ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

PERU (LİMA - dönmeden önce)

La Paz'dan bindiğimiz uçak bizi tekrar maceraya başladığımız yere, Lima'ya getirdi. İnanamıyorum ama bir kez daha deniz seviyesindeyiz.

Önce Cuzco'da bizden ayrılan arkadaşımızla buluşuyoruz. O da zevkli zamanlar geçirmiş. Öyle otel odasında oturup dönelim diye beklememiş, Lima'yı karış karış dolaşmış. Her caddeyi, önemli meydanı, müzeleri, bar ve kumarhaneleri öğrenmiş. Keyfi yerinde görünüyordu; tebrik ettik.

Bu seferki yerel rehberimiz melez bir kadın. Tipi ne yazık ki gözlerimin önünden silinmiş, tarif edemeyeceğim. Bizi Lima'nın içinde yer alan piramite götürecek. Daha İstanbul uçağının kalkmasına yedi saat var; gezmezsek olmayacak.

Piramit değil de labirent burası. İnkaların deniz kenarında İspanyolları karşılamalarının ardından katledildikleri en önemli kent merkezi. Tarım alanlarında bahçe işleriyle uğraşırmış gibi görünen gerçek boyuttaki figürler, heykel. Duvarlarının bir kısmında insan kemiklerinin kullanıldığı iddia ediliyor. Restorasyonu henüz tamamlanmamış topraktan tuğla bloklara değil oturmak, dayanmak bile yasak. Hemen görevliler tarafından uyarılıyorsunuz.

Onca insandan uzak bölgede dolaştıktan sonra etrafı yüksek binalarla çevrilmiş bu antik yerleşim yeri beni pek sarmadı, ne yalan söyleyeyim.

Melez kadın rehberimiz öğle yemeği için fare kızartması denemeyi isteyip istemediğimizi soruyor; çok iyi yapan bir yer biliyormuş. Teşekkür ediyoruz. Biz kendi imkanlarımızla idare ederiz.

Okyanus kıyısındaki güzel parkımıza geliyoruz. Aşk bu kadar yüceltilebilir! Sevişen kadın - erkek heykelinin önünde cilveleşen genç Peru'lu çift gerçekten içimi ümitle doldurdu. Gülümsedim, yaşadığım sürece sürprizlerin var olabileceğini düşündüm, uzaklara dalmışlarken sezdirmeden resimlerini çektim. Umarım bana duyumsattıklarını unutmam.

Okyanusu seyrederek deniz ürünleri ve patates kızartması yiyip bira içtik. Çok keyifliydi.

Hala vaktimiz bol. Bugün Pazar olduğu için Lima'da açık pazar varmış. Rehberimiz bizi oraya götürüp bırakıyor. Amerikan pasaportlu genç arkadaşımız önce ananasları görüyor ve dilimletip, torbaya doldurtup alıyor. Çok susamıştım, iyi akıl etti. Ne lezzetli!

Dolaşmaya başlıyoruz. Hediyelik eşya tezgahlarının yanında resim sergileri açılmış. Arkadaşım resme meraklı, kendisi de yapıyor. Yerel orkestra elemanlarından oluşan güzel suluboya tablolar seçiyor. Bana da ısrar ediyor: 'Bak, o halıyı söyleyip duruyorsun, alamadın, benzer bir şey götürmezsen pişman olacaksın!'

İkinci dükkana girdiğimizde gözüm sağ üst köşede duran resme takılıveriyor. Üç şapkalı köylü kadın, yüzleri görünmüyor; mısır topluyorlar. Hakim renk, koyu sarı. Arkadaki And dağları bile öyle. Başları bulutlu. Demetlerin her ayrıntısı nasıl da incecik işlenmiş! Yağlıboya bir tablo. Satıcıya soruyorum: Sergilenmiş eser olduğunu, satılmadığı ve sanatçısı parasız kaldığı için eline ulaştığını söylüyor. Biraz duraksamayla pazarlık sonrası alıyorum. Adını bilmediğim Peru'lu ressamın ekspresyonist yaratısı artık duvarımda asılı.

Peru ve Bolivya maceramız böyle sonuçlandı. Peru'da daha çok geçmişte, İnka döneminde dolaştık. Bolivya'da ise genellikle bugündeydik. Belirsizliği, gücü ve şaşırtıcılığıyla insana kibirlenmemeyi telkin eden doğayla tanıştık. İki ülke birbirini tamamladı. Tek tek gezseydik belki de böyle etkileyici olmayacaktı, kimbilir? İstanbul'a dönerken aklım öyle karışıktı ki gördüklerimden dişe dokunur bir anı kalacak mı diye endişe ediyordum. Fakat aradan zaman geçip izlenimler belleğimde kendilerine uygun bölgelere yerleştiklerinde yaşadıklarımın çok zengin deneyimler kazandırdığını fark ettim.

Pislik içinde eve vardığımda: 'Çok gezen mi çok okuyan mı daha iyi bilir?' diye soran bir deyişi anımsadım. Bence her ikisi de. Ya da hiçbiri. Deha sahibi olanlar, sadece odalarının alacakaranlığında oturup yaşamın kendilerine gelmesini bekleyerek yaratabilirler. Ama benim gibi sıradan insanlar, ikisinden de yararlanmasını bilmeli diye düşünüyorum. Dünya çok renkli. Önyargısızca bakıldığında cömertçe öğretiyor.

Bir kez daha hiç bilmediğim yörelere geziye çıkacak olursam öncelikle şapkamı unutmayacağım. Sonra mutlaka çok cepli, hafif pantolonlar giyeceğim; kot zorluyor. Belden kemerli veya omuzdan askılı küçük çanta alacağım. İki parça valizle değil, bir büyük bavulla gideceğim. Fotoğraf makinem için yarım düzine pilin yanı sıra kamera da götüreceğim. Su şişemi asacak askılığım hazırda, el feneri, dürbün, bant, kağıt maske ve kalın ip (ihtiyaç olmadıysa da hep gerekecekmiş gibi hissettim) sırt çantamda bulunacak. Uzun kollu tişörtlerimin sayısı ise kısa kollulardan fazla olacak.

Urubamba ile tanıştım; Amazon'u yakından tanımak ister miyim? Bilemiyorum. Amazon havzasının Peru ve Bolivya dağlarından daha zorlayıcı olduğunu tahmin ediyorum. İçimde merak yok değil ama dayanıklılığıma o kadar güvenemiyorum.

Machu Picchu'ya belki, Uyuni'ye ise kesinlikle tekrar gitmek isterim. (Son resim de oraya ait zaten) Yakınlarına havaalanı yapıldıktan sonra elbette. O çöl yolu bilerek çekilmez doğrusu.

Sanki yazarken daha çok hatırladım. Kelimelere aktarmadığım izler satır aralarından bana göz kırpıyorlar. Başka sefere, başka anlatılarda (ya da kurgularda)...

19 Temmuz 2010 Pazartesi

PERU (TİTİCACA)

Erken kalktık, her zamanki gibi. Otel güzel, kahvaltı mükellef.

Heyecanlıyım. Titicaca'daki insan elinden çıkmış yüzen adaları göreceğiz hatta üstlerinde yürüyeceğiz.

Bambudan inşa edilmiş, doğal olmayan kırktan fazla adacığı Uros Kızılderilileri yapmış. Onlar vaktiyle İspanyollardan kaçıp bağımsızlıklarını sürdürebilen tek eski İnka soyu. Dağlardan hızla göçerek Titicaca'nın kıyısına gelmişler, bambuları birbirlerine bağlayıp üzerlerinde barınılabilecek yaşam alanları üretmişler. İspanyollar kıyıya gelip suda gezinen adaları fark edince peşlerine düşmüşlerse de yakalayamamışlar. Çünkü Uroslar, yine bambudan yaptıkları sandallarıyla gölün enginliğinde yok olmuşlar. Böylece bugüne kadar soylarını devam ettirebilmişler.

Yeni bir yerel rehberimiz var. Kot pantolonunun üzerine kırmızı, kalın, uzun kollu ceket giymiş, beyaz şapkalı, kara gözlüklü, kısa boylu, şişmanca bir kadın. Yüzen adaların birinde doğup büyümüş. Şimdi Puno'da oturuyor ama oraları avucunun içi gibi biliyor. İngilizcesi iyi. Ana dilleri İspanyolcayla birlikte Aymara lisanı. Antonio ile ancak İspanyolca konuşarak anlaşabiliyorlar. Titicaca kıyılarından Bolivya yaylalarına kadarki yerli dili: Aymara. Bu bölgede iki resmi dil var; İspanyolca ile Aymara lehçesi. Tıpkı Cuzco'da İspanyolca ile Quechua dili olduğu gibi.

Teknemiz hiç fena değil. Rahatça yerleşiyoruz. Dünya üzerindeki varlıklarını ancak yirmi beş yıl daha sürdürebilecekleri, sonrasında çürüyerek son bulacakları söylenen yüzen bambu adalara gidiyoruz; bence gerçekten önemli.Titicaca, Puno gözden kaybolana kadar kirliydi. Yer yer köpükler ve sazlarla kaplıydı. İlerledikçe derinleşip temizlendi. Balıkçı kayıkları, küçük motorlar, rengini pek belli etmeyen göl, her an griye dönüşüverecekmiş izlenimi yaratan koyulmaya hazır mavi gökyüzü, küme küme beyaz bulutlar... 'Ben yabancıyım!' diye bağıran bir manzara. Yine de çekici.

Kırk beş dakika sonra bir yüzen adaya varıp yanaştık. Bizim yeni rehberin kardeşleri diyebileceğim kadar ona benzeyen kısa boylu kadınlar tarafından güler yüzle karşılandık. Yalnız giysileri farklı; çok renkli yerel elbiseler var üzerlerinde. Her yer bambu; ayaklarımızın altında yaylanıyor. Elbette ki yine bambudan inşa edilmiş kulübeler görünüyor. Bazı erkekler otları toparlıyorlar. Hoş yüzlü, biraz karikatürümsü başları olan kayıklar kenarlarda bekliyor.

Dolaştık. Evlerin içlerine bakmamıza izin verdiler. Televizyonla buzdolapları mevcut (elektrik var). Ancak tuvalet yok. Ocaklar dışarıda, yüksek ayaklı toprak setlerde duruyor. Uroslar burada geçimlerini turizmle balıkçılıktan sağlıyorlar. El işlerini satıyorlar, Titicaca'nın cömert sularında avlanarak yuvarlanıp gidiyorlar. Yaban ördeklerini yakalayıp, iç organlarını temizleyip, kurutup yiyorlarmış. Bir kısım Kızılderililer Puno'ya yerleşmiş, adalara işyeri gibi sabah gelip akşam dönüyorlarmış. Fakat bir bölümü hala buralarda yaşamaya devam ediyor. Artık hepsi Peru vatandaşı. Yeni yüzen ada yapmıyorlar. Zamanla hepsi yerleşik düzene geçecek, işlevini tamamlamış adacıklar da Titicaca'ya karışıp anı olacak. Turizm gelirinin devam edip etmemesine aldırmıyorlar; yenilerini yapmayacaklar, kararlılar.

Onurlu ve sakin insanlar. Ürettikleri kilimler, örtüler, çömlekler, takılar gerçek sanat eserleri. Desenler öylesine incelikle işlenmiş ki yaratıcılarının basit, sıradan görünüşleriyle çelişiyor. Figürlerde en çok Paçamama yer alıyor. Ölüler dünyasıyla yaşayanlar arasında habercilik görevini üstlenen kutsal, uzun burunlu, güzel Humming bird ise ikinci sırada. Ayrıntılar, mısır taneleri gibi tek tek, sabırla boyanmış. Derinlik esas buralarda, yüzeysel pırıltılara kimse aldırmıyor.

