ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

24 Kasım 2010 Çarşamba

DOKUNAN

Kadınlar ayrıntılara düşkündür. Acaba kediye ayrıntı demek ne kadar mümkün? Dikkatini çeken, duvarın üzerinde kıvrılmış dosdoğru ona bakan sarı tekir, kalın kuyruklu, sık tüylü, yeşil gözlü, tam kedi tanımına uyan kediydi. 'Mutlaka bir adı olması lazım. Pisipisi diye çağrılamayacak kadar kişilik sahibi bu.' Tanıyan var mı diye merakla başını kaldırdığı anda göz göze geldiler. Boş bulunmuştu. Retinasına yansıyan yakışıklı görüntünün içine kayıp göğsünün ortasını kaplamasına seyirci kaldı. Yanaklarının kızardığını duyumsadı. "Adı Buğday" dedi adam. "Siz sormadan ben söyleyeyim. Tüm apartman sahiplendik, birlikte bakıyoruz. Erkek. Hanımları yoldan çevirmesiyle ünlendi." Kızarıklığın boynuna yayıldığını hissederken: 'Rastlantı diye bir şey yoktur' diye düşündü.

Kayık yaka, yeşilli beyazlı çizgili kazağı, bordo yağmurluğuyla şık olduğunu biliyordu. Sabah için yeterli hafif bir makyaj, halka küpeler, askılı çanta, topuklu ayakkabılar... Kadınlar ayrıntılara düşkündür; hem kendilerinde hem çevrelerinde. Olumlu hissetmek için düzgün giyinirler. Dış dünyadaki ufak tefek güzellikleriyse hemen fark ederler. Ama acaba böyle bir kediye ayrıntı demek ne kadar mümkün? O ilk kez saptığı sokakta dikkatini çeken, duvarın üzerinde kıvrılmış dosdoğru ona bakan sarı tekir, kalın kuyruklu, sık tüylü, yeşil gözlü, neredeyse kaplan yavrusu kadar iri, biraz ürkek, biraz sokulgan, tam kedi tanımına uyan kediydi. Neredeyse konuşacaktı. Gülümseyip yavaşlarken elini uzatmakla uzatmamak arasında kararsız kaldı. 'Mutlaka bir adı olması lazım. Pisipisi diye çağrılamayacak kadar kişilik sahibi bu.' Hayvan yumuşacık miyavladı. Yanına yaklaşmasını bekliyor gibiydi. Tanıyan var mı diye merakla başını kaldırdığı anda göz göze geldiler. Kıvırcık, gür saçları, ekose yün gömleği, kot pantolonuyla uzun boylu, genç bir adam. Boş bulunmuştu. Retinasına yansıyan yakışıklı görüntünün içine kayıp göğsünün ortasını kaplamasına seyirci kaldı. Kalbinin atışları hızlanıp kulaklarını doldurdu, nefesi istemsiz olarak sıklaştı, yanaklarının kızardığını duyumsadı. "Adı Buğday" dedi adam. "Siz sormadan ben söyleyeyim. Tüm apartman sahiplendik, birlikte bakıyoruz. Erkek. Hanımları yoldan çevirmesiyle ünlendi." Bakışlarını tekrar kediye kaydırmak, geçip gitmek istediyse de yapamadı. Kızarıklığın boynuna yayıldığını hissederken: 'Rastlantı diye bir şey yoktur' diye düşündü.

