ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

30 Aralık 2013 Pazartesi

MODA BURNU

Bir mekan düşünün ki Marmara’yı Atlantik gibi engin algılatıp Prens adalarını üzerlerine büyüteç tutulmuşçasına iri endamlı gösteriyor. Üstelik bu iç denizden bozma okyanusun çıkışına İstanbul siluetinin gerçek figürlerini yerleştirmiş, bakana iç geçirtiyor. Yani kesintisiz, muhteşem bir manzara sunuyor. Ana karadan suya doğru birkaç adım attığı için böyle yapabiliyor. Kadıköy’ün ikinci en çıkıntılı bölgesindeyiz; Moda Burnu’nda.

            İki kelimeyle tarif etmek gerekirse: Sessiz, sakin. Çarşı’nın, iskelenin koşuşturan kozmopolit kalabalığı biz buraya gelirken sağa sola dağılıp eridi. Dolmuşların yolu bitti, arabalar otoparklara girip ortalıktan çekildi, otobüsse bu kadar uca gelmiyor zaten. Araç gürültüsünden arınınca ortalığı huzur kapladı. Tenis kortunun yanından geçerken biraz duraklayıp sporculara göz atmak, toprak zeminde sıçrayan top seslerini duymak mümkün. Çoğunluğu kaldırım hizasının aşağısında, çevreleri yeşilliklerle kaplı kafelerle mini lokantalardan müşterilerin keyifli mırıltıları yükseliyor. Buralı oldukları tertemiz ve yeterli beslenmiş hallerinden belli, ağırbaşlı üç – beş kedi orada, burada güneşleniyor. Meşhur, geniş çay bahçesine simidini, poğaçasını alan gelmiş, oturmuş. Garsonlar kocaman tepsilerle durmaksızın sıcak, tavşankanı çay dağıtıyorlar. Burası sabah yediden gece ikiye kadar açık. Tüm günlerdeki ayrı zamanların, her saatin müdavimleri, gelip geçici ziyaretçileri birbirinden farklı. Kimi dönerken merdivenlerden kıyıya, parka iniyor, hemen denizin berisindeki banklarda veya mendireğin taşlarında biraz daha oturup şehrin göbeğindeki bu saklı cennette geçirdiği vakti uzatmaya çalışıyor.

            Söylentiye göre aslında Kalkedon şehri Fenikeliler tarafından ilk olarak Moda burnunda kurulmuş. Karadeniz kıyılarındaki diğer kentlerine gitmeden önce ikmal yaptıkları, gereksinimlerini karşılayıp eksiklerini tamamladıkları yermiş. Yani durakladıkları, şöyle bir soluk aldıkları, güç topladıkları yer. Toparlanma, kısmen arınma bölgesi. Ya o antik zamanların etkisi yirmi birinci yüzyıla yansımış ya da mekanın sıra dışı etkileyiciliği insanları binlerce yıl öncesinde de sonrasında da aynı şekilde davranmaya yönlendirmiş; tahmin etmek kolay değil.

            Doksan beş yıllık iskelesi hala ayakta hatta az da olsa kullanılıyor. Osmanlının can çekişme dönemlerinde kurulmuş olan İngilizlere ait yat kulübü evrimini Türk – İngiliz kulübü, Su Sporları Kulübü, sonunda Atatürk’ün talimatıyla Moda Deniz Kulübü olarak tamamlamış. Hala varlığını sürdürmekte. Eski ahşap iskeleler üzerine inşa edilmiş ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul’da kadınların mayoyla denize girip yüzdüğü en belli başlı yerlerden olan Moda Kadınlar Plajı ise ne yazık ki harap olup yıkılmış. Keşke o da bugünlere işlevsel olamasa bile simgesel bir yapı olarak kalabilseydi! Anımsayanlar ölüp gidince resimlerine bakmak (araştırma yapanların dışında) kimin aklına gelecek? Bir semte, bölgeye, binaya özellik kazandıran, derinlik sağlayan, kimliğini veren yarı yarıya geçmişinden taşıyıp getirdikleri değil midir?