Düşünmemek elde değil. Rahat zamanlarda onurlu olmak, temel insani değerler hakkında ahkam kesmek, çevreye bilgiçlik taslamak, 'bence...' diyerek öneriler sunmak ne kadar kolay! Önemli olan dik duruşu, bağımsızlığı üzerinden silindir geçerken veya geçtikten sonra da sürdürebilmek. Varlığını ve üretkenliğini kaçarak devam ettirebilmiş, muhteşem dağların zirvelerine yakın yaylalardaki yerleşiklikten sudaki belirsizliğe geçerek öz benliğini koruyabilmiş bir halkla karşı karşıyayız. Kimseyi suçlamıyorlar, kin gütmüyorlar, yargılamıyorlar, değiştirmek için uğraşmıyorlar ama kendilerince önemli kabul ettikleri kavramlara da karıştırtmıyorlar. Müdahale etmek isteyen olursa Titicaca'nın sonsuzluğunda gözden kayboluyorlar.

Oradan kafam epeyce karışmış olarak ayrıldım. Çünkü yaptıkları sadece var olmak değil, aynı zamanda üretken ve yaratıcı da olmaktı.

Titicaca'nın göbeğinde yer alan en büyük doğal adaya doğru yola çıkıyoruz. Hava ısındı hatta bunaltmaya başladı diyebilirim. Gölün rengi açıldı, mavinin güzel bir tonunda. Beyaz bulutlar ileride suya uzanıyorlarmışçasına kıpırdanıyorlar. Sıcaklığın nemli buğusu hafifçe etrafımızı sarmış. Sanki düşler alemindeyiz.

Motorumuz iskeleye yanaştı, indik. Burada büyücek bir köy var. Teraslama tarzında mısır ve patates ekimi yapılıyor. İnka gelenekleri aslında alışkanlıktan değil, çok işlevsel olduğu için terk edilmemiş. Toprağı böyle kullanınca hem yer kazanılıyor hem de erozyon önleniyor.

Lamalarla keçilerin mutlulukla otladığı çalılıkların az ilerisinden kıvrılarak yükselen patikaya sapıyoruz. Terasları seyrederek tırmanıyoruz. Çok yükseklerdeyiz; arada durup soluklanmak, su içmek, manzara seyretmek sonra devam etmek iyi geliyor.

Yine ne yediğimi unuttum. Sadece yemekten sonraki müzikle yerel dansı hatırlıyorum. Karşımızdaki sanatçılar sadece buranın köylüleri. Fakat profesyonellerden pek farkları yok. Üstleri başları dökülüyor, o kadar.

Bir kez daha dans ettim. Bu sefer ilkine kıyasla başarılı sayılırdı.

Puno'ya doğru teknede arkadaşımla birlikte belleğimizi yokladık. İkimizin de zihninde binlerce görüntüyle izlenim uçuşuyor. Bunlar nasıl toparlanacak?

Gece Antonio'ya teşekkür edip beraberce grup resmi çektirdik. Yarın Bolivya'ya doğru yola çıkacağız ve o, Cuzco'ya geri dönecek. Tekrar görüşemeyeceğiz. Biraz Türkçe öğrendi. Merhaba, günaydın, iyi akşamlar, nasılsın, dikkat ve kardeşim demesini biliyor artık. Herkesle nasıl da tek tek ilgilendi, yüz ifadelerindeki değişiklikleri kaydedip sorunları gideriverdi! Dileğinin unutulmamak olduğunu söylüyor. Diğerlerini bilemem ama ben, Peru Kızılderilisi rehberimizi aklım başımda kaldığı sürece unutmak niyetinde değilim. İnsanın her zaman on iki bin kilometre ötede dostunun bulunması mümkün değil; değerini bilmek gerek.

Bolivya macerasından sonra dönüş yolunda, Lima'da gezmeye devam ettik. Onu da anlatmadan bitirmek istemiyorum.

16 Temmuz 2010 Cuma

PERU (PUNO'ya doğru yol)

Yine sabahın köründe yola çıkıyoruz. Titicaca'yı görmek için kıyısındaki kasabaya, Puno'ya gideceğiz. Tam gün yoldayız. Elbette rastladığımız tüm tapınakları (İnkalara ait olanları ve Katolik katedrallerini), çömlek atölyelerini, yerel sanat eseri merkezlerini gezeceğiz.

İlk durakladığımız yerden fotoğraf makinem için dört tane pil aldım.

Bugünkü yolculuk sırasında, öncesinde veya sonrasında olduğunu çok iyi hatırlayamadığım ancak anlatmaktan zevk duyacağım ayrıntılardan, Peru'ya özgü görüntü ve özelliklerden şimdi bahsetmek istiyorum.

Puma başlarının üzerinde yükselen mısırlarla kaplı taş sütunlu, orta yerleri güneş figürleriyle kaplı kapılardan girilen kiliseler çok etkileyiciydi. Sonradan kabul edilen inançlar gölgede kalmış anlaşılan. Antonio'nun yemeğini Urubamba ile paylaşmasından belli.

Küçük, sıradan bir kasabada ihtiyaç molası verdiğimizde otobüsümüz herhangi bir hırdavatçı dükkanının önünde durdu. Girişinde bizim eskicilerinkine benzeyen döküntü, tekerlekleri kırılıverecekmiş gibi görünen arabanın üstünde hurda demirden yapılmış bir metrelik mükemmel Don Kişot'u hayran hayran seyrettim. İnce bıyıklarının hafifçe yukarıya kalkık kıvrımları bile işlenmiş! Sanço'nun eşeğiyse hemen yanı başındaydı. Sanço'yu göremedim. Belki de içeride, aydınlığın vurmadığı duvarın dibinde, önündeki demir parçalarıyla uğraştığını fark ettiğim kaba saba tipli Kızılderili onu canlandırmaya çabalıyordu, kimbilir? O hırdavatçıyı pek çok müzeden daha büyük bir zevkle gezdim. Eski radyolar, ütüler, lambalar, yayları eksik keman, çerçeveler, yüzyıllık bavullar...

Antonio'nun tavsiye ettiği Alpaka yün işleri satış merkezinde küçük bir duvar halısına vuruldum. Koyu mavi ve bordo hakimiyetindeki doğal boyalı eserde (bence başka türlü adlandırmak mümkün değil) kısa bir merdiven işliydi. İki yanından bakıldığında basamakların kenarları görünüyor; neredeyse üç boyutlu! Ayrıca izlendiği yerden gelen ışığın açısına göre renklerin tonları ve basamakların kalınlıkları da değişiyor. Eski değil, yeni yapılmış ama durağan olmayan şekiller üretmek bölge insanının geleneğinde varmış. Çok pahalıydı. Böyle bir şeye rastlayacağımı tahmin etseydim ufak tefek hiçbir şey satın almaz, ekstra harcama yapmaz, sadece onu alırdım. Resmini bile çekemedim; yasaktı.

Çok sesli müzikleri ve plastik sanatlardaki başarıları Peruluların gelişmiş kültürlerinin göstergeleri. Ayrıntılardaki incelik çok etkileyici. Varsın fare kızartması yesinler! Çin'de de ölmemiş maymunların beyni yeniyormuş. Zıt kutuplar her yerde mevcut.

Peru'lu köylü kadınlarının başlarında fötr şapkalar var. İspanyollar vaktiyle yerlilere batı tarzı giyim kuşamı benimsetmek için gemiler dolusu şapka getirtmişler. Ancak ölçüyü tutturamadıklarından olsa gerek, en büyükleri bile erkeklerin başlarına küçük gelmiş. Onca şapka ne yapılacak? Biri akıl edip: 'Avrupa'nın yeni kadın modasında fötr var' lafını ortaya atmış. Kadınlar her yerde modaya meraklı. İstekle kabullenmişler; hala kullanıyorlar.

İçkilere gelince: Pisco Sour'dan başlayayım. Her öğle ve akşam yemeği öncesinde önümüze çıkartılan alkollü Peru içkisi. Rom, yumurta akı ve küçük, yeşil, ekşi limonlara acı sos damlatılarak hazırlanıyor. Yapım atölyesini gezdik. Biraz ilkel. Çok temiz olmadığı izlenimi yaratan, iki adamı yutabilecek dev tahta çömleklerin içinde karıştırılıyor. Sonra nispeten daha az iri ama yine de kısa boylu bir kişiyi barındırabilecek büyüklükteki fıçılarda demleniyor. İlgimi çeken, fıçıların yanındaki kaktüs düzenlemesi oldu.

Çiça ise kutsal içki. Mısırlar ezilip suyla bekletilince az alkollü, hoş içimli, bulanık bir sıvı oluşuyor. İki türü var. Birincisini yani sarı renkte ve acımsı olanını erkekler tüketirmiş. Pembesi ise hafif, tadı diğerine göre daha güzel. Grubumuzun tek erkek elemanı: 'Sarı Çiça gerçekten iyi!' derken yüzünü buruşturuyordu. Sanırım herkes pembesini beğendi; içinden ya da dışından.
Çiça üretim merkezinde siyahları da dahil olmak üzere mısırın binbir çeşidini gördük. Dışarıda, kapının önündeki ahşap masayla banklarda ise yerli halktan genç bir çift oturuyordu. Kızın önünde pembe Çiça, adamdaysa sarısı vardı. Gözleri birbirlerinin göz bebeklerinde, ne konuştuklarını pek fark etmeden sohbet eder gibi yapıyorlardı. Bir diğerine değmeyen parmakları, kocaman bardaklarının buğusuna çizgiler çekiyordu. Sanırım dokunma duyusunun harekete geçmesine çok kısa bir süre kalmıştı. Yaşam doluydular.

Peru halkında kaçgöç yok. Erkekler üste düşerek ısrarcı olmuyorlar, kadınlarsa albenili değil, kendilerine fazla özen göstermiyorlar fakat duygular tümüyle dışa dönük. Ne hissediliyorsa belli ediliyor, işte o kadar! İnkalardan gelen gelenekler devam ediyor olsa gerek. (Bunda Coca alışkanlığının parmağı var mı, bilmiyorum) Cinsellik son derece doğal yaşanıyor. Saldırganlık yok, sakin insanlar. Sevgiyi biliyorlar. Bu arada bir müzede öyle heykelcikler gördük ki o cinsel pozisyonları denemek için akrobat olmak gerekebilir. Benzerleriyse hediyelik eşya olarak satılıyordu. Almadım tabii; nereye koyacağım?

Bereket tapınağına geldik. Önce yavru Alpaka ile tanıştık. Boynundaki ponponları sallayarak yanımızda yürüdü, başını bacaklarımıza sürttü, hiç kaçmadı. Yumuşacık, kara gözlü, sevimli... Onu okşayıp 'bereket nerede?' diye aranırken penis tarlasıyla karşılaştık. Bereket sembolleri! İnkalar taşlardan boy boy erkek organı yapmışlar. Kuleler, minareler yükselterek dolaylı anlatımlara başvurmamışlar, abartmamışlar, doğrudan gösterivermişler. Bazılarının glansları kayıptı. Rehberimiz, köylülerin evlerindeki bereketi arttırmak için çaldıklarını söyledi.
Artık 4000 metrelerin üstündeyiz. Hava kararmaya yüz tutarken Puno'ya vardık. 50000 nüfuslu büyük bir kasaba. Otobüsün penceresinden Titicaca'ya bakıyoruz. Dünyanın en büyük ve en yüksek gölü alçakgönüllü görünüyor doğrusu. Çevre halkıyla aynı özellikte. Bu yörelerde doğada bile böbürlenmek ayıp sanki.

Gece suyun üzerindeki eski bir gemide yemek yedik. Adam boyu pan flütlerle sanırım ilk kez orada karşılaştım ve ilk kez dans ettim. Hem çok acemice oldu (figürler basitse de bilmiyorum) hem de on dakikada soluk alamayacak kadar tıkandım. 4200 metredeyiz, yürüyoruz tamam ama zıplamak pek iyi gelmiyor. Nefesim rahatlasın diye dışarıya çıkıp sigaramı içtim.

Yarın Titicaca'ya açılıp yüzen adalara gideceğiz.

13 Temmuz 2010 Salı

PERU (MACHU PICCHU)

Saat beşte zil çaldı. Kendi kurduğumuz elbette; uyandırma servisi haber vermeyi unutmuş. Bu kadar aksaklık olur, boşver diyoruz. Herkes bizim gibi değil, söyleniyorlar. Oysa tüm odalar kendi önlemlerini almışlardı.

