ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

8 Temmuz 2010 Perşembe

PERU (CUZCO - Pumanın dişleri)

Akşam yemeğinde Antonio tuhaf bir uyarı yaptı. Kremlerin, deodorantların, şampuanların ağızlarını çok sıkı kapatmamızı yoksa Cuzco'da valizleri açınca hepsini patlamış görebileceğimizi söyledi. Ben de dahil herkes güldü tabii. Uçak yolculuğu bu. Buraya gelirken 12000 metre yüksekten uçtuk. Olsaydı o zaman bir şey olurdu. Topu topu 3700 metreye çıkıyoruz ve uçaklarda basınç ayarı var.

Sabah üzerine vurunca davul sesi çıkartan bir karınla uyandım. Daha doğrusu mide. Hafif bulantı devam ediyor. Karnım aç ama kahvaltıyı içim almadı, gözlerimle doymaya çalıştım. Yarım fincan kahveyle idare ettim. Arkadaşıma söylemedim. Çok fazla annelik yapacak, sıkılacağım.

Uçağın kalkışındaki ivmede bulantı öyle arttı ki önde hazır bulunan kesekağıdını elime alıp bekledim. Neyse, sadece terleyerek Cuzco'ya inebildim. Yine de önlem olarak kesekağıdını katlayıp kot pantolonumun arka cebine yerleştirdim. Her an bir patlama gerçekleşebilir.

Valiz sırasındayken rehberimiz yanımıza geldi. Konuşup duruyor. Ekip üyelerinin yakınmalarından sıkılmış, içini döküyor. Suya sabuna dokunmadan cevap veriyorum, bir yandan da 'umarım sözcükler yerine mide içeriğimi boşaltmam' diye düşünüyorum. Bizim çantalarımız sonlardaymış, epeyce bekledik. Zor zamanlardı.

Çıkışta yerli halktan bazı kişilerin resimlerimizi çektiğini gördüm, anlam veremedim. Burası Peru'nun en turistik bölgesi. Fotoğraf makinesini kullanacak olan bizleriz. Onlar neden bizi çekiyorlar ki?

Otele vardığımızda nefes darlıkları, baş ağrıları, artmış barsak hareketleri başlamıştı. Odalara çıkmadan önce hepimize Coca çayı ikram edildi. Havaalanından Coca şekerlerimizi zaten almıştık. Yolda bir tanesini belki midemi bastırır diye yedim, tadı hoşuma gitmedi. Çayı zorla içtim. Yükseklik hastalığına iyi geliyormuş. Benimki şanssızlık. İstiridyeden zehirlendim, biliyorum. Soluğum iyi, halsizliğim yok, başım falan ağrımıyor fakat yine de basınç değişikliği olayı arttırabilir. Şakır şakır terliyorum, siliniyorum, diğerlerini dinliyorum, hiçbir şey belli etmemeye çalışıyorum.

Saat on iki oldu. Dışarıda yemeğe gideceğiz. Sonra da İnkaların başkentine, pumanın dişlerini görmeye. Yemek sırasında veya sonrasında kendisini iyi hissetmeyen olursa otele bırakılacak. Bavulları açmadan yola koyuluyoruz.

Arkadaşım karnında hafif bir şişkinlik hissetti; rahatsız edici sayılmaz. En arkada çıkıyoruz.

600000 nüfuslu, çok otantik bir şehirdeyiz. Elbette İspanyol tarzı ama Lima gibi değil, ilk kurulduğu şekliyle kalmış. And dağlarının bu yöredeki en yüksek ve en geniş vadisine inşa edilmiş. Çevresi kapalı bir çanakta yer alıyor. Meydanı gerçekten hoş. Telefonlar bir çekiyor, bir çekmiyor.

Otelin kapısında: 'sen git, ben gelmiyorum' sözlerini ancak söyleyebildim ve arka cebimdeki kesekağıdını el çabukluğuyla açtım. Bütünü doldu, ağzına kadar. Yirmi dört saattir bir şey yemiyorum, nereden çıktı bunlar?

Arkadaşım şaşırdı kaldı. Elinde fotoğraf makinesiyle dondu sanki. 'Ne oldu? İyiydin!' diyor. Gerçekten iyiyim artık. Çöp kutusu aradım, yok. Caddeyle kaldırım arasına elimdekini bırakıp yüzümü gözümü sildim, 'bitti, tamam, ben de geliyorum' dedim. Yemekten bana ne! Sürünsem de önemli değil, pumanın dişlerinin arasına girmek için ölüyorum.

Etrafımıza bakınıyoruz, kimse görünmüyor; gitmişler! Neyse ki arkadaşımda rehberimizin cep telefonu numarası vardı (bende o da yok), çeken bir köşe bulup aradık, lokantanın yerini öğrendik. Elbette sonradan kulağına fısıldayarak ikinci uyarımızı yaptık. Başkalarıyla ilgili kısım anlaşılmış da bizim insan olduğumuzla ilgili kısım yeterince anlaşılamamış! Bir daha olmadı. Hatta 'nerede doktorlar?' denmeden bir adım bile atılmadı.

Bu gezide aklımda kalmayan tek şey yemekler. Belki bir gurme ayrıca Peru mutfağını anlatabilir fakat benden hayır gelmeyecek.

