olmak anlamında. Daha ilerisi: Güvenilir, zarar vermez, rahatlık yaratır, huzur getirir… Endorfin salgılatıyor, kendisini bu yolla sevdiriyor. Canlı organizma gibi; hormonları harekete geçiriyor. Kokusuyla başı sonu belirsiz, kaotik metropolde mutluluk ümidi yaratıyor. İçinden bir kez geçen ister sıradan kentli olsun ister üst düzey yönetici, onun varlığını sürdürmesi için elinden geleni yapmaya programlanıyor.

              Burası İstanbul’un karabiberi, tarçını, ıhlamuru; esas çekim alanlarından biri.

16 Kasım 2013 Cumartesi

KADIKÖY MEYDANI

İlk bilinen adı Kalkedonya (Körlerin Ülkesi) olan Kadıköy’ün ‘agora’sından bahsetmek istiyorum. Bir ucunda Karaköy – Eminönü, diğer ucunda Beşiktaş ve deniz otobüsü iskeleleri, ortasında Atatürk heykeli, yol kenarında Haldun Taner sahnesi olan mekandan değil; orası çekirdek. Gerçek meydan, gerinen bir kedi gibi uzanmış kollarıyla çarşı içine giriyor, Bahariye’ye kadar çıkıyor, Rıhtım caddesinin ardında otellerin, eski ahşap evlerin arasındaki dar sokaklara dalıyor, hafifçe Haydarpaşa’ya doğru ilerliyor. Tam anlamıyla bir toplanma yeri. Bu açıdan Taksim’den bile ileride.

            Geçmişi pek bilinmeyen bir alan burası. Ama sanki ruhu var; ‘Kadıköylü’ denilenlerin kimliğini içselleştirmiş. Pek çok başka kent parçası, yüklü tarihleri ile orada yaşayanlara kişilik kazandırırken burada olay tam tersi. Onu anlamak için önce Kadıköy’ün yerleşik insanlarını biraz tanımak lazım.

            İstanbul’un Anadoluluları sayılmalarına rağmen taşralı özelliği taşımazlar. Yani kökenleri ne olursa olsun duygusal anlamda büyük şehrin yerlisidirler. Bu nedenle içe çekilme, hemşerilik veya akrabalık ilişkilerine sıkı sıkı sarılıp çevreyi dışlama, tek başına hareket edememe gibi kısıtlayıcı özellikleri yoktur. Özgüvenlidirler. Hem yakınlarıyla hem de az tanıdıkları kişilerle dengeli ilişkiler kurarlar. Oturdukları yeri benimsemişlerdir. Semtlerini sahiplenirler ve sokaklarının çöpünden başıboş hayvanlarına, uygunsuz kentsel dönüşüm planlarından ulaşım altyapısına kadar her şeyiyle ilgilenirler. İstanbul’un en çok okuyan, tiyatro ve konsere giden sakinleridir. Zengini çoktur fakat sonradan görmesi azdır. Okuyup yazarak, çalışıp çabalayarak ortalamanın üzerinde gelir elde edenlerin önemli bir kısmı Kadıköy’de oturur. Bu nedenle eğitime önem verir, tembelleri sevmezler. Çoğu sözünün eridir. Farklılıklara karşı hoşgörü sahibi ama kuralsızlığa ödün vermeyen kentlilerdir. Avrupalı İstanbul’da sıklıkla gözlemlendiği gibi öykünmeci ya da boş verici değildirler. Bu koca metropolü kısmen uygar kılan esas kitle Kadıköylülerdir demek pek de abartılı olmaz sanırım.

            İşte meydan böyle özellikler taşır. Vapurdan inip betonuna ayak basıldığı andan itibaren baskın insani özelliklerini hissettirir. Barışçı bir kimliktir ortaya serilen; cıvıl cıvıl, hayat dolu, hareketli. Yerine göre şakacı, yerine göre ciddi. Dürüst, göründüğü gibi, ufku açık. Hızla işine koşuşturanlar, alışveriş yapanlar, çarşı lokantalarında yemek yiyenler, parklarda dinlenenler, sahaflarda kitap arayanlar, sinema salonlarında film izleyenler bu yaşayanlardan gelip yine yaşayanlara dönen dinginliği fark ederler. Sonuçta burası çok güçlü bir toplanma alanı olup çıkar.