Hala rahatsızlık duyan çok. Ekibin çoğunluğunun nefesi daralıyor. Tansiyonlar oynuyor, karınlar şişiyor, mideler bulanıyor... Bu insanların yarısından fazlası ciddi sporcu. Trekking yapıyorlar, içlerinde Tibet'e çıkıp kayak yapmış kişiler bile var. Yine de Peru dağları ummadıkları kadar etkiledi. 'Siz iyisiniz' diyorlar. Gerçekten de iyiyiz, problemimiz yok. Hele ben, kendime şaşıyorum. 1998'de sisli, çisentili bir Karadeniz akşamüstüsünde yüzümden yağmur damlalarıyla birlikte terler süzülürken dayanamayacağımı sandığım bir Sümela tırmanışım olmuştu ki anımsadıkça ürküyordum. Sonrasında üç saat devam eden 130 civarındaki taşikardiyi ne yaptıysam kıramamıştım. İleriki yıllarda on metrelik çıkıntı görsem adımımı atmadım. Burada korku da sorunlar da bitti.

Otobüsümüz bizi Ollaylantambo tren istasyonuna götürdü. Mavi boyalı, sevimli bir trene bineceğiz. Hava şimdilik soğuk; ısırıcı diyebilirim. Giderek ısınacak, soğan gibi katlarımızı çıkartacağız; artık biliyorum.

Hareket etmeden önce sularımızı alıyoruz. Machu Picchu'da su ateş pahasıymış.

Raylar, Urubamba'nın yanına döşenmiş. Nehir atlaya zıplaya, vagonlarsa tıngır mıngır ilerliyor. Kenarlar kayalık üstelik giderek yükseliyorlar. Arada köy benzeri ufak yerleşim yerlerinden geçiyoruz. And dağları önce çalılara büründü sonra aniden tepelerine varıncaya değin ormanlarla kaplandılar. Ağaçlar birbirlerinin gövdelerinden fışkırmışçasına sarmaş dolaş; tek bir aralık yok. Pencereyi açıyoruz, nem bulut olup içeriye doluveriyor. Artık tişörtlerleyiz.

İki önemli derdimiz var. Birincisi benim fotoğraf makinemin pilleri iflas eti, yedeklerini almamışım, tümüyle arkadaşımın çekeceği resimlere bağımlıyım. (Buradaki görüntüler ona ait. Kullanmama izin verdiği için teşekkür ederim) İkincisiyse arkadaşım telefonunu bulamıyor. Otelde veya otobüste düşürmüş olmalı. Şimdilik yapacak bir şey yok. Şoför çevreyi araştırmak için geriye döndü ama haber geç ulaşacak. Zaten bu derin çanakta dünden beri telefon bağlantısı kuramıyoruz, çekmiyorlar, yine de kaybolduysa sorun tabii.

Machu Picchu 2500 metrede yer alıyor. Yani 1400 metre alçalacağız. Dağların giderek yükselmesinden aşağıya doğru indiğimiz belli oluyor.

Durduk. Ne kalabalık! Dünyanın her yöresinden gelmiş insanlar sıra bekliyorlar. Su gerçekten beş misli pahalı, iyi ki önceden almışız. Dört beş kulübeden başka bir şey görünmüyor. Bazı dağcılara rastlıyoruz. Bizim servis otobüsüyle bu kez yokuş yukarı çıkacağımız yolu yürüyeceklermiş. Trenin kat ettiği bölgeyi de yürüyerek geçenler varmış. İsteğe göre ikiyle yedi günlük trekking turları düzenleniyormuş. Hatta Machu Picchu'yu çevreleyen, İnka krallarının önemli kararlar öncesinde üç gün yalnız kalarak düşündükleri rivayet edilen zirvelere tırmananlar bile var.

Seksen yaşın üzerinde insanlar gördüm. Bazılarının bastonları vardı. Oysa kayıp kentte her türlü sopa kullanmak yasak. Ne yapacaklar? Herhalde bir tür hac gibi kabul edip 'ölürsek burada ölürüz' diye gelmişler. Nem öyle yoğun ki yorgunluktan önce boğularak dünya değiştirmek mümkün.

Rehberimiz, tatarcık ve sivrisineklerden korunmak için kollarımıza, yüzümüze ilaç sürmemizi öneriyor. Yapmadım. Öyle ıslak ki cildim, o kimyasallara dayanamayacağım. Varsın böcekler ısırsın!

Arkadaşım şapkamın olmadığının farkında, endişeli. 'Boşver, saçlarımı arada sırada ıslatırım' diyorum. Zaten bu geziye çıkarken bir kendimi unutmadığımı söylesem yeridir.

Otobüs tıklım tıklım. Ayakta duranlar bile var. Yine yükseliyoruz. Jungle burası. Okyanusa benziyor; hemen derinleşiyor, yüzeyi dışında her özelliğini gizliyor. Yol dar, virajlı, stabilize taşlı. Ağaçlar bize doğru uzanıyorlar sanki. Neredeyse alacakaranlık oldu.

On beş dakika sonra bir tepeye geldik, indik. Saldırmaya hazırmışçasına kenarlarda bekleyen iri çalılıklarla dallarını etrafa dağıtmış Coca ağacının arasından beliriveren yuvarlak zirveli, koyu yeşil, heybetli bir dağla karşılaştık. İki yanında, arkasında başka dağlar... Soldaki saz damlı kulübelerin yanından yürümeye başlayacağız. Andların aralarına giriyoruz!

İyi ki o kalelere tırmanmışız! Biraz alışkanlığımız olmasa bu sıcakta, nemde, açıktaki tüm cildimiz saldırıya uğrayıp durmaksızın ısırılırken onca yüksek basamağı nasıl inip çıkardık?

Aniden karşımızda göründü: Machu Picchu! Kayıp kent. Ortada bulunan düzlük alanıyla sağındaki teras benzeri taş blokları çimenlerle kaplı, her yönü merdiven gibi, sol üst köşesinde dikkati çeken tuhaf yükseltisi insan kaynayan, sıradağların arasına saklanmış bilinmezler diyarı! Gerçekten kendi gözlerimle gördüğüme inanamıyorum!
Biraz soluklandık. Resimler çekip anlatılanları dinledik.

Amerikalı bir antropolog olan Hiram Bingham 1911'de buraya geldiğinde her yer ormanlarla kaplıymış. Bingham, İnkaların önde gelen bazı kişilerinin kaçıp İspanyollarla bir süre savaştığı, sol taraftaki dağlarda yer aldığı rivayet edilen kaleyi arıyormuş. O savaş kaybedilmiş, İnkalar öldürülmüş ama saklandıkları yerde bazı belgelere ulaşılabileceği düşünülüyormuş (oysa herşey yerle bir olmuş, yakılıp yıkılmış). Bizim gibi soluklanmak için işte bu yakınlarda durduğunda, saz damlı kulübelerde yaşayan birkaç köylüden biri: 'Bak şu merdivenlere! Biz buralarda şehir olduğuna inanırız' demiş. Yerli halkın yardımıyla birkaç ağaç kesince Machu Picchu kendini belli etmiş. Bingham hemen geriye dönüp ekibini toplamış ve kayıp kent ortaya çıkartılmış.

Ne olduğu, İnka uygarlığından kimlerin yaşadığı, hangi amaçla kurulduğu hiç belli değil. Her anlatılan varsayım. Önce otuza yakın genç kadın iskeleti bulunmuş. Bunların İnkalarca güneşe kurban edilen bakireler, buranın da çok önemli bir tapınak olduğu ileri sürülmüş. Ancak daha sonra erkek ölülerine de ulaşılınca bu düşünceden vazgeçilmiş. Tarım alanı olarak kullanılabilecek geniş, basamak tarzında terasları var. Yerleşim yeri mi? Hele o sol üstteki taş! Manyetik alan yayıyor; elimi uzattığımda avucumun itildiğini hissedecek kadar belirgin. Etrafı çevrilmiş, dokunmak yasak. Hangi amaçla kullanılıyordu ki? Arkasındaki dağın tepesinde (şu dağcıların tırmandığı) basamaklı bir kısım daha var. (Ah, bir dürbünüm olsaydı!) Krallar oraya çıkıp gerçekten düşüncelere dalıyorlar mıydı acaba? Güneş tapınağıysa inanılmaz! Düz, taş zeminde basit su birikintileri gibi görünen yuvarlak bölgelere gök cisimleri yansıyor. Teleskopla uzaya bakmaya gerek yok, yerde gökyüzünü incelemek mümkün. Gündüz olduğu için sadece güneşi görebildik.

İçine girdik; her basamağına bastık diyebilirim. Ortadaki açıklık alanda tek bir Coca ağacı sembolik olarak bırakılmış. Çimenlerin üzerine oturup Antonio'ya Quechua dilinde bir şeyler söylemesini rica ettik. 'Sözlerini açıklamak istemiyorum, sadece dilin tınısını duymanız için söyleyeceğim' dedi. Hüzünlü şarkısına başladı, yarısında çok duygulanıp kesti, uzaklaştı.

En çok soldan aşağıya doğru inen basamaklarda etkilendim. Dibi görünmeyen uçurumun kenarındayız ve karşımızda muhteşem, ikinci And sırası var. Kendimi dev bir sandviçin dilimleri arasındaki peynir kırıntısı gibi hissettim. Öyle ufak tefek şeyleri çok büyütmemek gerek. Orada kendi kendime söz verdim. Bundan sonra biraz uzaktan bakmadan herhangi bir şeyin önemli (ya da değerli) olduğuna karar vermeyeceğim.

Saat ikide servis aracını bekleyeceğimiz alana döndük. Herkes pancar renginde; cayır cayır yanmışız. Ellerim, kollarım, boynum tatarcık ısırıklarıyla dolu, kaşınıyorlar. Böcek ilacı sürenler benden daha kötü durumdalar. Hepimiz sarhoş gibiyiz. Hem gördüklerimizden hem yorgunluktan hem de iklimden.

Yine mavi trenimizdeyiz. Sandviç ve içecek satışı yapan genç, melez bir kadın ve bir erkek demiryolu personeli servislerini bitirdikten sonra manken oldular. Çeşit çeşit Alpaka giysiler sergilediler. Gerçekten hoştu.

Urubamba'ya veda edip istasyonda bizi bekleyen otobüsümüze bindik. Doğru Cuzco'ya gideceğiz. Gece yattığımız yeri bilmeyiz artık. Bu arada arkadaşımın telefonu, oturduğumuz koltukların kenarından yere düşmüş; yola çıkmadan önce bulduk.

Peru gezisinin doruğu kesinlikle Machu Picchu'ydu.

11 Temmuz 2010 Pazar

PERU (KUTSAL VADİ: Urubamba, Ollaylantambo, Şaman ayini)

Sabah kalkar kalkmaz kustum ve bitti. Gün içinde karnımın şişliği yavaş yavaş indi, sonra da bir şey olmadı. En çok bu olayı kimseye belli etmeden atlattığıma sevindim.

Bugünkü program çok dolu. Önce lama çiftliğine gideceğiz; bir tür hayvanat bahçesi. Sonra kutsal vadiye çıkacağız. Çıkacağız diyorum çünkü iki yüz metre daha yükseleceğiz. Organizasyon gayet iyi. Tırmanma şeridinin eğimini alıştırarak arttırıyorlar. Öğle yemeğinin ardından yaşayan tek İnka köyü olan Ollaylantambo'yu gezeceğiz. Gece kutsal vadideki bir otelde konaklayıp Şaman ayini izleyeceğiz.

İsimler söylendiği anda belleğime yapışıyor sanki. Ne tekrar sordum ne de unuttum.

Lama çiftliğinde elimize bol otlu çalılar tutuşturdular. Lamalar köklerini koparmadan yaprak yemeyi bilen hayvanlar. Uzun boyunlulara dikkat etmemizi, kızarlarsa tükürebileceklerini söylediler. Çok çeşitleri var. Ben en çok siyah tüylü, orta boylu olanlarını sevdim. Kaçınmıyorlar, okşanmaktan hoşlanıyorlar. Genellikle sakin, sevimli hayvanlar.

Alpakalar da onlarla birlikte yaşıyor. Alpaka yününden dünyanın en yumuşak, ısıtıcı ve şık kazakları, şalları yapılıyor. Yaza giriş mevsimindeyiz; kırkılmışlardı. Rengarenk papağanların tünediği ağaçların altında çırılçıplak kalmış, otluyorlar.

Geniş bir kafesin derinliklerinde puma yatıyordu ama tenezzül edip bize görünmedi.

İnce metal tellerle örülmüş geniş bir alanın içine girdik. Anne, baba ve çocuktan oluşan kondor ailesinin yaşam bölgesindeyiz. Orta yerde puma heykeli var. En koyu renkte olanı yavruymuş. Ne yavrusu! Hepsi en az yarım insan iriliğinde üstelik kanatlarını açtıklarında üç metrelik genişliğe ulaşıyorlar. Leş yiyici olduklarından bizler için tehlikesizmişler. Nitekim bakıcıları çiğ etler attığında uçup onları kapıştılar. Beyaz taştan pumanın üzerine konduklarında arkalarına geçip resim çektiren cesurlar çıktı. Biz yanaşmadık. Belli mi olur, yırtıcı kuş bu!

Oradan çıkınca rahatladım. Kızılderililer işyeri gibi gelip burada kumaş dokuyorlar. Boyalar hep doğal. Turistlerle ilgilenmiyorlar. İşlerini görüyorlar.

Hediyelik eşyaların sergilendiği yerde bir Peru köpeği gördüm. Siyah, tüysüz, kulaklarının arasındaki yolunmuş yele benzeri saçlarıyla kuyruğu sarı, çirkin bir hayvan. Bu yörede yetişiyor. Resmini çekerken, İspanyol kökenli çocuk sahibi altına girdi. 'Çekil!' falan dememe aldırmadı, öyle poz vermeye alışmışlar. İster istemez ikisini birden fotoğrafıma hapsettim.

Kutsal vadi! Tepeden manzara muhteşem! Peru'nun en verimli topraklarındayız. 400 çeşit patatesle 250 çeşit mısırın üçte ikisinin üretildiği yere bakıyoruz. Patatesle mısır deyip geçmemek lazım, Peru'nun esas beslenme ve tarımsal dışsatım kaynakları. 4000 metrenin üzerinde yetişen mısırlar siyah oluyor; gördük.

Yine bir çanakta elbette. Sivri zirveli, heybetli dağlarla çevrelenmiş geniş, sulak tarlalarla yanyana yerleşim bölgeleri. 'Su nereden?' diye sorduğumda asıl çarpıcı yanıtı aldım. Urubamba besliyor burayı; Amazon'un başlangıcı! Az öteden doğuyor, ufak bir nehir halini alarak neşeyle yaşam saçıyor. İnkaların terasları, vadinin yamaçlarında bozulmadan kalmış. Küçüklü büyüklü; anlatıldığı gibi. Tepede İnka evleri var. Saz damlı, sıradan görünüşlü, gerektiği kadar işlevsel. Karşı dağın ortasına oyularak inşa edilmiş iki silo göze çarpıyor. İnkalar depo olarak kullanıyorlarmış. Ürünün toplanıp sonra dağıtımının yapıldığı ana merkezler. Patika benzeri yollarla ulaşılıyor. Biri hala kullanılıyormuş. Yine aynı yerde tuhaf bir yüz var: Tunupa. Bereket tanrısı. Uzun silueti asık suratlı, çirkince. Yabancıları korkutması gerektiğinden öyleymiş.

O vadiyi saatlerce seyredebilirdim.

Yemek aşağıda, Urubamba'nın neredeyse kıyısında. Artık yiyebiliyorum. Nehir balığı istedim tabii. Lezzetliydi. Bitirir bitirmez çayırlık alana koşturdum. Gruptakiler hediyelik eşyalara bakıp dağ resimleri falan çekiyorlar. İçimde büyük bir heyecan var; Amazon'un çocukluğuyla tanışacağım!

Uçaktan, onca yüksekten fark edilebilen yılanımsı dev haliyle karşılaştığımdan olsa gerek, yaklaşırken ürperdim. Dünyanın en besleyici nehrinin yanındayım. Şırıltıyı aşmış, gürültüye dönüşmüş sesi kulaklarımda. Taşların üzerinden sekerek, hızla akıyor. Eğilip elimi soktum. Gücünü, yeryüzüne hayat veren serinliğini, ıslaklığını hissettim. Resmini çektim. Birine rica edip buluşmamızı kayıt altına da aldırdım.
Oradan zor ayrıldım. Urubamba'nın kıyısına bir kulübe yapıp barınmak mümkün deselerdi, hiçbir şey umurumda olmadan, tereddütsüz kalırdım.

Hedefimiz: Ollaylantambo. Halen İnka soyundan insanların geleneksel şekilde yaşadığı tek yerleşim yeri. Vadinin içinde. Eskiden önemli bir şehirmiş. Girişinde kralının tunçtan heykeli var; elinde kılıcıyla heybetli ve etkileyici. Köy küçücük. Giderek eğimini arttıran kaba Arnavut kaldırımlı yokuşu, dar sokakları, alçakgönüllü evleriyle cana yakın. Evlerin önlerinde el işleri sergileniyor. İçleri iki katlı. Üst kat daha çok depo olarak kullanılıyormuş. Sağdaki duvarlarında gerçek kafatasları duruyor. Atalarına aitmiş ve varlıklarıyla o evdeki aileye destek sağlıyorlarmış. Asıl yaşam alanı giriş katı. Yerlerde sürüyle tombul fare dolaşıyor. İnsanlarla tavuklar gibi hatta daha samimi ilişki içerisindeler. Aynı mekanı paylaşıyorlar, kaçmıyorlar, yemek artıklarıyla beslenip sonunda kızartma yapılarak afiyetle mideye indiriliyorlar. İşin bu kısmından hoşlandığımı pek söyleyemeyeceğim.

Ollaylantambo'nun da kendine göre bir trafiği var. Küçük, üç tekerlekli arabacıklar kaldırım kenarlarına park etmiş. Yokuşu çıkmaya çalışırlarken nefesleri kesiliyor, şoförleri inip arkalarında itiyor. Solda bakkal, ellerinde poşetleriyle çarşıdan dönen yerli kadınlar, her milletten gezginler, otobüsler... Çok canlı.

Kaleye tırmanıyoruz. Yine yüksek, taş basamaklar ve çevreye hakim görüntü. Bu kez zorlanmadım.

Onca gelişmiş uygarlıktan bugüne kalan bu işte. Yoksul, cahil bırakılmış, katledilmiş atalarının kemiklerinden güç almaya çalışıp ne anlattıklarını bilemeyen, yabancılara bir şeyler satıp şarkı söyleyerek geçinmeye çabalayan sakin, doğayla barışık bir avuç insan.

Antonio'ya İspanyol turistlerle konuştuklarını soruyoruz. 'Benim üslubum hiç değişmez' diyor. Bal rengi parlayan koyu kahverengi gözleri yaşlarla dolu.

Vadinin derinliklerindeki otelimize geliyoruz. Çiçeklerle kaplı, örme taş duvarlı ev benzeri odaları, alabildiğine yayılmış bakımlı çimenleriyle Naska'daki kadar güzel. Arkadaşım burayı öyle beğendi ki odamızın resmini bile çekti. Yataklarımızın baş kısımlarında Kolibriler var. Dünyanın en küçük, en hızlı kanat çırpan, geriye doğru da uçabilen harika kuşları. Beyaz yatak örtülü karyolalarda figürler siyah, siyah örtülülerdeyse beyaz. Sabah bahçede gerçeklerini de gördük.

Şaman ayini sırasında konuşmamamız için uyarılıyoruz. Ayin başladıktan sonra resim de çekilmeyecek. Şaman, Kızılderili bir kadın. Orta yaşlı, şişman, boylu boslu, uzun saçlı. Gece mavisi, bol pantolonunun üzerinde kırmızı, kenarlarında beyaz helezon desenleri olan giysisi ve sırtında bembeyaz şalı var. On yaşlarında bir Kızılderili kız çocuğu ile on beş on altısında iki İspanyol asıllı genç kızsa çırakları. İspanyolca konuşuyor, rehberimiz tercüme ediyor. (Nedense Antonio karışmadı.) Çocuğun çok yetenekli olduğunu söylüyor, Coca yapraklarının sarılı olduğu bohçayı ona taşıtıyor. Kızlar ateş yaktılar. Yere Peru kilimi serildi, kenarlarına şekerli kurabiyeler dizildi, ortasınaysa taşlar ve birkaç kurabiye daha kondu. Çocuk herkes için kırılıp bozulmamış üçer Coca yaprağı bulup dağıttı. Şaman, yaprakları sağ avucumuzda tutarken üç iyi şey dilememizi, sola geçirdiğimizdeyse kurtulmak istediğimiz üç sorunumuzu hatırlamamızı istedi. Sonra her birimizin önünde, parmak uçlarıyla omuzlarımıza dokunarak isteklerimizin kabulü ve kötülüklerden kurtulmamız için Paçamama'ya (ana tanrıça) dua etti. Yapraklar toplanıp kurabiyelerle birlikte harlanmış ateşte yakıldı.

Şamanların Kızılderili topluluklarında hala önemli kişiler olduklarını öğrendik. Hepsi kadınmış. Çünkü bu dünya ile tanrılar alemi arasında bağlantı kuran doğaüstü güç, Paçamama. Bereket tanrılarının, rüzgarların, yaşamdan ve ölümden sorumlu güçlerin dengesini sağlıyor, gerektiğinde hepsinin yerine geçiyor. Anadolu'nun Kibele'sinden daha baskın bir karakter. Şamanlar, onun manevi kızları. Düğünlere, ölümlere çağrılıyorlarmış. Halkın Katolik olması, Şaman ayinlerinin devam etmesini engellemiyor. Böyle gösterileriyse çok seyrek yapıyorlarmış. Konsantrasyon sağlayamayacaklarını düşünürlerse gelmez veya ayine başlamazlarmış.

Törenden sonra kendimi benliğimle uyum içinde duyumsadım; etkileyici bir şeydi. Tam tersine, huzursuzluk hissedenlerse çoğunluktaydı. Din tacirliği yapılıyormuşçasına öfkelendiler. Oysa bir kültürün göbeğine girebildik, kabul edilmeyebilirdik. Bence şanslıydık.

Arkadaşım ortada yok! Yirmi dakika sonra ağzı kulaklarında yanıma geliyor. Şamanla sohbet etmiş. Paçamama'nın yeryüzündeki temsilcisi, kızları nasıl seçtiğini, çocuğun duyarlılığının ne kadar fazla olduğunu falan anlatmış. Hiç soru sormamış.

Bu arada Şaman'ın modern dünyaya gayet güzel uyum sağladığını söylemeden geçemeyeceğim. Her birimize verdiği küçük, birbirlerine yapışık üçlü taşların yanında telefon numarası ve e-posta adresinin yazılı olduğu kartvizitini de sundu.

Geç saatlerde samanyolunu seyrettik. Öyle bizde, güneyde açık havalarda bazen belirdiği gibi değil, tüm gökyüzünü yarım daire şeklinde, pırıl pırıl, ortası yoğun, kenarlarına doğru seyrelen milyonlarca yıldızıyla kaplamış haliyle; yağmurdan sonra ortaya çıkan gümüşten bir gökkuşağı gibi. Gecenin rengi, turkuaza dönük koyu maviydi.

Kesinlikle farklı bir dünyadayız ve ben burayı çok sevdim.