İnka başkentine gidiyoruz, çok heyecanlıyım. Biraz halsizim, açım, karnım hala şiş falan ama dünyada gizemi aydınlatılamamış en önemli uygarlıklardan birinin merkezindeyiz; şu anda daha önemli ne olabilir?

Antonio anlatıyor: İnkalarda üçlü düzen esas. Gökyüzü (tanrısal alem), yeryüzü (yaşam), yer altı (ölüler dünyası). Temsilcileri kondor (bir tür akbaba), puma ve yılan. Kişinin özünde ise beden, akıl ve ruh. Huacachina'da yol kenarlarında üst üste konmuş kocaman üçlü taşlar görmüş, anlam verememiştim. Demek buymuş.

Her önemli merkez gibi burada da kapı var; giriyoruz. Muhteşem bir mimari! Tonluk taşlar öyle bir kilit sistemiyle birbirlerine geçmiş ki sökmek de yıkmak da imkansız. Nitekim İspanyollar defalarca bombalamış, barut izleri dışında hasar verilememiş. Her bir duvar deprem olasılığına karşı beş ila on derecelik eğimle yükseliyor. Sarsıntılarda sadece titremişler, ne antik şehre ne de içindekilere hiçbir şey olmamış. Çıkıntılı bloklar yukarıdan bakıldığında pumanın dişleri gibi görünüyormuş. Yükseklerden görülecek silueti, pumayı andıracak tarzda inşa edilmiş.

Şu 'uzaktan bakınca istediğimizi göstermeli!' anlayışı çok ilginç. Üstelik uygulamayı başarmışlar. Naska'daki varsayımdı. Buradaki kesin. Nasıl bu kadar üç boyutlu ve başkalarının bakış açısına göre düşünebilmişler; anlaşılır gibi değil.

Mimarilerinin temelleri açığa kavuşturulabilseydi eminim ki bugün dünya çok daha ileri bir yapı tarzına sahip olurdu.

Kale benzeri bir yerdeyiz. Her bir taş arası diz boyundan yüksek. En tepesine kadar yüze yakın basamak var. Daha sonra hiç olmadığı kadar zorlandım yine de çıktım. Yukarıdan vadi ayaklar altında. Verimli, az ağaçlık, bol çalılık... And dağları baskın varlıklarını sergiliyorlar. Beyaz bulutlar zirvelerine dokunuyor. Etkileyiciydi.

İndiğimizde bir köylü kadın ve dişlek lamasıyla karşılaştık. İlk kez lama görüyoruz. İleride çok rastlayacağımızı, bizim memleketteki koyunlar kadar doğal karşılayacağımızı söylediler ama biz ilk göz ağrısı lamamızla yine de resim çektirdik. Tüyleri sık ve yumuşak.

Kente dönünce biraz sokaklarda dolaştık. Cuzco kırsalından gelmiş yerel kıyafetli Kızılderililer yanlarında çocuklarıyla üç beş kuruş karşılığında resim çektiriyorlar. Üzülmemek olanaksız.

Katedrali gezerken bir kişinin tansiyonu çok düştü. Yatırdık, ayaklarını yükseğe kaldırdık. Sağlık ekibi hazırmış. Hemen gelip oksijen verdiler; düzeldi. Bu tür olaylar burada iyice kanıksanmış olmasına rağmen tedbirsiz değiller.

Otele girmeden önce bazı yerliler önümüzü kesip ellerindeki resimleri uzattılar. İnanılmaz! Havaalanından çıkarken çekilen fotoğraflarımız! Onca turisti tek tek kaldıkları otellerde nasıl buluyorlar?

Öğle yemeğinden sonra kendisini iyi hissetmeyip dinlenmek için geri gelen arkadaşımızın nefes darlığı olmuş, tansiyonu da çok yükselmiş. Gözlem için hastaneye kaldırılmış. Rehberlerimiz onu ziyarete gidiyorlar, bizlerse yerel dans gösterilerinin yapılacağı lokale. İsteksizdik ama programın kesintisiz uygulanacağı şeklinde komut aldık. Gerginlik had safhadaydı; pek izleyemedik. Hastalanan grup elemanı toparlandı ancak gezinin kalanına devam etmek istemedi, Lima'ya döndü. Son gün tekrar buluştuk.

Otelin arkasındaki alandan panaromik Cuzco resmi çekilebilir. Kendi kendine öğrenmesine rağmen profesyonel düzeyde fotoğraflar çeken bir grup üyesi, yarım saat uğraşıp benim küçük dijital makinemi ayarladı ve o uzun objektifli aletiyle yapamadığını bana yaptırdı. Mükemmel bir gece görüntüsü elde ettim. (Sağol arkadaşım!) Karanlıkta ay ışığı nasıl öyle yayılıyordu, bilemedik.

Nihayet odamızdayız. Aynada ikimiz de göz altlarımızın çökmüş olduğunu fark ediyoruz. Bavulumu açtığımda krem ve deodorantımın kapaklarını aralanmış buldum. Neyse ki naylon torba içerisindeydiler, giysiler batmamış.

Esas problem yükseklik değil, belli. Dünyanın manyetik alan açısından en güçlü bölgelerinden birindeyiz.

Hiç yorum yok: