ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

11 Kasım 2012 Pazar

BOZCAADA

 Akvaryum koyunun büyücek bir havuzdan az farklı, içi ormanlık, benden başka kimsenin yüzmediği kısmındaki berrak sularından çıkarken ‘bu ada beni tekrar çağıracak, eminim’ diye düşündüm. Dar ağzına terkedilmiş izlenimi veren beyaz bir yelkenli demirlemiş, hep orada olmalıymışçasına yakışmış. Numaralı sualtı gözlüklerim yanımda değil, kayaları kaplayan yemyeşil bitkilerle denizkestanelerini ayırt edebildim fakat varlıklarını tahmin ettiğim küçük balık sürülerini seçemedim. Sadece kıyıdaki yosunlu taşların oyuklarında dolaşan tırnak boyundaki yengeçle selamlaştım, o kadar.

Arkadaşımın arabasıyla geldik, günübirlikçiyiz. Geyikli sapağından sapıp dönemeçli, dar yolda birçok sevimli köyden geçerek Odunluk iskelesine ulaştık. Geyikli hoş bir yer, uzun kumsalı göz alıcı. Kıyıdaki çay bahçeleri feribot bekleyenlerle dolu. Biz de oturup çaylarımızı, tostlarımızı ısmarlıyoruz. Hava açık, sıcak, rüzgarsız. Ağustos ayının ortasındayız, Ramazan sürüyor, çok kalabalık değil. Ege pırıl pırıl, Bozcaada yayvan, eflatun ve birkaç kulaçta ulaşılabilecek kadar yakın görünüyor.

Feribottan tipik bir ada meydanına indik. Arnavut kaldırımlarını hep sevmişimdir, burada da rastlayınca içim ılınıyor. Çarşının önünde kare şeklindeki balıkçı barınağında renk renk motorlar demirlemiş, ağlar asılmış, kimi kuruyor kimi temizlenip onarılmayı bekliyor. Sağdaki tepede yükselen heybetli kale şaşırtıcı; çok büyük üstelik neredeyse hiç harap olmamış. Diğer araçların peşinden ilerlediğimiz sokağın iki yanında üç katı aşmayan binalar var, kaldırımlarda kendiliğinden bitmiş zeytin ağaçları… Hafifçe yukarıya doğru eğimli ana yol asfalt. Arabalar oraya buraya sapıp kayboldular; pencereleri açıyoruz, içeriye keskin bir kekik kokusu doluyor.

Önce Ayazma’ya uğradık. Üstte yiyecek, içecek yerleri, altta ise geniş sayılabilecek uzun kumsalı ile gerçekten güzel. Ama klasik plaj burası; farklı bir yer arıyoruz.

Diğer yöne sapınca deniz sağda kaldı, solda ise bağlar boy göstermeye başladı. Aralarda meyve ağaçlarıyla zeytinler. Kekik kokusu devam ediyor. Ege tarafında her biri oda kadar minik birkaç koy gördüm, kendi özel daracık kumsallarıyla ışıltılı sulara kucak açmışlar. Çok çekicilerse de kimseler yok, buraları tanımıyoruz, böylesine insansız, ufak alanlarda duraklamaya çekindik. Derken Akvaryum koyuna vardık.

Bir yanı genişçe hilal şekilli kumsalıyla turkuaz renkli denize bakıyor, diğer yanıysa lacivert bir havuz. İşte burası! Kumların üzerine yerleşiyoruz. İyice ısındıktan sonra kendimizi Ege’nin kucağına bırakıyoruz. Serin ve tertemiz. Bayıldım. Geçirdiğimiz iki saat boyunca diğer tarafa benden başka giren kimse olmadı, nedenini anlayamadım. Eğer orada yüzmeseydim ‘keşke’si hayatım boyunca ara sıra belleğimi yoklardı.

Tekrar çarşıya döndüğümüzde acıkmıştık. Yerel ev yemekleri yapan bir lokantaya girip sebze ağırlıklı menümüzü ısmarladık. Ege otlarıyla zenginleştirilmiş gözlemeyi açmadan önce yapacak olan kadın aşçı hemen masamızın yanındaki bahçeye girdi, gözümüzün önünde yiyeceğimiz otları topladı, içeride kavuruverdi ve yufkasına katıp pişirdi. Her şey son derece lezzetliydi. Dolma yaprağının incecik, damarsız dokusuna ve ekşimsi, mükemmel tadına hayran kaldım. Ancak satın aldığım küçük bidondan farklı, kalın, bol damarlı yapraklar çıktı.
Dolaşmaktan yorulup soluklandığımız kafede bugüne kadar içtiğim en güzel limonatayı ağır ağır yudumladım. Ne tatlı, ne ekşi, tam kıvamında. İçindeki iri böğürtleni ve taze nane yaprağı ile inanılmaz zenginleşmiş. Turuncu pipeti, turuncu peçetesiyle görüntüsü ‘beni seyret, çabuk tüketme’ diye adeta sesleniyor. Arkadaşımla kızı koruk suyu ile gelincik şerbetini de denediler. Ben, ‘bir dahaki sefere’ dedim. Gerçekten bir dahaki sefer oldu.