8 Temmuz 2010 Perşembe

PERU (CUZCO - Pumanın dişleri)

Akşam yemeğinde Antonio tuhaf bir uyarı yaptı. Kremlerin, deodorantların, şampuanların ağızlarını çok sıkı kapatmamızı yoksa Cuzco'da valizleri açınca hepsini patlamış görebileceğimizi söyledi. Ben de dahil herkes güldü tabii. Uçak yolculuğu bu. Buraya gelirken 12000 metre yüksekten uçtuk. Olsaydı o zaman bir şey olurdu. Topu topu 3700 metreye çıkıyoruz ve uçaklarda basınç ayarı var.

Sabah üzerine vurunca davul sesi çıkartan bir karınla uyandım. Daha doğrusu mide. Hafif bulantı devam ediyor. Karnım aç ama kahvaltıyı içim almadı, gözlerimle doymaya çalıştım. Yarım fincan kahveyle idare ettim. Arkadaşıma söylemedim. Çok fazla annelik yapacak, sıkılacağım.

Uçağın kalkışındaki ivmede bulantı öyle arttı ki önde hazır bulunan kesekağıdını elime alıp bekledim. Neyse, sadece terleyerek Cuzco'ya inebildim. Yine de önlem olarak kesekağıdını katlayıp kot pantolonumun arka cebine yerleştirdim. Her an bir patlama gerçekleşebilir.

Valiz sırasındayken rehberimiz yanımıza geldi. Konuşup duruyor. Ekip üyelerinin yakınmalarından sıkılmış, içini döküyor. Suya sabuna dokunmadan cevap veriyorum, bir yandan da 'umarım sözcükler yerine mide içeriğimi boşaltmam' diye düşünüyorum. Bizim çantalarımız sonlardaymış, epeyce bekledik. Zor zamanlardı.

Çıkışta yerli halktan bazı kişilerin resimlerimizi çektiğini gördüm, anlam veremedim. Burası Peru'nun en turistik bölgesi. Fotoğraf makinesini kullanacak olan bizleriz. Onlar neden bizi çekiyorlar ki?

Otele vardığımızda nefes darlıkları, baş ağrıları, artmış barsak hareketleri başlamıştı. Odalara çıkmadan önce hepimize Coca çayı ikram edildi. Havaalanından Coca şekerlerimizi zaten almıştık. Yolda bir tanesini belki midemi bastırır diye yedim, tadı hoşuma gitmedi. Çayı zorla içtim. Yükseklik hastalığına iyi geliyormuş. Benimki şanssızlık. İstiridyeden zehirlendim, biliyorum. Soluğum iyi, halsizliğim yok, başım falan ağrımıyor fakat yine de basınç değişikliği olayı arttırabilir. Şakır şakır terliyorum, siliniyorum, diğerlerini dinliyorum, hiçbir şey belli etmemeye çalışıyorum.

Saat on iki oldu. Dışarıda yemeğe gideceğiz. Sonra da İnkaların başkentine, pumanın dişlerini görmeye. Yemek sırasında veya sonrasında kendisini iyi hissetmeyen olursa otele bırakılacak. Bavulları açmadan yola koyuluyoruz.

Arkadaşım karnında hafif bir şişkinlik hissetti; rahatsız edici sayılmaz. En arkada çıkıyoruz.

600000 nüfuslu, çok otantik bir şehirdeyiz. Elbette İspanyol tarzı ama Lima gibi değil, ilk kurulduğu şekliyle kalmış. And dağlarının bu yöredeki en yüksek ve en geniş vadisine inşa edilmiş. Çevresi kapalı bir çanakta yer alıyor. Meydanı gerçekten hoş. Telefonlar bir çekiyor, bir çekmiyor.

Otelin kapısında: 'sen git, ben gelmiyorum' sözlerini ancak söyleyebildim ve arka cebimdeki kesekağıdını el çabukluğuyla açtım. Bütünü doldu, ağzına kadar. Yirmi dört saattir bir şey yemiyorum, nereden çıktı bunlar?

Arkadaşım şaşırdı kaldı. Elinde fotoğraf makinesiyle dondu sanki. 'Ne oldu? İyiydin!' diyor. Gerçekten iyiyim artık. Çöp kutusu aradım, yok. Caddeyle kaldırım arasına elimdekini bırakıp yüzümü gözümü sildim, 'bitti, tamam, ben de geliyorum' dedim. Yemekten bana ne! Sürünsem de önemli değil, pumanın dişlerinin arasına girmek için ölüyorum.

Etrafımıza bakınıyoruz, kimse görünmüyor; gitmişler! Neyse ki arkadaşımda rehberimizin cep telefonu numarası vardı (bende o da yok), çeken bir köşe bulup aradık, lokantanın yerini öğrendik. Elbette sonradan kulağına fısıldayarak ikinci uyarımızı yaptık. Başkalarıyla ilgili kısım anlaşılmış da bizim insan olduğumuzla ilgili kısım yeterince anlaşılamamış! Bir daha olmadı. Hatta 'nerede doktorlar?' denmeden bir adım bile atılmadı.

Bu gezide aklımda kalmayan tek şey yemekler. Belki bir gurme ayrıca Peru mutfağını anlatabilir fakat benden hayır gelmeyecek.

İnka başkentine gidiyoruz, çok heyecanlıyım. Biraz halsizim, açım, karnım hala şiş falan ama dünyada gizemi aydınlatılamamış en önemli uygarlıklardan birinin merkezindeyiz; şu anda daha önemli ne olabilir?

Antonio anlatıyor: İnkalarda üçlü düzen esas. Gökyüzü (tanrısal alem), yeryüzü (yaşam), yer altı (ölüler dünyası). Temsilcileri kondor (bir tür akbaba), puma ve yılan. Kişinin özünde ise beden, akıl ve ruh. Huacachina'da yol kenarlarında üst üste konmuş kocaman üçlü taşlar görmüş, anlam verememiştim. Demek buymuş.

Her önemli merkez gibi burada da kapı var; giriyoruz. Muhteşem bir mimari! Tonluk taşlar öyle bir kilit sistemiyle birbirlerine geçmiş ki sökmek de yıkmak da imkansız. Nitekim İspanyollar defalarca bombalamış, barut izleri dışında hasar verilememiş. Her bir duvar deprem olasılığına karşı beş ila on derecelik eğimle yükseliyor. Sarsıntılarda sadece titremişler, ne antik şehre ne de içindekilere hiçbir şey olmamış. Çıkıntılı bloklar yukarıdan bakıldığında pumanın dişleri gibi görünüyormuş. Yükseklerden görülecek silueti, pumayı andıracak tarzda inşa edilmiş.

Şu 'uzaktan bakınca istediğimizi göstermeli!' anlayışı çok ilginç. Üstelik uygulamayı başarmışlar. Naska'daki varsayımdı. Buradaki kesin. Nasıl bu kadar üç boyutlu ve başkalarının bakış açısına göre düşünebilmişler; anlaşılır gibi değil.

Mimarilerinin temelleri açığa kavuşturulabilseydi eminim ki bugün dünya çok daha ileri bir yapı tarzına sahip olurdu.

Kale benzeri bir yerdeyiz. Her bir taş arası diz boyundan yüksek. En tepesine kadar yüze yakın basamak var. Daha sonra hiç olmadığı kadar zorlandım yine de çıktım. Yukarıdan vadi ayaklar altında. Verimli, az ağaçlık, bol çalılık... And dağları baskın varlıklarını sergiliyorlar. Beyaz bulutlar zirvelerine dokunuyor. Etkileyiciydi.

İndiğimizde bir köylü kadın ve dişlek lamasıyla karşılaştık. İlk kez lama görüyoruz. İleride çok rastlayacağımızı, bizim memleketteki koyunlar kadar doğal karşılayacağımızı söylediler ama biz ilk göz ağrısı lamamızla yine de resim çektirdik. Tüyleri sık ve yumuşak.

Kente dönünce biraz sokaklarda dolaştık. Cuzco kırsalından gelmiş yerel kıyafetli Kızılderililer yanlarında çocuklarıyla üç beş kuruş karşılığında resim çektiriyorlar. Üzülmemek olanaksız.

Katedrali gezerken bir kişinin tansiyonu çok düştü. Yatırdık, ayaklarını yükseğe kaldırdık. Sağlık ekibi hazırmış. Hemen gelip oksijen verdiler; düzeldi. Bu tür olaylar burada iyice kanıksanmış olmasına rağmen tedbirsiz değiller.

Otele girmeden önce bazı yerliler önümüzü kesip ellerindeki resimleri uzattılar. İnanılmaz! Havaalanından çıkarken çekilen fotoğraflarımız! Onca turisti tek tek kaldıkları otellerde nasıl buluyorlar?

Öğle yemeğinden sonra kendisini iyi hissetmeyip dinlenmek için geri gelen arkadaşımızın nefes darlığı olmuş, tansiyonu da çok yükselmiş. Gözlem için hastaneye kaldırılmış. Rehberlerimiz onu ziyarete gidiyorlar, bizlerse yerel dans gösterilerinin yapılacağı lokale. İsteksizdik ama programın kesintisiz uygulanacağı şeklinde komut aldık. Gerginlik had safhadaydı; pek izleyemedik. Hastalanan grup elemanı toparlandı ancak gezinin kalanına devam etmek istemedi, Lima'ya döndü. Son gün tekrar buluştuk.

Otelin arkasındaki alandan panaromik Cuzco resmi çekilebilir. Kendi kendine öğrenmesine rağmen profesyonel düzeyde fotoğraflar çeken bir grup üyesi, yarım saat uğraşıp benim küçük dijital makinemi ayarladı ve o uzun objektifli aletiyle yapamadığını bana yaptırdı. Mükemmel bir gece görüntüsü elde ettim. (Sağol arkadaşım!) Karanlıkta ay ışığı nasıl öyle yayılıyordu, bilemedik.

Nihayet odamızdayız. Aynada ikimiz de göz altlarımızın çökmüş olduğunu fark ediyoruz. Bavulumu açtığımda krem ve deodorantımın kapaklarını aralanmış buldum. Neyse ki naylon torba içerisindeydiler, giysiler batmamış.

Esas problem yükseklik değil, belli. Dünyanın manyetik alan açısından en güçlü bölgelerinden birindeyiz.

6 Temmuz 2010 Salı

PERU (Naska'dan Lima'ya: Mumya müzesi, tören çömlekleri ile İnka uygarlığı)

Erkenden uyandım. Bu güzel otelde bilincim yerindeyken geçireceğim zamanın uzamasını istiyorum. Bahçede dün gece dikkatimi çekmemiş olan sol köşede, bizim hayvanat bahçelerindeki kadar büyük bir kafes keşfettim. İçindeki canlı, minicik, sevimli bir ceylan yavrusu! İleride çimenlerde gezinecekmiş ama şimdilik sadece bakıcılarının gözetiminde dışarıya çıkıyor. İri gözlerini benden ayırmadan uzattığım yaprakları yedi. Çok ürkek.

Tekrar Huacachina'dayız. Hedef: Ica bölge müzesi ya da tanınan adıyla mumya müzesi. Rehberimiz varmadan önce uyarıyor, göreceğimiz ölüler en az 1300 yaşında.

İnkalarda ölülere canlılar kadar önem veriliyor. Onlar için dokunan özel kumaşlardan giysiler bugüne kadar kalmış. Ölen yakınlarını fetus pozisyonunda oturtarak ev benzeri mezarlara gömüyorlarmış; elbette ki en şık elbiselerini giydirerek. Mumyalama teknikleri bilinmiyor sadece Mısırdakinden farklı olduğu tespit edilebilmiş. Gün yüzüne çıkmalarına rağmen bozulmadan kalabilmişler.
Bazı kafatasları arkadan sıkıştırılmış. O dönemlerde rağbet gören bir tür güzellik anlayışı nedeniyle kafalar genç yaşta, belki çocukken daraltılıyormuş. Beyinler ne oluyordu acaba? Ortaya çıkarttıkları eserlere bakılırsa pek etkilenmiş gibi görünmüyorlar. Birkaç tane de beyin ameliyatı yapılmış ölü gördük. O hastaların girişimlerden sonra yaşadıkları belli çünkü açılmış deliklerin bulunduğu bölgelerde yeni kemik oluşumları (veya greftler) ile boşluklar kapanmış.