            Moda burnunun resminde öncelikle romantizm var. Yani içine kısmen hüzün karışmış güzellikle sevecenlik. Artık kırk yıl öncesinin o azınlıklarla dolu, çay bahçesinde dört beş dilin birden konuşulduğu, kozmopolit İstanbul parçası değil; daha tek tip. Kültür çeşitliliğini yitirmiş olmasına rağmen havası farklı. Başka yerlerle kıyaslandığında daha olgun; görmüş geçirmiş de durulmuş denir ya, öyle. Şehrin ortasında aniden sağladığı şaşırtıcı sükunet nedeniyle böyle hissettiriyor olabilir. Ya da tümüyle gençlerin tercihi olmamasından kaynaklanıyordur. Buraya her yaştan insan geliyor. Asla sıkıcı değil; sadece daha yavaş yaşanan devirlerin günümüzdeki temsilcisi. Cep telefonlarındaki, tabletlerdeki görüntüleri, sanal mesaj trafiğini boş verip manzaraya ve gerçek sohbetlere odaklanmayı mecbur kılan kara parçası. O puslu, adalarla lekeli, gemilerle hareketli Marmara mavisi, güneşin batışında uzun süre turuncuya boyanan gökyüzü, karşı yakanın masalsı silueti insanları gerginlikten kurtarıp dinlendiriyor. Rahatlayan, bu duyguyu seyrek tattığının bilincindeki büyük kentli, çevresine daha bir hoşgörüyle bakıyor. Gülümseyince yanındakinin de yüz hatları gevşiyor. Konuşmalar kendiliğinden yüzeysellikten uzaklaşıyor, herkes birbirini daha iyi anlıyor. Biraz hayal kuruluyor. Böylece günlük hayatın sıradanlığındaki sıkışmışlıktan kaçmak için seçenekler bulunabiliyor, sorunlara çözüm üretilebiliyor.

            İçinde zaman geçirildiğinde bellekte mutlak olumlu iz bırakan mekan.

28 Aralık 2013 Cumartesi

ÜMRANİYE

Üç – beş kavak ağacı dışında hiç yeşilliği olmayan, düzensiz ve plansız yapılmış çirkin binalar karmaşasıyla, çıldırtan trafiğiyle ünlü Ümraniye’den bahsetmek istiyorum. İstanbul’un en yüksek tepesinin eteklerinde bir yayla aslında. Bu çevrelerdeki en geniş yayla. Kadıköy’e, Beylerbeyi’ne yokuş aşağı neredeyse iki adım mesafede. Yerleşime öylesine uygun ki talan edilmiş.

            Bugünkü haline gelmeden çok uzun yıllar önce Frigyalılar tarafından, onlar için kutsal sayılan çam ormanlarıyla donatılmış. Adı: Ormaniye. Bu yemyeşil bölgeye Balkan savaşlarından sonra doğu Avrupa’dan göçenler yerleşmiş. Esas yerlileri onlar işte. Günümüzde torunları hala buralarda barınabiliyorlar mı yoksa kaçıp gitmişler midir, bilemiyorum.

            Üsküdar’a bağlı alçakgönüllü bir köyken (o zamanki ismi: Yalnız Selvi; tenhalığından dolayı böyle denmiş) nedense organize sanayi bölgesi ilan ediliyor ve Anadolu yakasının ilginç sosyolojik tümör olgusu hızla gelişmeye başlıyor. Önce iki katlı, bahçeli, çevresi bostan, az ötesi doğal park olan evlerin tepelerine direkler dikilip kaçak birkaç kat çıkılıyor. Seçim zamanları izinler alınıyor tabii. Yetmiyor, sırayla her biri yıkılıp daha da yüksek apartmanlar, siteler yapılıyor. Aralarda bolca bulunan geniş boşluklara plazalarla AVMler yerleştiriliyor. Yollar en sonda düşünülüyor. İnsanlar Anadolu’nun değişik yörelerinden gelip hemşerilik temelinde, öbekler halinde yerleşiyorlar. Yan yanalar ama ne benzerlikleri ne de birbirleriyle anlamlı bir temasları var. Topraklarından koptukları için tedirginler, içlerine kapanıyorlar. ‘En iyi savunma, saldırıdır’ içgüdüsüne elbette sahipler. Böylece Ümraniye en çok gasp, silahlı saldırı, taciz, tecavüz olayının yaşandığı yer haline geliyor. Geceleri sokağa çıkılamayan ilçe! Nüfusuyla birlikte çöplüğü de büyüyor, en sonunda Hekimbaşı’nda patlıyor. Yaralananlar, ölenler… Bu arada otopark mafyası, inşaat sektörü, her türlü ticaret tüm hızıyla kazanmaya devam ediyor. Bunlar öyle uzak geçmişin olayları değil, aşağı yukarı otuz senelik hızlı bir süreç.

            Kadıköy’deki Bağdat Caddesinin Ümraniye’deki karşılığı Alemdağ Caddesi. Üç şeridiyle geniş olduğu varsayılabilir. Fakat kullanımı şöyle: En sağ şerit park etmiş arabalara ait, ortadaki kısa süre duraklayanlar için, soldaki ise öncelikle yayalar, sonra da araç trafiği yararlansın diye bulunduruluyor. Plazalarda çalışan mobil pazarlama, finans, emlak, vs. sektörlerinin temsilcilerinin hepsine birer oto tahsis edilmiş. Ayrıca arazi zengini çok, hepsinin eşleri, kızları kapalıysa da oradan oraya gitmek, sosyalleşmek istiyorlar; bunu yürüyerek yapacak değiller ya! Ciplerine binip çıkıyorlar. Bir de köprü bağlantı yollarına ulaşmaya çabalayan, işi olup da kendi arabasıyla buralara gelmek gafletinde bulunan diğer ilçelerin acınası vatandaşları var. Hepsi birden Alemdağ’da kornalara basarak, el – kol işaretleri yaparak, küfürleşerek falan duruyorlar. Bu caddede insanlar araç içindeyseler asla ilerleyemiyorlar. Fiilen kapalı olduğu için trafiğe kapatılması da gündeme geldi zaten.

            Ümraniye’nin kendine göre yazılı olmayan kuralları var. Örneğin kaldırımlarda değil de sokak ortalarında yürümek, yere tükürmek, eldeki çantayı, poşeti yanından geçenin neresine gelirse orasına vurmak, pencerelerden çöp torbaları atmak, her yere geç kalmak, herkese kızmak, sık sık kavga edip yumruklaşmak olağan. Eğer kızların türbanı, genç adamlarınsa şalvarımsı pantolonuyla tespihi varsa ortalık yerde uzun uzun, dudak dudağa öpüşebilirler; kimse başını çevirip bakmaz. Çarşaflı ya da maksi bej pardösülü kadınların bağıra çığıra, çocuklarını çekiştirerek, gruplar halinde dolaşmaları yerel politika gereği teşvik edilir. Sokak aralarındaki minik otoparklar Kurban Bayramı’nda kurban kesim merkezlerine dönüşür, toprak zeminleri kırmızıya boyanır. Şoförler yadırgamadan arabalarını kan gölünün göbeğine park eder, giderler. Köşe bucakta göz zevkini okşayacak, estetik denebilecek herhangi bir tarihi doku kalıntısı bırakmak yasaktır. Cevher Ağa Camii’nin iki barok çeşmesi de yakınlarda bu anlayışın gereği olarak sökülmüş, yerlerine lavabo benzeri oluşumlar konmuştur. Cehennem tasvirinde yer alabilecek trafiğinde ters yöne giren minibüsler, motosikletleri sıkıştırmaya çalışan kamyon irileri hatta TIRlar (asla abartmıyorum) bulunması burada ne yazık ki hayatı renklendiren unsurlar olarak kabul görür.

            Ümraniye’yi ayakta tutan, doymak bilmez hırsla yapılan alışveriş. Çoğunluğu İstanbul’un pek çok eski ilçesindekiler kadar zengin ancak Anadolu’nun ücra köşelerinde yaşayanlar kadar cahil yerleşikleri alıyor, alıyor. Ev eşyası, elektronik araç gereç, giyim kuşam… Her türlü dükkan mevcut. Sinema salonuyla kitapçı yok elbette. Çarşıda sadece kahvehanelerle kırtasiyeciler var. Bir de Karadeniz pidecileri, esnaf lokantaları. Yiyecek işi iyi doğrusu; hem çeşitli hem lezzetli.

            Şu sıralar metro kazıları nedeniyle iyiden iyiye karmaşası artmış. Gürültüsü uğultu şeklinde her köşesinden yükseliyor. Canlılığına canlı ama bu özelliği maalesef kişide rahatlık, ümit gibi olumlu duygular uyandırmıyor.

            Şehrimizin deniz görmeyen iç kısımlarının baş temsilcisi. Sözün özü: Burası da İstanbul! Güçlü deprem olursa sağlam kalacak. Kaybolmayacak, büyümeye devam edecek. Güzel bir kadının rahmini istila eden ur gibi. Evrimi bir gün bir şekilde yön değiştirir mi? Tahmin etmek olanaksız. 

7 Aralık 2013 Cumartesi

ZİNCİRLİKUYU

‘Buraları bir zamanlar dutluktu’ nostaljisinin trafikte kilitlenip sol ayak debriyajda uyuşmuşken yaşandığı semt. Köprülü kavşak. İş çıkışı saatlerinde az ötedeki Boğaziçi köprüsüne aşağı yukarı kırk beş dakikada ancak ulaşılabilen, genişliğiyle yalnızlıkları çoğaltan, üzerindeki arabalarda kurulan hayallerin sınır tanımadığı asfaltlar bileşkesi. Kendi kesin sınırları ise belli değil; tıpkı adını veren kuyunun gerçek yerinin söylentilere dayandırılması gibi. Şişli ile Beşiktaş’ın birbirine dokunması sonucu ortaya çıkan tepkimeden meydana gelmişe benziyor. Her iki ilçeye de ait olabilen fakat mutlaka Zincirlikuyulu sayılan sıra sıra sitelerin ardlarındaki gökdelenlerden kaçarcasına Ortaköy’e doğru inişe geçtikleri kayalık bölge. Ağaçları var fakat etkisiz. Rengi gri, kokusu egzoz.

            En meşhur yeri mezarlığı. ‘Her canlı ölümü tadacaktır’ yazısı sabah önünden geçerken irkilmek için bire bir. İstanbul’un kalburüstü zenginleriyle sanatçıları dünya değiştirdiklerinde önce Şişli ya da Teşvikiye camiine uğruyorlar sonra buraya gömülüyorlar. Mezarlar lüks rezidans fiyatına ama yok satıyor. Cenaze sahipleri, ölülerin yakınları, tanıdıkları öyle her yerde rastlanan tiplerden değil. Marka kara gözlüklü, mutlaka siyah giysili, uzun boylu, kendine baktıracak kadar yakışıklı ya da güzel. Tabutun üzerine toprak serpilip hoca başında okuduktan hemen sonra acılı ünlüler basına demeç veriyor, ölenin yerinin asla doldurulamayacağını söylüyorlar. O birkaç cümle, söylerken bürünülen (sanki biraz gerçekdışı) yüz ifadeleri yıllardır hep aynı. Ne de olsa kentimizin başkent olduğu son imparatorluğun hanedana mensup bireylerinden birinin av köşkünün bahçesindeler; belki de farkına varıp ona göre davranıyorlar. Bahsettiğim kişi, Sultan Aziz’in oğlu veliaht Yusuf İzzeddin Efendi. Pek çok taht varisi gibi öldürülmüş. Sonra da buranın adı uğursuza çıkmış. Yakın zamana değin konut alanı olarak değer kazanamamış. Nitekim az önce bir cümleyle eskizini çizmeye çalıştığım apartmanlar da mekana epeyce uzak.

            Zincirlikuyu’nun bugünkü kimliğini oluşturan başlıca unsurlar arasında metrobüsü saymamak olmaz. Gayrettepe metrosuna bağlantısıyla gayet uygar bir görüntü çiziyor. Ancak bu izlenim, ana istasyon konumundaki durakta hem Asya hem de Avrupa yakasına yönelecek otobüsleri bekleyen mahşer kalabalığının arasına karışınca kayboluyor. İnsanlar işte tam burada kişilik değiştiriyorlar. On saniyede bir gelip yanaşan otobüslerin kapılarını denk getirecek kaldırım kenarlarında durabilmek için hınçla birbirlerini itiyor, dirsekleriyle çekinmeden yanlarındakilerin karnına, göğsüne vuruyorlar. Tıslayarak açılan kapılardan içeriye sel suları gibi akarlarken zayıfların ezilmesine ramak kalıyor, ayakkabılar ayaklardan fırlıyor, bastonu, uzun şemsiyesi falan olanlar bunları başkalarından kurtulup kendilerine yol açmak için kullanıyorlar. Büyük çoğunluğu şık giyimli beyaz yakalılar; inanılmaz! Metrobüs öncesi ve sonrası normal vatandaş, arada canavar! Mutlaka sosyolojik olarak incelenmesi lazım. Eve gitmek aslanın ağzında olunca belki de herkes içindeki karanlığı açığa çıkartıyordur. Bulunulan alanın bu olumsuz davranış tarzını yaratmakta etkisi büyük. Üstü kapalı, yankılı, doğallıktan topyekun uzak kavşak altı. Ruhsuz soğukluğun en üst noktası. Bir an önce uzaklaşılmalı!

            Gelelim çiçeği burnunda güzelliğine. Madem metropollere alışveriş merkezleri lazım, böylesi yapılmalı. Ortaya çıkartılmış olan yapılar topluluğu, mimari açıdan sanat eseri. Çağımıza ve yer aldığı mekana uygun, işlevsel, çok yönlü. Böylesine bir toparlanıp dağılma bölgesinde kat bahçeli ofisleri, rezidansları, çoğu lüks butikleri, dünyanın dört köşesinde isim yapmış lokanta zincirlerinin şubeleri, kafeleri, sinemaları, performans sanatları merkeziyle göz dolduruyor. Ama en önemlisi, neredeyse tüm unsurlarıyla çevreden yabancılaşma hissini körükleyen bu semtte sıcak denebilecek bir yer olması. İçine girince tekdüze duvarlarla karşılaşılmıyor, renk ve desen zenginliği var. Tavanlarla geniş kolonlar ayna; mekanı hem büyütüyor hem çoğaltıyorlar. Aydınlatma gün ışığının değişimlerine göre düzenlenmiş, suni etki yaratmıyor. Yeşillendirilmiş setler yarı açık veya yarı kapalı bölgeler sağlıyor böylece hem aydınlık hem de birbirinden farklı koridorlarda yürünebiliyor. Tüm katların ortaları bahçe, bahçelerin ortalarıysa ya oturma alanı ya da konser platformu. Yerleşim düzeni en dikkatsiz kişinin bile kaybolmasını imkansız kılacak, aradığını kolaylıkla bulduracak kadar basit. Etkileyiciliğiyle aidiyet yanılsaması yaratıyor, kozmopolit kalabalıklarda duyumsanan o ürpertici yalnızlık hissini kısmen hafifletiyor, yapaylığını ustaca saklarken alışverişin, yeme – içmenin dengeli ve zevkli olanını vaat ediyor.

            Zincirlikuyu için hayallere pek prim vermeyen katı kapitalist bir metropol bölgesi diyebilirim. İstanbul’un tarihle, öykülerle, cömert coğrafyasının sürprizleriyle dopdolu mekanlarından farklı. Yirmi birinci yüzyılın mekanik kuruluğunu simgeliyor. Her şeye ve herkese şöyle bir dokunup geçmenin temsilcisi. Geçmişi silik, ‘şimdi’ye tutkun, geleceği beklentisizlikten ibaret, biraz hüzünlü, biraz korkutucu, kısa süre önce ışıltısına kavuşmuş, doğadan uzak, mutlak beton. 

5 Aralık 2013 Perşembe

YEREBATAN SARNICI

Sultanahmet köftecisinin önündeki kuyruğu aşıp yokuş aşağı ilerliyorum. Sola kıvrılır kıvrılmaz önüme çıkıyor: Yerebatan Sarnıcı. İstanbul’un en olağandışı turistik mekanı. Doğu Roma imparatorluğu döneminden miras, yerle bir edilmemiş yüz bin ton kapasiteli dev su deposu. Bin beş yüz yaşında. Hayaleti at meydanının ilerisinde belli belirsiz düşlenebilen, günümüzde izi bile kalmamış büyük sarayın su ihtiyacını karşılamak için inşa edilmiş. Topu topu yüz elli metre ötede ise Ayasofya.

            Bir bilet alıp merdivenlerin alacakaranlığına adımımı atıyorum. Daha başlangıçta hafif bir küf kokusu burnuma ulaşıyor. Elli iki basamağın sonunda ‘eğer astımım olsaydı burada dolaşamazdım’ diye düşünerek soluklarımın derinleştiğini hissediyor, rutubetin yarattığı serinlikle hafifçe ürperiyorum. Her biri tepeden aşağıya pas içindeki demir ayaklara tutturulmuş, ters çevrilmiş metal çöp kovalarına benzeyen ama tuhaf bir şekilde güzel görünen lambaların sarı ışığı koca mekanı biraz olsun aydınlatıyor. Sütunlar, sütunlar… Toplam üç yüz otuz altı tane. Kalın tuğla duvarlar ıslak. Tavan haç biçiminde tonozlu. Yürüyüş platformunun parmaklıklarından zemine bakıyorum: Yarım ila bir metre civarında su var. İçinde Aynalı Sazanlarla Japon balıkları sakince yüzüyorlar. Hafif ve daimi bir şırıltı ile dolaşan kalabalığın bin bir dildeki konuşmaları birbirine karışıp yankılanıyor. Dış dünyanın keşmekeşini, koşuşturmacasını falan unuttum, gitti.

            İnsanların arasına karışıp ilerliyorum. Herkes her yerde fotoğraf çekiyor. Aslında görüntü aşağı yukarı hep aynı ama öylesine gizemli bir atmosfer ki tüm ziyaretçiler hem burasını hem de kendi varlıklarının buradaki gerçekliğini belgelemek gereğini hissediyorlar. Sarnıcın ortalarında bir yerde taş oyma sanatının incelikleriyle bezenmiş gözyaşı sütunu yer alıyor. Üzerinde erişilebilecek uzaklıkta bir delik var. Belli belirsiz su sızdırıyor. Altındaki bölgeye dilek havuzu denmiş. Suyun içi bozuk para dolu. Dünyanın değişik ülkelerinden gelen, daha mutlu olmak isteyen tüm gezginler parmaklarını o deliğe sokup birkaç saniye tutuyor sonra gözlerinde ümitle uzaklaşıyorlar. Söylenceye göre ise bu sütun, binanın inşası için çalışan ve ölen yedi bin kölenin ardından ağlamaya başlamış, gözyaşları yüzyıllardır durmamış.

            ‘Medusa’ levhalarını takip ediyorum. Loş ışıkta sarı metal üzerine yazılmış açıklamayı okumak kişiyi Yunan Tanrılarının diyarına taşıyor. Yeraltı dünyasının dişi canavar kız kardeşlerinden tek ölümlü birey olan Medusa, kendisine bakanı taşa çevirme yeteneğine sahip. Güzel bir kız ve Zeus’un oğlu Perseus’a aşık. Ancak Tanrıça Athena da Perseus’u seviyor. Üstelik Medusa’yı çok kıskanıyor. Tanrıça bu, gazabına uğramamak lazım. Medusa’nın parlak, uzun, siyah saçlarını korkunç yılanlara dönüştürüveriyor. Onu bu halde gören Perseus büyülendiğini düşünüp kızın başını kesiyor, bu başı eline alıp savaş alanlarında düşmanlarını taşlaştırarak pek çok zafer kazanıyor. Olaylara inanıldığı için Bizans’ta kılıç kabzalarına savaşçıyı, sütun kaidelerine ise o mekanı korumak amacıyla Medusa figürleri ters ve yan olarak işlenmeye başlıyor. Burada yani sarnıcın kuzeybatı ucunda da iki dev Medusa başı biri ters, diğeri yan durmuş şekilde üzerlerindeki sütunlara kaide oluşturmuşlar. Taş heykeller gerçekten birer şaheser. Kimin yaptığı, nereden getirildiği bilinmiyor. Daha önceleri çamur deryası içerisinde kaybolmuşken 1987’deki onarım ve restorasyon çalışmaları sırasında ortaya çıkartılmışlar, bu eşsiz atmosferin çekim unsurlarından biri haline gelivermişler.

            Turumu bitirip başladığım yere geri dönüyorum. ‘Cistern Kafe’’de oturup kahve içeceğim ama bu ad bana battı. Neden ‘Sarnıç’ veya ‘Yerebatan’ değil? Ismarladığım Cappucino çok sıradan üstelik tabağı kırılmış, rasgele bir cam fincanda getiriliyor. Boş veriyorum. Oturup çevreye göz gezdirmek, gelen gidenleri izlemek güzel. Ziyaretçiler burayı terk etmeden önce defalarca arkalarına dönüp bakıyor, merdivenlerde duraklayıp tekrar tekrar resim çekiyorlar.

            Kalkıp basamaklara doğru ilerlerken girişin solundaki hareketlilik dikkatimi çekiyor. Kızlı erkekli birkaç genç, Osmanlı dönemi giysileri içinde yüksek sesle, itiş kakış, küfürlü dille şakalaşıyorlar. Mahallelerindeki evlerinin önündeler sanki. Kenara taht benzetmesi iki kerevet konmuş, üzerlerine işlemeli örtüler serilmiş. İsteyen turistler beş Euro karşılığında bu Osmanlı tebaası kılığındaki olası görevlilerle (yanlarına yaklaşmaya cesaret edebilirlerse) fotoğraf çektirebiliyor veya o kıyafetleri kendileri giyip kerevetlere oturabiliyorlar. Bir de kocaman televizyon ekranı var. Görüntülerde mehter takımı yürüyor, davullar yakın plan gösterilirken gümbürdüyor, başbakan nutuk atan çatık kaşlı yüzü ile konuşuyor, konuşuyor.

Yirmi birinci yüzyılın Cumhuriyet İstanbul’undan Bizans’ın yeraltı dünyasına indim, bu loş ortamda mutlu mesut dolaşırken herhalde başıma mehteran bölüğünün tokmağıyla vurdular, bilincimi yitirip aniden inanılmaz bir karabasanın içine yuvarlandım. 

2 Aralık 2013 Pazartesi

SÜLEYMANİYE

İki yönlü, iki görüntülü, sanki gündüzle gecenin aynı anda ortaya çıkmasıyla kendisi olabilen farklı bir İstanbul yüzü Süleymaniye. Gündüz kısmı, Mimar Sinan’ın eseri: Süleymaniye Camii. Elbette ki sadece cami değil. Okullar, dükkanlar, aşevleri, hamam, mezarlık içeren bir kompleks. İbadethane merkezde. Kusursuz simetrisiyle göz alıcı. Göğe doğru uzanan dört zarif minaresi hem çok erkeksi hem de çok davetkar. Ünlü. Dünyanın her yerinden ziyaretine geliniyor.

            Daha dış kapısından adım atmadan önce sakinlik ve huzur telkin ediyor. Avlunun genişliği, ortasında dururken bile hissedilen düzgün ölçüleri, süslemesiz, dayanıklı duvarları, kenarlarına tırmanınca külliye ile çarşı kısmının sıra sıra uzanan küçük kubbeleriyle taçlanmış nefis Haliç manzarası insanı büyülüyor. Caminin öyle çok penceresi var ki içerideki el halılarının renkleri sanki dün dokunmuşçasına canlı görünüyor. Burası Sinan’ın minimalizmle en görkemli etkiyi yarattığı mimari şaheser. Süslemelerin azlığı, binanın ve elbette çevresindeki diğer eşlikçilerinin işlevsel güzelliğini ön plana çıkartıyor. Sadeliğin ihtişamı! Tanrı’nın evi, Tanrı’nın karşısında basit ve sanki başını önüne eğmiş. Fakat aynı zamanda kudretli bir hükümdarın gücünü de simgeliyor. Bulunduğu yükseklikten hem Sarayburnu’na hem Galata’ya neredeyse tümüyle hakim. Keskin kartal bakışlarıyla kenti süzüyor, her ayrıntıyı yakalıyor.

            Kanuni’nin ve Hürrem Sultan’ın mezarlarının burada olması mekana ayrıcalıklı bir insani boyut, hatta romantizm katıyor. On altıncı yüzyılda İstanbul’da, iktidarın doruğunda yaşanmış büyük aşk! Savaşlar, çekilen acılar, saray entrikaları, savurganlıklar, yalanlar arasında birbirine yaslanan iki tarihsel kişilik. Kim ne derse desin sevgi mutlaka vardı diye düşünüyorum.
   