Her meyvenin reçelini yapıyorlar, beş çeşit aldım hem de tadarak. Şarap da aldım. Dışarıya ihraç edemiyorlarmış, ancak oradan temin etmek veya kargo ile göndermelerini istemek mümkünmüş. Mis kokulu doğal sabunlar buldum. Gelinciğin reçel, lokum, şerbet ve sabun halinde değerlendirilebildiğini gördüm. Çavuş üzümü bal gibi, kabuğu incecik, ağızda eriyip gidiyor. Ondan üretilen beyaz şarap çok değişik, kokusuz. İnsanda alkolsüzmüş izlenimi bırakıyor, lıkır lıkır içme isteği uyandırıyor. Fakat çabucak çarpıyor tabii. Çarşıda yan yana sıralanmış hediyelik eşya stantlarında kıyıya vuran tahta parçalarıyla yapılmış heykellerden tutun da dantel gibi örülüp kolalanmış küpelere, küçüklü büyüklü rüzgar güllerine, camdan balıklara, kekik ballarına, zeytinyağına kadar akla gelen gelmeyen her şey var. Birkaç seramik sanatçısı dükkan açmış, kendi eserlerini hem sergiliyor hem satıyorlar. Naylon poşet kullanımı yasaklanmış üstelik yasağa titizlikle uyuluyor. Herkes elinde kalın kağıttan veya bezden torbalarla, filelerle alışverişe çıkıyor. Römork bağlanmış traktörler belediyenin çöp arabaları. Epeyce özel araç gördümse de korna sesi duymadım. İnsanların yüz ifadeleri sakin ve mutlu.

Döndükten sonra Bozcaada’yı merak edip biraz araştırdım. Türkiye’nin köyü olmayan tek ilçesi olduğunu, kuvvetli rüzgarlar nedeniyle sonbahar ve kış aylarında anakara ile bağlantısının sık sık kesildiğini, mevcut on yedi rüzgar türbininin yalnız biri ile tüm elektrik gereksinimini karşıladığını öğrendim. Dalmayı sevenlerin uğrak yeri, balığı bol, serin taş evlerde yaşayan bin beş yüz kişilik yerli Türk ve Rum halkıyla çekici bir Ege adası. Antik Yunancada adı Tenedos. Truva’nın tam karşısında. Mitolojiye göre tahta at kente sokulduğunda Akha denizcilerinin gemileriyle saklanıp son baskın için bekledikleri koy burada, güneyde bir yerdeymiş. Son yıllarda turizm gelişmiş, pek çok butik otel ve pansiyon açılmış; kötü yanını da söyleyeyim, konaklamak epeyce pahalı. Tek bir sağlık ocağı var, hastane gibi yirmi dört saat hizmet veriyor. Eczaneyle benzin istasyonu birer tane. Balıkçılık halen devam ediyor, adalıların olmazsa olmaz mesleği. Şarapçılık inatla sürdürülüyorsa da gelişemiyor çünkü nedeni anlaşılmaz ihraç yasağı ile karşı karşıyalar.

Bağların, toprağın, kumun, denizin renk uyumunu, kokuları, özellikle her yeri kaplayan kekik kokusunu, tatlardaki incelikli ayrıntıları ve çeşitliliği oraya gitmeden bilmem olanaksızdı. İtiraf etmeliyim ki beni çarptı. Topu topu bir buçuk ay sonra, Eylül sonunda yolumu tekrar oradan geçirdim, bir gece kaldım. Turistik mevsim sona erdiği için çarşı tenhaydı, dükkanların çoğu da kapanmış. Yine de akşam vakti arkadaşımla birlikte sokağa sıralanmış tahta masalardan birine oturup ağa o gün takılmış iri iki lüferi balık çorbası ve özenle hazırlanmış mezeler eşliğinde yediğimiz sevimli bir lokanta bulabildik. Ertesi sabah pansiyonumuzun asma çardaklı, çiçekli, minik bahçesinde yaptığımız kahvaltının ardından büyücek bir ada turuna çıktık. Ardından koruk sularımızı içtik; Gelincik şerbetiniyse satın aldım. Kaleyi dolaştık, fotoğraf çektik (buradaki resimler her iki geziden ama benim değil, arkadaşlarımın arşivlerinden). İlki gibi bu ziyaretim de maalesef çok kısa oldu.

'Bir dahaki sefer' yine olacak sanırım; denizlerin efendisi Tanrı Poseidon’un torunu Tenes’in mekanında daha keşfedecek dolu kıyı köşe var.