Herkes mumyaların resmini çekiyor, ben ve arkadaşımsa mumya röntgenlerinin. Bir tibia panosteomiyeliti ile ameliyatlı kafatası röntgeni çok ilgi çekiciydi.

Aynı müzede bence mumyalardan daha etkileyici olansa İnkaların tören çömlekleriydi. Belki de sadece parçaları demek lazım.

İnkalar bazen aylarca uğraşarak ortaya çıkarttıkları yarım adam büyüklüğünde, gövdesi tombul, ağzı dar, üzerlerine tanrı ve tanrıça figürleri ile yaşamı betimleyen sahneler resmettikleri bu çömlekleri törenle kırıyorlarmış. Sadece bir tekinin parçaları birleştirilerek bütün hale getirilebilmiş. Müzedeki en geniş salonun orta yerinde sergileniyordu. Antonio, hayatın maddi hiçbir şeyle değerlendirilmemesi gerektiğini ara sıra kendilerine hatırlatmak için bu törenleri düzenlediklerini söyledi. Madem öyle, saygı göstermeli! Ben de öz denetimimi devreye sokup o tek bütünlüklü, eşsiz eserin resmini çekmedim. Nasılsa derinden vurdu, kendisini öyle ya da böyle gösterir.

Bu yol üzerinde veya daha sonra fark etmez, ziyaret ettiğimiz katedrallerden ve beraberinde İnka kültüründen de bahsetmek istiyorum.

Peru'da altın çok. İspanyollar kalyonlarla kıyıya yanaştıklarında İnkaların: 'Görünmeyen Tanrı'nın temsilcileri denizden gelecek' diye bir inanışları varmış. Kaşifler, sadece güzel ve dayanıklı olduğu için kullanılmakta olan altın bolluğunu görünce deliye dönmüşler. İlk gece, İnka önde gelenleri büyük bir ziyafet vererek onları ağırlarken hepsini öldürmüşler. 200 kişi, 10000 kişiyi katletmiş. Sonra da katliam devam etmiş tabii. Madenlerde yerlilerle birlikte Afrika'dan getirilen köleler çalıştırılmış. Öyle çok altın çıkartılmış ki ne yapacaklarını şaşırmışlar. Öldürmeyip kullandıkları yerli halkı Katolik olmaları için zorlamışlar. Avrupa'daki emsallerinden çok daha büyük ve gösterişli kiliseler yapılmış. Bir tanesinin duvarlarıyla tavanı yirmi dört ayar altınla kaplıydı ve bazı yerlerinde külçe altın kullanılmıştı. O kilisedeki mevcut saf altın miktarının on beş tondan fazla olduğu söylendi. Elbette ki resim çekmek yasak.

Zaman ilerledikçe Kızılderililer öz kültürlerini yeni sunulanla harmanlamanın yolunu bulmuşlar. Örneğin bir kilisede İsa, zenciydi. Meryem ana çocuk İsa'yı taşırken diğer elinde mısır tutuyordu. Gaudi'nin Katalunya'da Katolizmin anıtı diye kabul ettirdiği, hala bitirilememiş muhteşem Sagra de Familia'sı nasıl bir doğaya övgüyse Peru'daki katedrallerin çoğu da öyle. Şamanizmi Hıristiyanlığın içine gayet güzel yedirmişler. Bunda en önemli etken, çalıştırılan usta ve işçilerin yerli halktan seçilmesi olmuş. Sanatçılar figürleri ister tahtaya, ister altına, ister gümüşe, kısacası her kullandıkları malzemeye nasıl istiyorlarsa öyle resmetmişler. Kiliselerden ana tanrıça, bereket tanrıları, kutsal hayvanlar ve değer verilen bitkiler fışkırıyordu.

İnkalarda para yok. Komünal yaşam tarzı benimsenmiş. Ekilen araziler teraslama yöntemiyle maksimum verim elde edilecek tarzda işleniyormuş. Bir aile kalabalıksa büyük terasta ekim yapıyor, bekarlara ise en küçüğü veriliyormuş. Hasat zamanı ürün genel silolarda toplanıp her evin kişi başı ihtiyacı kadar dağıtım yapılıyormuş. Doğumlar ve ölümlerle kullanılan teraslar da değişiyormuş.

Ne yazık ki yazılı kültürleri hiç olmamış ve toplum liderleri, sadece geçmişi değil o günün bilgisini de belleklerinde taşıyan bilge kişiler topyekun öldürülmüş. Müzelerdeki bazı dokuma örneklerinde kullanılan düğümlerin bir tür yazı olduğu varsayımı öne sürülmüşse de kanıtlanamamış. Eşsiz mimarileri, kültürlerinin pek çok gizemli yanı aydınlatılamadan kalmış.

İçim yandı. Biz ki hiç boyun eğmemiş bir toplumun çocuklarıyız. Böylesine ileri, dahice üretken uygarlıklar ortaya çıkartamamamıza rağmen işe yaramayanı yıkıp yıkıp yeniden yaparak varlığımızı sürdürmeyi başarmışız. Bunun için de biraz şımarığız. Çoğu insanın aklında 'çok sıkışırsak yine yıkar, yine yaparız' düşüncesi dolaşıp duruyor gibi. Birikimimizi önemsemiyor, geçmişini hatırlamayan bir millet olarak kişilik bunalımı içinde sürükleniyoruz. Aklıma dolu soru takıldı. Zor coğrafyaların insanları zorunluluklar nedeniyle daha fazla düşünüp çalışarak daha fazla mı gelişiyorlar? İnsan için önemli olan sadece var olmak mıdır? Yaşamın anlamı soyunu sürdürüp bir nesil sonra hatırlanacağını garanti altına almaktan mı ibarettir? Bitkilerle hayvanlar da aynısını yapmıyorlar mı?

İnka kültürü çok etkileyici. Ama grupta, sohbetlerde hala iş hayatlarının incir çekirdeğini doldurmayan kısır çekişmelerini unutamayanlar var; anlaşılır gibi değil.

Bedensel gerçeklere dönecek olursak, öğle yemeğinde tabağımdaki beş istiridyenin bir buçuğunu ancak yiyebildim. İlki hoşuma gitmişti, ikincisini acı ve lastik kıvamında hissedince bıraktım. Diğerleri kapışıldı. Üç dört saat sonra midemde şişkinlik hissettim ve önlem olarak gece hiçbir şey yemedim. Yine de hafifçe yoklayan bulantıdan kurtulamadım. Arkadaşımın annelik duyguları kabardı: 'Bak, yükseklere tırmanacağız, sigara da içiyorsun, yemek yemeden olmaz' diyor. İyi anlaşacağımız belli. Bir kere temiz, odayı dağıtmıyor, zil çalınca hemen ayakta, zamanından önce toparlanıyor, anlamsız kaprisleri yok, dengeli duruşunu hiç kaybetmiyor, duş sırasına uyuyor... Tek takıntısı ille de pencere kenarındaki yatakta yatacak! Eh, o kadar kusur kadı kızında da olurmuş, benim için nasıl olsa fark etmiyor.

Yarın uçakla Cuzco'ya gideceğiz, Antonio'nun dağ tepesindeki memleketine. 3700 metrede, İnka medeniyetinin merkezi. Herkes çok tedirgin. Yükseklik hastalığına yakalanırlarsa ne yapacaklar diye dolu soru soruyorlar. İlaç ayarlamaları, tansiyonlar, psikolojik destek gereksinimleri... Gece rehberimizi bir köşeye çekip uyarıyı yaptık. İkimiz bu grubun kayıtlı doktorları değiliz. Kimse Peru ve Bolivya turuna biz varız diye güvenerek çıkmadı. Elbette acil durumda hiç beklemeden gerekeni yaparız ama acili kendimiz belirleriz ve müdahalemiz ancak herhangi bir resmi sağlık ekibi devreye girene kadar sürer. Biz de diğerleri kadar turistiz ve belki de yardıma ihtiyacı olacak iki insanız; böyle biline!

Anladı. Üstelik ertesi sabah havaalanına giderken otobüste öyle iyi anlattı ki bir daha üstümüze varan olmadı.

4 Temmuz 2010 Pazar

PERU (NASKA)

Yemek yiyemedim. Deniz tuttu herhalde. Sigara içmek için dışarıya çıkınca büyük kafeslerinin içinde belki elli tane muhabbet kuşuyla karşılaştım. Renk renk, cıvıl cıvıl canlılar. Hemen yanlarında aynı büyüklükte bir kafes daha var ama boş izlenimi veriyor. Üzerine iliştirilmiş kağıda kalın harflerle 'Pepe & Aurelia' yazılmış. Dikkatli bakınca tüneklerinde rahatça oturup etrafa göz gezdiren yeşil papağanları gördüm. Çok güzeldiler.

Moladan sonra iki saat kadar yol aldık. Çevre boş. Yarı yarıya çalılarla kaplı kurak araziden geçiyoruz. Arada yine çölleşmiş kısımlar var. Artık deniz seviyesinde değiliz, yükseliyoruz. Naska, 700 - 800 metrelik rakıma sahip, And dağlarının eteklerinde kayalık bir bölge. Doğa yapısı olmadığı kesinleşmiş on iki tane çizim bulunuyormuş. Antonio figürleri İnkaların çizdiği konusunda çok emin. Sanat ürünleri olduğunu söylüyor. Çok değişik iddialar var tabii. Otobüste tartışma başlıyor. Herkes kendi doğrusunu savunuyor. Biz karışmıyoruz. Gördüğünün ne olduğundan, kimin yaptığından mutlaka emin olmak mı gerekir? Biraz da hayal aleminde dolaşalım, ayaklarımız yere basmasın bakalım. Zaten durum da uygun; sekiz kişilik uçaklarla 400 ile 800 metre irtifada yarım saat uçacağız.
Havaalanı küçük. Sıramızı beklerken pır pırların havalandıklarını görüyorum. Çok minikler! İyi sallayacaklar, belli.

İlk sekizde Türk rehberimiz, bizim gruptaysa Antonio var. İnince dağılmış olursak yapamayız diye binmeden önce uçağımızın önünde hep birlikte resim çektiriyoruz. Pilotumuz melez, yardımcısı ise hem kadın hem melez.

Kalktık. Gürültülü ve sarsıntılı. And dağları yakın, sivri tepelerle bezeli geniş bir duvar gibi önümüzde. Altımızdaki yeryüzü kurumuş da donmuş nehir yataklarına benzer çizgilerle kaplı. Kalın olmalılar çünkü Panamerikan karayolu yanlarında ince kalıyor. Renk, kurşuni gri. Başka bir gezegene geldiniz deseler, inanacağım.

Şekillerin bulunduğu bölgede uçak önce alçalıp sağa yatıyor, sonra biraz yükselip aniden dönüyor, tekrar alçalıp sola yatıyor. Her seferinde kopilot hangi şeklin üzerinde olduğumuzu söylüyor ve 'hadi, şimdi!' diyerek resim çekmek için en uygun zamanı haber veriyor. Tam yirmi dört kez aynı manevra yapıldı. Kimsede iç kulak sıvısı falan kalmadı, hepsi ya çorba oldu ya da pelte. Sararıp solanlar, erken bitirelim diye ısrar edenler, kusmaya başlayanlar... Bir ara pilot şamatadan korkup dönme eğilimi gösterdi, Antonio kanalıyla engelledik tabii. İyi düşünüp binmeselerdi! İnsan Naska çizgilerini hayatında kaç kez kendi gözleriyle görebilir ki? Resimler çok net çıkmadı, bazı şekilleriyse çekemedim ama müthiş bir deneyimdi. Yukarıdan bakılarak planlanmış da öyle çizilmiş izlenimi edindim. Eğer gerçekten İnkalar çizdiyse inanılmaz bir mimari dehaları varmış. Sanat eserleriyse, bence dünyanın en etkileyicileri.