Herkesin içinde yer almak istediği, başkalarıyla uyumu sergileyebileceğini ümit ettiği mekandır. Özellikle sosyal adalete inananların toplantı yeridir. Bir milyon kişiyi ağırlayabilecek kadar geniştir; Gazdan Adam Festivali’nde görüldü. İstanbul için özellikle Taksim ve çevresinde şekillenen toplumsal beklentilerin benimsenip içselleştirildiği, bir adım öteye taşınıp mutlu gelecek hayallerinin beslendiği merkezdir. Değişik ilçelerden gelenleri harmanlayıp kendi insanlarıyla tanışmalarını, kaynaşmalarını sağlar. Herkese kucak açar çünkü büyüktür, çok büyük, çok candan, manzarası muhteşem, sokakları sevimli, yiyecek içeceği bol ve bonkördür.

Coşku yarattığı, mıknatısı andırdığı için elbette ki herkesin dikkatini çekmekte. Eleştiri kültürü gelişmemiş olanlarca bozulması için gayret gösterilmeye başlandı bile. Haydarpaşa’nın özelleştirilmesi projesi içerisinde şu bir tanecik tam anlamıyla agoramızın da ‘fuar ve panayır alanı’ yapılması planlanmış. Atatürk heykeli kaldırılıp dönme dolap falan yerleştirilecek. Bu tip dönüşümlerde kondurulması kaçınılmaz alışveriş merkezi elbette inşa edilecek. En önemlisi birçok küçük parçaya bölünecek. Böylece kalabalık biber gazına, tazyikli suya gerek kalmadan dağıtılacak.

Meydan elden giderse Kadıköy ruhunu kaybeder, İstanbul ise ciddi anlamda sakatlanır diye düşünüyorum.

14 Kasım 2013 Perşembe

İSTİKLAL CADDESİ

Türkiye’nin en ünlü caddesi hangisidir diye sorulsa yüz kişiden doksan beşinin söyleyeceği isim İstiklal Caddesi olur sanırım. Pera’nın yani ‘karşı yaka’nın uzun, ince çizgisi. Ülkemizin tartışmasız en kozmopolit yeri. Günde üç milyona varan insanı barındıran ya da daha doğru bir deyimle içinden geçiren mekan.

            Bizans döneminde bahçelerin, seyrek bağ evlerinin çevrelediği bir patikadan öteye gitmiyordu. Osmanlı zamanında ise gayrimüslimlere tanınan imtiyazlarla Galata’dan taşan zengin tüccarların işyeri olarak gelişmeye başladı. İnşa edilen elçiliklerle, kiliselerle birlikte önemi günden güne arttı; İstanbul’un Avrupalı yüzü haline geldi. On dokuzuncu yüzyılda ihtişamı doruk noktasına çıktı.

            Gerçek ününü Tanzimat’a bağlayanlar çok. Burası, kafasındaki fesle Batılı olmaya öykünen Osmanlı erkeklerinin Frenk usulü yaşamı tatmaya çalıştıkları Cadde-i Kebir. Fransızlardan sonra Rusların yoğunlukla göç edip alışkanlıklarını taşıdıkları, dükkan açtıkları asıl merkez. Müslüman kadınların Üsküdar’dan başka, uçuşan uzun etekleri ve peçeleriyle piyasa yaptıkları yegane yer.

            Cumhuriyetin ilk elli yılına cadde açısından bocalama devri demek doğru olabilir. O topyekun yerleşik Latin kimliğini yitirip Türkleşiyor ancak eski güzel yapıları, zevkli pastaneleri, renkliliğine büyük katkıda bulunan insan dokusundan özellikle Rum ve Yahudi esnafı korunamıyor; hoyratça oraya buraya savruluyor. Bir kırkayağın incecik bacakları benzeri sağlı sollu uzanan dar sokakları, toplumdışı işler yapan kişilerin barınağı haline geliveriyor. Sıradan insanlar İstiklal’de yürümeye korkuyor. Fakat bu ürkütücü durumu çabuk atlatıyor. Trafikten arınıp binaları restore edilince yavaş yavaş toparlanıyor. Tekrar güven kazandırıp kalabalıkları kendisine çekmeyi başarıyor.

            Galiba ‘yol’ olduğu için geçmişinden bu kadar uzun bahsettirdi; asıl bugün yarattığı izlenime değinmek gerek. Onun için alışveriş, finans, yeme içme, eğlence ve kültür merkezi denmeli. Kısacası kent yaşantısının merkezi. En ucuzundan en pahalısına giyim mağazaları, ayakkabıcılar, bankalar, büfeler, kafeler, tatlıcılar, lokantalar, barlar, kulüpler, meyhaneler, sinemalar, tiyatrolar, sergi salonları, kitapçılarla dolu. Taşlarının üzerinde yürümemiş İstanbullu, nostaljik tramvayının fotoğrafını çekmemiş turist yok gibi. Bazıları çok amatör bazılarıysa değme konser salonunda resitale çıkanlardan daha profesyonel sokak çalgıcıları on adım arayla her türlü müziği seslendiriyorlar. Biraz karışıklık oluyorsa bile pek önem taşımıyor çünkü İstiklal’in özelliği bu. Tüm protestocular burada, çoğunluğu Galatasaray Lisesi’nin önünde. Her gün ama en çok Cumartesi ve Pazar günleri Tünel’den çıkılıp Taksim’e doğru ilerlenmeye başlandığında hıncahınç bir kalabalığın arasına karışılıyor. Fırsat bulunup başlar yukarıya doğru kaldırıldığında ise o güzelim cumbaları beyaza boyalı, eski fakat bakımlı, bitişik nizam, fazla yüksek olmayan, alttan ikinci katları arada sırada çiçeklerle bezeli, çeşit çeşit balkonlu apartmanları görülebiliyor. Caddenin ortasından, tramvay hattından yürümek en iyisi, en kolayı. Nasılsa kırmızı tramvayımız çok yavaş, sıklıkla çın çın öterek nerede olduğunu belli ediyor, altında ezilmek imkansıza yakın. Ancak bazen rayların yol olabileceğini, kendilerinin de her yerden geçebileceklerini çevreye duyurma ihtiyacındaki polis arabalarına rastlanabiliyor. İşte onlara dikkat etmek gerek. Bir de gün ortasında dolaşan çöp kamyonlarına. Yayaların arasına dalan kaplumbağa hızlı, gürültülü belediye süpürgesi sadece can sıkıyor. Trafiğe kapalı caddede ‘kurallar delinmek için konulur’ Türk anlayışı uyarınca hafif bir araç yoğunluğu mevcut elbette.

            Gezi Parkı direnişi sırasında İstiklal Caddesi’ne çok iş düştü. Öncelikle direnişçileri çağırdı; ara sokaklarına kaçmalarını, kepenklerinin ardına sığınmalarını, seyyar tezgahlarından gaz maskesi bulup kısmen korunabilmelerini sağladı. Sonra istemeden de olsa polisleri kabul etti. Postalların ve özellikle tomaların, akreplerin altında ezildi. Bu arada gaz kapsüllerini yuvarlayıp kenarlara itti, birikintiler oluşturan kırmızı suları çabucak buharlaştırıp üzerinden atmaya çalıştı. Nefes alıp vermeye benzeyen toparlanıp dağılma hareketinin merkezinde yer aldı. Haksızlıklara başkaldırı açısından on yıllardır çoğalttığı deneyimi ve hoşgörüsüyle Gezi’nin o güçlü meydan okumasını (bence) kucakladı.

            Şimdi geçmişinde olduğu ve hep olması gerektiği gibi sivillerle güvenlik güçleri karşılaştıklarında üniformalılar adımlarını yavaşlatıyor, öncelikli geçişi her milletten yayalar alıyor. Devingen, sağlıklı yaşam, asık suratlı kimliksizleştirme girişimini yendi; İstiklal caddesinin özü yani ticaretle eğlence ise tüm hızıyla devam ediyor.                

12 Kasım 2013 Salı

FENERBAHÇE ADASI

Mekan portrelerine kıyılardan devam edecek olursam satışı gündeme gelmeyen tek bir yer bulamayacağım korkusu içimi sarmaya başladı. İşte Araf’ta bekleyen biri daha!

            Eskiden burun denirdi, topraktan incecik bir uzantıyla ana karaya bağlanırdı; yaklaşık yirmi beş yıldır ada. Kadıköy’ün en çıkıntılı parçası. Tarihi yarımadadan, sur içinden bakıldığında başını uzatmış etrafı kolaçan eden yaramaz, sevimli bir çocuğa benziyor.

Bizans döneminde, Osmanlı zamanında saraylıların konaklarına ev sahipliği yapmış. Ahşap yapılar tıpkı pek çok başka İstanbul köşesinde olduğu gibi yanarak kaybolmuşlar. Atatürk’e yazlık konut yeri olarak teklif edildiğinde ise: “Burası tek kişi için fazla, daha çok insan yararlanmalı. Halka açık alan olarak kalsın,” yüce gönüllülüğüyle karşılaşmış. Ata için Florya köşküne bundan sonra karar verilmiş.

            Marinalardan ayrı düşünülmesi mümkün değil. Fenerbahçe ve Kalamış yat limanları yapılırken akıntının sağlanması, demirleyen tekneleri çevreleyen suyun temiz kalabilmesi için adalaştırılmış. Girişine uzanan kaldırımlı, hafif bombeli, zarif köprüsü ile hem yayaları hem araçları kabul ediyor. Ancak taşıtların içerilerde dolaşmaları yasak, onlar hemen soldaki otoparkta beklemek zorundalar. Şehrin göbeğinde egzoz kokusundan, motor ve korna gürültüsünden tümüyle arınmış saklı bir cennet.

            Spor tesislerine ek olarak en önemli varlığı parkı. Burası Turing’in eseri; rahmetli Çelik Gülersoy’un klasiği. Yüzyıllık ağaçları bakımsız, arazisi toz toprak, her yanını çalılar bürümüş sıradan bir mekan iken, 1990 yılında, yedi ay gibi kısa bir sürede Anadolu yakasının en göz alıcı parkı halinde düzenlenivermiş. Yüzden fazla yeni ağaç dikilip korulaştırılmış. Yürüyüş yolları, geniş çimenlik alanları, yeşile basıp dolaşmayı engellemeyen çiçekleri, gövdelerinin altındaki levhalarda anıt oldukları ve yaşları yazan geçmişin tanığı ağaçları, birbirinden güzel beş kafesi ile herkesi etkilemeyi başarıyor.

            Hani bizde çoğu parkın açılış ve kapanış saati vardır ya, adada yok. İsteyen sabahın köründe gelip parkurlarında hızlı adım on tur atıyor, isteyen hava karardıktan sonra en ucundaki setlere oturup yıldızların ışığında Marmara’yı seyrediyor. Kimsenin kimseye bir şey dediği duyulmamış. Sataşmaya, çirkin bakışlara rastlanmıyor. Hatta yürüyüş yapanlar karşı karşıya geldiklerinde uygar dünyanın diğer insanlarıyla aynı şekilde, belli belirsiz selamlaşıyorlar.

Üzerine basılma özgürlüğü kısıtlanmamış bakımlı yeşil örtüsü esas olarak çocuklara, kedilere bir de kargalara ait. Otoparkı geçip taşlı yolunda biraz ilerleyerek sola, denize doğru dönülünce Prens adaları birbirlerine çok yakın, ardı ardına yerleşmiş de birinden diğerine atlayıvermek mümkünmüş gibi görünüyor. İşte o kısımdaki tahta masa ve sıralar hafta sonu kahvaltıları, akşamüzeri çay sohbetleri için ideal. Bakınarak dolaşırken İstanbul’un Marmara mavisi çevresindeki yumuşak hatlarının genel bir eskizini belleğe çizivermek neredeyse her ziyaretçinin zevki.

İsmi ile yüzde yüz uyumlu bir mekan: ‘Fenerbahçesi’. Osmanlı döneminden önce Tanrıça Hera’ya adanmış bir tapınakla kayalıklara kondurulmuş ateş kulesine sahipmiş. Adını aldığı fener, ilk kez Kanuni Sultan Süleyman zamanında düzgün şekilde inşa edilmiş ve günümüze değin iç denizin gece karanlığında seyreden gemiler, balıkçı motorları hep onun ışığını arar olmuşlar.

Lodos yoksa çevresi yelkenli dolu. Yazın kayalarının üzerinden suya atlayanlar epeyce. Bazı kafelerinde kısık sesle klasik müzik çalınıyor. Kısacası keyifli. Gürültüsüz ama kulağı besleyen sesten arınmış değil. Sakin olmasına rağmen sıkıcı bir hareketsizliği hiç yok. Koca metropolün karmaşasından hızlıca uzaklaşıp nefes alabilmek için yaratılmış. Duyarlı insanlar tarafından tüm kentliler için hazırlanmış. Konukları da değerini biliyor, hoyratça kullanmıyor, özenle bakıyor.

Kentin yüz akı Fenerbahçe adası öylesine etkileyici ki rant peşindekilerin fazlaca iştahını kabartmış. Bu yılın Mayıs ayında resmi gazetede hakkında yayımlanmış tehlikeli bir karar var. Kalamış yat limanı ile birlikte özelleştirilecek! Yine kimlere otel, kimlere alışveriş merkezi olarak dönüştürülmesi planlanıyor acaba?
    
İstanbullular, Atatürk’ün kendilerine tüm içtenliğiyle layık gördüğü bu eşsiz toprak parçasına Gezi parkı kadar sahip çıkabileceklerler mi?