            Hamam da aşağı yukarı cami kadar etkileyici. İç kısmının zevkli mermerleri, çinileri değil asıl bahsetmek istediğim; hala işlevselliğini mükemmel şekilde sürdürmesi. Üstelik İstanbul’un kadın – erkek birlikte banyo yapılabilen tek hamamı. Turistik yönü ağır basmış durumda tabii ama tam burada olması gereken de bu. Kişinin kendisini yüzlerce yıl öncesinde yaşıyormuş gibi hissettiği bir yer turistik olmayacak da neresi olacak?
                 
            Geceye (ya da alacakaranlığa) benzettiğim ‘semt’e gelince: Süleymaniye Camii olmasaydı ‘Eminönü sırtları’ diye anılacağı şüphe götürmeyen yüksekçe bir bölge sadece. Ezik. Onun suçu değil elbette. Böylesine ayrıksı, dikkat çekici, güzel üstelik büyük, her yerden görünür, aydınlık ve daha pek çok olumlu sıfatı adının önüne toplayabilen kutsal mekanın gölgesinde yaşıyor. Eteklerine yüz sürüyor. Kendisine adını bağışlayanın ihtişamına, tanınmışlığına asla yaklaşamayacağını biliyor. Bu nedenle hem kıskanç hem biraz tehlikeli.

            Bunları nereden mi çıkartıyorum? Hadi gelin o zaman, gündüz vakti olsun, zaten gece buralarda gezinmek fazlaca cesaret ister, sokaklara girip çıkalım, ortalıkta dolaşalım. Kırkayağın bacakları gibi sağlı sollu uzanan daracık yollarda dönüştürülmek üzere boşaltılmış ancak yıkılmamış, renkli hayaletler benzeri bitişik nizam sıralanan eski, iki – üç katlı, cumbalı ahşap veya altı beton, üstü tahta binaların kırık camlarından içerilere bakalım. Çoğu tinercilerin, olası ot – toz satıcılarının, herhangi bir gruba kabul edilmemiş çöp toplayıcıların, kaçak göçmenlerin, sabıkalı evsizlerin barınağı. Kapıların önlerine uzanmış etrafa göz gezdiren sarı tüylü, uyuz görünümlü, kara suratlı, çirkin bakışlı, birbirinin kopyası olacak kadar aynı köpekler mahallenin olmazsa olmazları. Henüz normal sınırlardaki meskunluğunu kaybetmemiş alçak, döküntü apartmanların sahipleri belli değil, kiracılarıysa genellikle Anadolu’dan İstanbul’a inşaatlarda çalışmaya gelen gençler. Dairelerin odalarında on – on iki kişi bir arada kalıyorlar. Pek temiz yıkanamamış ancak öyle böyle kokusundan arınmış çamaşırlarını bir pencereden diğerine uzatarak bağladıkları iplere asıp kurutuyorlar. Adı sanı duyulmamış aşırı dinci tarikatlar alacakaranlıktan sonra bodrum katlarında ayinler düzenliyorlar. Gri ya da siyah cübbeli, takkeli, şalvarlı, çatık kaşlı, mutlaka siyah sakallı müritler bu eylemleri el ilanlarını tarihi duvarlara yapıştırmak suretiyle çevre halkına duyuruyorlar.

            Daha uzatmak mümkün ama gerekli değil. Süleymaniye’nin şizofrenik kişiliği onu adlandırırken bile zorluk yaratıyor. Ne tek başına cami denebiliyor ne de mahalle. Çekerken itiyor, aydınlatıp huzur verirken ürpertiyor, güzellikle çirkinliğin kardeşliğini apaçık sergiliyor. Her yeri gezilip dolaşılabilir fakat bütünlüklü olarak kavranamaz diyebileceğim bir ilginç İstanbul parçası.


            Dönüşüm tamamlanır, binalar restore edilir ya da aslına uygun olarak yeniden yapılırsa ürküten özellikleri kısmen evcilleşir, bölgenin çekiciliği artar diye düşünüyorum.