İndiğimizde ikimizle Antonio dışında herkes kusuyordu. Bize nedense bir şey olmadı, hafif baş dönmesiyle atlattık. Sonra elbette ki pilotumuz ve yardımcısıyla resim çektirdik. Hatta ön koltuğa oturup uçağı kullanıyormuş gibi bile yaptık. Yalnız Antonio, kopilotun pembe kulaklıklarını takmayı reddetti. Erkek olarak ona uymazmış. Pilot istemeyerek koyu gri renkteki kendininkileri vermek zorunda kaldı; ne de olsa vatandaşı, kırmak yakışmaz.

Naska'da uçtuğumuza dair 'El Piloto' imzalı belgelerimizi alıp milletin biraz toparlanmasını bekledikten sonra tekrar yola çıkıyoruz. Bu kez hedef, çömlek atölyesi.

Çömlek ve süs eşyası yapımı ilkel ama ortaya güzel şeyler çıkıyor. Eski İnka eserlerinin aşağı yukarı aynılarını üretip satıyorlar. Kullandıkları boyalar doğal. Gerçek parçaları dağlardan toplayıp (kimse 'bunlar burada ne arıyor?' diye sormuyor demek ki) onlara bakarak toprağı şekillendiriyorlar, bahçe girişindeki yere gömülü küçük fırında pişiriyorlar. Atölye hem ev hem çalışma mekanı olarak kullanılıyor. Bize yapım aşamasını gösteren genç Kızılderili kadının çocuğu olduğunu tahmin ettiğim iki yaşlarında bir minik, ortalıkta koşuşturuyordu. Naylon iskemlenin üzerinde evin köpeği uyuyor, altında ise yıldızlarla kaplı, domates görünümlü top duruyordu. Ufaklık, resme dahil olmak istemedi.

Saat beş buçuk oldu, birazdan hava kararacak. Otele doğru yola çıkıyoruz. Alacakaranlıkta yüksek duvarlı, büyük tahta kapılı bir yere geliyoruz. Antonio otobüsten inip kapıyı çalıyor. Bildiğimiz daire girişlerindeki ziller gibi, sesi öyle. Bir tür han burası. Ağır kapı gıcırdayarak açılıyor.

Şimdiye kadar gördüğüm en zevkli otele girdik. Çeşit çeşit ağaç kenarlara dikilmiş. Yeşillerin tonları birbirlerine ne kadar uygun! Bakımlı çimenler, sağda belki otuz değişik tür kaktüsten oluşmuş küçük bir bahçe, ilerisinde pembe beyaz mermerli geniş basamaklarıyla tavana kadar camlı ana bina, solda koyu kahverengi tahtadan tek sıra dizilmiş odalar, önlerinde kocaman toprak saksılarda binbir çeşit çiçek... Çevre de odamız da tertemiz. Tüm mekanlarda açık, uçuk renkler kullanılmış, ferahlıktan başka bir şey hissetmek olanaksız. Tek kusuru duvarların çok ince olmasıydı. Yan odadakiler ne zaman çanta açtılar, duş aldılar, hep duyduk. Onlar da bizi tabii.

Lobi daha şaşırtıcıydı. Yemek salonu kadar geniş ve orta yerine Feng Shui köşesi (merkezi demek daha doğru olur belki de) yerleştirilmiş. Arkasındaki duvarda ise Peru'lu ressamların orijinal tablolarıyla el dokuması halılar... Her şey birbiriyle öylesine uyumlu ki!

Yemekte grubumuzdan başka sadece dört kişilik bir İngiliz aile vardı; otel boş sayılır. Ev yapımı Peru şarabı içerken otelin sahipleriyle tanıştık. İtalyan bir karı koca. Birkaç yıl önce Peru'ya gezmeye gelmişler ve çok etkilenmişler. Ülkelerindeki işlerini tasfiye edip yaşamak için Naska'ya dönmüşler sonra da burayı açmışlar. 'Biz her şeyi Peru'lulardan öğrendik. Kızılderili halkı topyekun sanatçıdır' dediler.

Arada sigara içmek için dışarıya çıktığımda 'zır zır' diye zil çaldı. Garsonlardan biri koşturup zorla ağır kapıyı araladı ve içeriye enstrumanlarıyla birlikte altı genç müzisyen girdi. Adamın el kol hareketlerinden konuşmanın 'hadi, çabuk, nerede kaldınız?' kısmını anladım. Ben de arkalarından seyirttim; konseri kaçırmak istemem.

Bir halkın yerel müziği çok sesliyse orada yaşam ölüme galip gelir, insanlar hem duyarak hem bilinçle yaşarlar üstelik çevreye de ümit saçarlar; benim düşüncem bu (Antonio'ya da söyledim). Şu anda ezilmiş olmalarının pek önemi yok, potansiyelleri çok güçlü, içlerinde kin barındırmıyorlar bir kere. Her an beklenmedik atılımları gerçekleştirebilirler. O kaba tipli gençlerin yaptıkları müzik mükemmeldi.

Rehberimiz çok keyiflendi. Belki biraz da otel sahiplerine jest olsun diye, müzisyenlerle fısır fısır konuştuktan sonra ikisinin eşliğinde İtalyanca öyle bir Napoliten şarkı döktürdü ki ağzım açık kaldı. Ne ses varmış adamda!

Gece geç vakitlere kadar dışarıda, duvarın üzerinde oturdum. Arkadaşım da geldi. Hava sıcak, ters duran hilal tombullaşmış, gökyüzü göz kırpan yıldızlarla dolu. Hiç yorgunluk hissetmiyorum. İyi ki geldik; Peru büyüleyici bir yer.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

PERU (PARAKAS)

Kahvaltı sonrası otobüste ilk iş sayılıyoruz. Hem rehberimiz hem de Antonio tek tek, kafalarını sallayıp gülümseyerek sayıyorlar.

Yanımıza bir günlük yedek giysi almamız söylendi, öyle yaptık. Program şöyle: Önce Ica bölgesindeki Parakas'a gidip doğal park olan Ballestas adalarına tekne ile ulaşacağız. Sonra yemek yiyip Naska'ya gideceğiz, pır pır uçaklara binip Naska çizgilerini göreceğiz. Çömlek yapım atölyesine de uğrayıp gece Naska'da kalacağız. Yarın aynı yol üzerindeki müze ve katedralleri gezerek geri döneceğiz. Yarını bilemem ama bugünün uzun olacağı kesin.

Lima'nın dış mahallelerinden geçiyoruz; gecekondu bölgeleri. Sıvasız, döküntü evler, önlerinde çöpler, pencerelerden sallandırılmış çamaşırlar... Sekiz milyonluk kentin çevresi sarılmış durumda. Herhalde nüfusun yarısından fazlası buralarda yaşıyor. Tıpkı İstanbul gibi.

Panamerikan karayoluna çıktık. Antonio, bu yolun Alaska'yı Arjantin'e bağladığını anlatıyor. 48000 kilometre uzunluğundaymış. İlk on beş dakika okyanusu görerek gidiyoruz. Derken çöl başlıyor.

Çöl! Hayatımda ilk kez çöl görüyorum. Borges'in 'en büyük labirent' dediği yer. Acaba bunu kum çölleri için mi söylemişti? Burası küçük taşlarla kaplı toprak bir alan. Göz alabildiğince uzanıyor. Hemen adını soruyorum. İlk çölümün adını mutlaka bilmem gerek. 'Huacachina'. Aklımda tutamadım tabii. Defterim yanımda yok, küçük bir kağıt parçası bulup yazdım.

Huacachina'nın göbeğinde ip gibi uzayıp giden asfaltta ilerlerken uzaklardan And dağları belirdi. İlk çölüm öyle korkutucu gelmedi bana. Taşlı topraklı olduğuna göre mutlaka kendisine uyum sağlamış hayvanlar barındırıyordur. En azından solucanlar, yılanlar falan. Yaşamı reddeden bir yermiş izlenimi yaratmadı.

İki buçuk, üç saat yol aldık. Arada bir kez durduk; ihtiyaç molası. İkinciyi talep edenler olduysa da reddedildi. Gecikmişiz, teknede bizi bekliyorlarmış. Zaten şoför de hızı arttırdı.

Karada bembeyaz yükselmiş yelkenli gemi heykeli Pasifik'ten önce göründü. Parakas'ın simgesiymiş. Çölden çıkışa yerleştirmişler, iç ferahlatıyor. Peru'luların ince estetik anlayışlarıyla sıradanı sanatla harmanlayan yaşam biçimleri ayrıntılarda belirginleşmeye başlıyor.

Kıyıya ulaştık. Hava sıcak, tişörtlerleyiz. Rehberimiz 'çabuk giyinin' diyor. Ne giyeceğiz bu güneşte? Sırtımdan şıpır şıpır ter aktığını hissederek kalın kazağımı üzerime geçirip boynundaki fermuarı çeneme kadar çekiyorum. Üzerine de yağmurluk. Şapka mı? İşte yanıma almayı unuttuklarımdan biri daha. Neyse, yağmurluğun kapüşonu var, gerekirse onu kullanırım. Homurdanan dolu. Adam durup dururken eziyet etmek için böyle davranmıyor ya, herhalde bildiği bir şey var.

Marina burası. Bir sürü yelkenli, büyüklü küçüklü botlar, tekneler demirlemiş. Çoğu gezi motoru, bazıları ise balıkçılıkta kullanılıyormuş. Koşarak iskelede hazır bekleyene biniyoruz. Hepimize can yelekleri veriliyor, takıyoruz. Üstü açık, hovercraft benzeri, sıra sıra tahta banklar yerleştirilmiş bir tekne bu. Bizden önce gelmiş olan Japonlarla batılı turistler ters ters bakıyorlar. Geciktik de ondan. Hemen hareket ediyoruz.

Daha marinadan ayrılmadan yelkenlilerin direklerine keyifle kurulmuş dolu kuş görüyoruz. Büyük deniz kuşları; çok çeşitli.

Okyanusa çıktık. Pasifiğe en batısından açılıyoruz. En doğusundan, Japonya'dan da aynı şeyi yapmıştım. Fakat o zaman ilk kez okyanusla karşılaştığımdan olsa gerek, epeyce ürkütücü gelmişti. Dalgasız, sakin hali bile iyi sallıyor, biliyorum. Sonra hemen derinleşiyor, hep koyu mavi hatta lacivert. Çok büyük ve çok gizemli. Ben iç deniz insanıyım, mavinin açık tonlarına, turkuaza daha yakınım. Yine ürperdiğimi hissediyorum.

Önce yavaş gidiyoruz. Üzerimdekiler artık terletmiyor, motorun üstü iyi esiyor. Solda kumluk olduğunu sandığım bir tepeye yaklaştık. Göz bu kadar mı yanılır? Kayaymış. İşte İnkaların atalarınca yapıldığı rivayet edilen, tam olarak hangi kültürden kaldığı keşfedilememiş şekil! 'El Condelabro' (tekrar otobüse bindiğimizde bunu da kağıdıma yazmıştım). Kayaya kazınmış. Birkaç on metrelik büyüklüğü var. Quechua dilinde (Antonio'nun ana dili) İspanyolcasının karşılığı yok. Bir elinde mısır, diğer elindeyse başka bir bitki tutan ana tanrıça figürü gibi. Haberci olduğu da söyleniyormuş. Tam bir bilinmez. Peki, deniz kabardığında kayaya vurup aşındırmıyor mu? Yüzyıllar boyunca bozulmadan nasıl kalmış, belli değil.

Tanrıçanın önünden sürüyle kuşlar uçarken sanatsal bir fotoğraf çekmeye çalıştım. Fotoğraf tamam da sanat kısmı gerçekleşmedi tabii.

Artık enginliğe doğru yol alıyoruz. Tekne hızlandı; suda neredeyse zıplayarak, içeriye damlacıklar yağdırarak, ufka kadar uzanan maviliğin kaptanca bilinen bir bölgesine doğru ilerliyor. İyi ki giyinmişim, üşümeye başladım üstelik ıslanıyoruz. Kapüşonu da çekiyorum.

Bir saate yakın böyle gittik. Sonunda denizin ortasında beyaz, bazı yerleri oyulup kocaman delikler açılmış kayalar belirdi. Yaklaşınca inanılmaz bir kuş yoğunluğuyla karşılaştık. Milyonlarca kuş! Grup halinde tünemiş olanları kaya tepelerini siyaha boyamış. Uçup süzülenler çığlık çığlığa. İyice yakınlaşınca keskin bir koku sardı her yanı. Dışkılar! Katılaşıp taşların alt kısımlarına yapışmışlar. Bunlar toplanıp gübre yapılıyor, kimya sanayinde kullanılıyormuş.

Nispeten bütünlüklü bir kayanın üzerine derme çatma izlenimi veren gözlem kulübesi yerleştirilmiş. Çevresi felaket bir kuş kalabalığı. O gürültüde nasıl çalışılır?

İşte pelikanlar, penguenler ve denizaslanları (ya da foklar)! Hepsi birlikte, birbirlerini rahatsız etmeden güzel güzel yaşıyorlar. Herkese yetecek yer ve yiyecek var.

Pelikanlar bilmiş görünümlü. Penguenler küçük, ancak diz boyu, dolaşıp kendilerince konuşuyorlar; sevimliler. Denizaslanları tembelce uzanmış, güneşleniyorlar. Bir anne denizaslanı çocuğuna yüzme dersi veriyordu, seyrettik. Üzerindeki küçük yaratık bas bas bağırırken önce başını gövdesine sürttü, sonra silkelenip yavruyu suya atıverdi. Arkasından kendisi de atladı.

Delikler, mağara gibi. İçlerine sokuluyoruz. Koku, keskinliğiyle göz yaşartıcı. Kuşlar her yerde. Kaç çeşit olduklarını öğrenemedim ya da unuttum.

Bazı oyukların altlarında siyahlaşmış taşlık alanlar var. Oralarda birbirlerini yastık yapmış uyuklayan onlarca denizaslanı yatıyordu.

Birden bu ortamda en düş ürünü sayılabilecek canlıyı görüverdim: Bir dalgıç! Kimse bana inanmadı. Ama iki tane resmini çektim, kanıtım var.Yarım saat bu doğal yaşam alanının çevresinde dolaştık. Gerçekten güzeldi.

Döndüğümüzde rehberimiz bize, özellikle grup lideri olan arkadaşımıza teşekkür etti. Daha önce beş kez Peru'ya gelmiş fakat gezdirdiği turların hiçbiri Parakas'ı programına almamış. 'Hep uzaktan bakar, ölmeden önce Ballestas adalarına gidebilecek miyim diye düşünürdüm, sağ olun' dedi. Sesi titriyordu. Bizimki turistik zevkse onunki mesleki tatmin duygusuydu sanırım. Bir şeyi veya yeri çok iyi bilip de yakınlaşmasına izin verilmemek... Kendine güveni durup dururken yitirmek... Onu gayet iyi anladım.

Yemekten sonra Eric Von Daniken'in meşhur Tanrıların Arabaları kitabında uzaylıların yaptığını savunduğu Naska çizgilerini görmeye gideceğiz.

2 Temmuz 2010 Cuma

PERU (Başlangıç: İstanbul'dan Lima'ya)

Yola çıkmadan önce tedirgindim, ne yalan söyleyeyim. Öncelikle memleketten on iki bin kilometre uzağa gidiyoruz, bir sorun olursa dönmek o kadar kolay değil. Sonra arkadaşımla ilk kez birlikte bu kadar uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. İnsanlar bir içki masasında bir de yolculukta anlaşılırmış derler. Birbirimize uyum gösterebilecek miyiz, bilmiyorum. Ayrıca böylesine tanımadığım yerlere giderken yeterince donanımlı mıyım? Hem en sıcağa hem de en soğuğa göre giysi almamız konusunda uyarıldık. Nasıl hazırlanılır ki? Son olarak İstanbul'dakilerin söyledikleri var. Hele birisi, oraları görmemesine rağmen avuç içi kadar büyük, uçan böceklerin olduğunu öğrendiğinden bahsetti. Hiç kulağımdan gitmiyor, ya doğruysa?

Sabah saat dört buçukta evin önüne gelen minibüs benzeri araca bindim. Herkes heyecanlı. Grup elemanlarının bir kısmıyla iki hafta önce tanışmıştım yine de içimde pır pır eden bir şeyler var. Bilinmeyene gidiyoruz. Eminim ki yolculuğun ilk üç dört gününde aslımız neyse ortaya çıkacak. Başkaları bir yana, kendim hakkında da bilmediklerim açığa dökülecek; bakalım hoşnut kalacak mıyım? On beş gün bir arada olacağız, az değil.

Zihnim öylesine dalgındı ki neredeyse fotoğraf makinemi bile unutuyordum. Tek bir bel çantası veya küçük el çantası almayı akıl edemedim. Sırt çantama mahkumum, belli.

Havaalanında rehberimizle tanıştık. Saçları dökülmüş, ellili yaşların ortalarında, kısa boylu, kalın dudaklı bir adam. Altı dil biliyormuş. Yeryüzündeki yüz yirmi ülkeyi dolaşmış, bazılarını birkaç kez. Hareketlinin ötesinde, yerinde duramayan bir tip. Hızla hepimizi süzüp beynine yerleştirdi ve biraz uzak durdu. Bu davranışıyla benden olumlu puan aldı; güvendim.

Madrid'e gidiş sıradandı. Gümrükte rehberimizi takip ettik, ayakkabılarını çıkarttığını görünce biz de çıkarttık ve geçtik.

Artık Peru'ya doğru yol alıyoruz. On iki saatlik bir uçak yolculuğu. Yanıma üç tane kitap almıştım; can simitleri. Bir de defter var tabii. Sözde her akşam yazacağım. Neyse, şimdilik ilk kitabı açıp okumaya başlıyorum.

Uçsuz bucaksızmış gibi görünen Atlantik okyanusunun üzerinde uçuyoruz. Birden bazı adalar beliriveriyor. Kanarya adaları! Yukarıdan bakarken, o boşluk izlenimi yaratan tekdüze maviliğin içinde ortaya çıktıklarına öyle sevindim ki yüzeylerini okşayacağım geldi.

Biraz uyuklayıp biraz okuyarak yarı bilinçli durumda dışarıyı seyrederken Atlantik bitti. Aniden orman denizinin tepesinde yol almaya başladık. Amazon havzası! Boşuna yerkürenin akciğeri denmiyor, okyanus kadar engin. Artık Amerika kıtasındayız, hem de güneyinde. O muhteşem, aralıksız yeşilliğin ortasında mavi bir yılan gibi uzanan yumuşak kıvrımlı yol da ne? Bu kadar yüksekten nehir görünür mü? Görünürse genişliği nedir? Gözlerimi dünyanın en uzun, en büyük (bunlardan çok emin değilim), en besleyici (bundan kesinlikle eminim) nehri Amazon'dan ayıramıyorum.

Dünyanın bu bölgesi kesinlikle değişik, uçaktayken bile anlaşılıyor. Şimdi de bıçakla kesilmişçesine ormanlar bitti, dağlar başladı. Bir tarafları ağaçlarla kaplı diğer taraflarıysa kel. Doğa, kesin çizgilerle ayrılmış farklı oluşumlar sergiliyor. And dağları çok etkileyici. Bize değmeye çalışırmışlarcasına yükselmiş, enerjilerini hissetmemek için tüm duyuları köreltmeyi gerektiren heybetli sıradağlar. Gençlikleriyle adrenalin salgılıyorlar sanki. Neredeyse yürüyecekler! Bunların tepelerine yakın yerlerde nasıl dolaşacağız, bilmem ki.

Alçalıyoruz, tekrar deniz göründü. Pasifik! Yeryüzündeki karaların en batısındayız, üstelik güney yarımküredeyiz. Rüyada değilim, gerçek bu: Lima'ya geldik.

Otele varmak sekiz buçuğu buldu. Sadece uçuş süremiz (İstanbul-Madrid, Madrid-Lima) on altı saat. Başlangıç ve aradaki beklemelerle birlikte yirmi saati aşkın süredir yoldayız. Ama yaşanmamış zamana doğru uçtuğumuzdan, içinde olduğumuz gün hala bitmedi. Ben bittim. 'Yemek yarım saat sonra' diyor rehberimiz. Acelemiz ne? Bir duş alsaydık ya! Daha başımıza gelecekleri bilmiyoruz tabii. Başından sonuna böyle olacak. Sabahları sıklıkla dörtle altı buçuk arası kalkacağız, her yere koşarak yetişeceğiz, bu ilk kaldığımız otel hariç hiçbir yerde bir geceden fazla kalmayacağız, hep telaşla bavul açıp kapatacağız... Öyle rahatlık nerede? Ayrıca o götürdüğüm defteri de bomboş geri getirdiğimi, tek kelime bile not alamadığımı itiraf etmeliyim.

Yemekten önce Antonio ile tanışıyoruz; yerel rehberimiz. Siyah saçlı, koyu tenli, çok koyu kahverengi gözlü (ama nedense bal rengiymiş izlenimi veriyor), zayıf, orta boylu, sakin ifadeli bir adam. Peru Kızılderilisi. Hepimizin elini tek tek sıkıyor. İnsanın gözlerinin içine öylesine dikkatli bakıyor ki delip geçiyor; 'kafatasımın derinliklerinde ne keşfetti acaba?' diye düşündürüyor. Arkadaşımla birlikte 'kırkına yakındır herhalde' tahmininde bulunmuştuk, elli iki yaşında olduğunu öğrenince çok şaşırdık.

Yemekte ilk kez Pisco Sour içiyoruz. Peru'nun yerel ve çok yaygın alkollü içkisi. Hoşuma gitti fakat her öğle ve akşam önümüze getirilince bıktım.

Odaya çekilip dinlenmek iyi geliyor. Bazı grup elemanları dışarıya çıktılar. Alışveriş yapacaklarmış. Şaşıramayacak kadar yorgundum; uyumuşum.

Birinci gün sabahtan akşama kentte dolaşıyoruz. Lima, klasik kalıplarda bir büyük şehir. Geniş caddeler, düzgün binalar, katedraller, saray yavruları, heykeller... İnkalar yok, herşey İspanyol tarzı. Eski uygarlık yerle bir edilip ortalık temizlenmiş, batı tarzı yapılaşmayla yaşam yerleştirilmiş. Peki, ya yerli halk? Antonio daha sonra ayrıntılarını anlatacağı acıların ilk sinyalini veriyor: 'Burada üç grup insan vardır. Beyazlar yani İspanyol asıllılar, melezler ve benim gibi Kızılderililer. En iyi durumda olanlar, en geniş imkanlar sağlananlar hep beyazlardır. En az eğitim ve en düşük gelir oranıysa Kızılderililerdedir.'

Yerel rehberimizin eğitimini öğrenemedik fakat dört dil bilen ve ülkesinin hem tarihini hem de arkeolojik geçmişini yutmuş bir insan. İspanyol kökenli rehberlerin üçte biri kadar ücret alıyormuş.

O ilk gün bana farklı bir kıtada ve kültürde olduğumuzu gösteren üç şey oldu. Birincisi ağaçlardan neredeyse fışkırarak çıkmış, bizim taraflarda görmediğimiz kadar iri, yükseklere uzanmış boyunlarıyla kuşları, arıları avaz avaz çağıran müstehcen görünüşlü boru çiçekleri. Bir çiçek için böyle düşüneceğim hiç aklıma gelmezdi. İkincisi büyük meydanda, parlamento binası önündeki asker değişim töreninden sonra çalmaya başlayan sokak müziği eşliğinde önce dans edip sonra kaldırıma yatarak sevişen genç Lima'lı çift. Epeyce ileri gittiler, kimse bakmadı. Üçüncüsüyse gece gökyüzünde beliren hilal: Ters duruyordu yani aşağıdan yukarıya doğru; şaka gibi.

Sabah altıda kalkıp önce Parakas'a sonra da Naska'ya gideceğiz. Henüz deniz seviyesindeyiz yine de İnkalar ve atalarıyla tanışmanın zamanı geldi.