Uykuda olduğunu bilerek uyuyordu. Sağından soluna döndüğünü, günün ışımaya başladığını, alacakaranlıkta birkaç arabanın boş yollardan hızla kayıp geçtiğini algıladı. İçini çekerek yukarıdan ve hemen ardından takip ettiği kırk yaşlarındaki kadına yoğunlaştı. Kadın kayık yaka, yeşilli beyazlı çizgili kazağı, bordo yağmurluğuyla şık olduğunu biliyordu. Canlı ve alımlıydı. Sabah için yeterli hafif bir makyaj, halka küpeler, askılı çanta, topuklu ayakkabılar... Biraz fazla özgüven gösterisinde. Parmakları cama çarptı; fanusun korunaklı bombeliği gölge varlığa dokunmasını engelledi. Kıskandı mı? Aslında kadınlar ayrıntılara düşkündür; hem kendilerinde hem çevrelerinde. Olumlu hissetmek için düzgün giyinirler. Dış dünyadaki ufak tefek güzellikleriyse hemen fark ederler. Rüyada yorum yapmak ne tuhaf! Semt bilmediği, hoş bir yer. Temiz parke taşlı, genişçe bir çıkmaz. Bahçeli, dört beş katlı, bakımlı binalar var. Ağaçlar, çiçekler, uçuşan renk renk kelebekler, arılar, cıvıldaşan kuşlar, gökyüzünde seyrek beyaz bulutlar, ışıltılı toz zerrecikleri, ipinden kurtulup kaçmış eflatun balon, pencerelerden taşan kızarmış ekmek kokuları, bebek ağlamaları, ayrıntılar, ayrıntılar... Ama acaba böyle bir kediye ayrıntı demek ne kadar mümkün? Zülal ismiyle tanındığından emin olduğu kadının o ilk kez, bir sonraki yerine dalgınlıkla saptığı sokakta dikkatini çeken, duvarın üzerinde kıvrılmış dosdoğru ona bakan sarı tekir, kalın kuyruklu, sık tüylü, yeşil gözlü, neredeyse kaplan yavrusu kadar iri, biraz ürkek, biraz sokulgan, tam kedi tanımına uyan kediydi. Besbelli karnı tok, yeni yalanmış, keyfi yerinde. Bıyıklarını oynatırken neredeyse konuşacaktı. Zülal gülümseyip yavaşlarken elini uzatmakla uzatmamak arasında kararsız kaldı. Birlikte düşündüler: 'Mutlaka bir adı olması lazım. Pisipisi diye çağrılamayacak kadar kişilik sahibi bu.' Hayvan güneşten ılınmış taşa yayılırken yumuşacık miyavladı. Ona aldırmamıştı; düşsel gerçeklikteki kadının yanına yaklaşmasını bekliyor gibiydi. Zülal tanıyan var mı diye merakla başını kaldırdığı anda göz göze geldiler. Kıvırcık, gür, koyu kahverengi saçları, muzip ifadeli çekik gözleri, yeni tıraş olmuş oval yüzündeki çıkık elmacık kemikleri, kollarını sıvadığı lacivert ekose yün gömleği, dar kot pantolonuyla uzun boylu, genç bir adam. Ondan genç! Boş bulunmuştu. Retinasına yansıyan yakışıklı görüntünün içine kayıp göğsünün ortasını kaplamasına seyirci kaldı. Birden çıkan rüzgar cam fanusu çatlatıp tıraş losyonunun kokusunu burnuna taşıdı. Kalbinin atışları hızlanıp kulaklarını doldurdu, nefesi istemsiz olarak sıklaştı, yanaklarının kızardığını duyumsadı. Tehlike! İkisi birden gerilmişti. Biri yatakta huzursuzca kıpırdandı, diğeriyse ayaklarının bedenini taşımayacağından endişe etti. "Adı Buğday" dedi adam. Sesi ne kalın ne ince; etkileyiciydi. "Siz sormadan ben söyleyeyim. Tüm apartman sahiplendik, birlikte bakıyoruz. Erkek. Hanımları yoldan çevirmesiyle ünlendi." Zülal, fanusa sızan havayla makyajının silindiğini, renginin solduğunu, saçlarının dağıldığını, boynundaki ince kırışıklıkların belirginleştiğini korkarak algıladı. Bakışlarını tekrar kediye kaydırmak, geçip gitmek istediyse de yapamadı. Zaten çıkmaz sokaktaydı sadece geriye dönebilirdi. O sırada da bacakları dolaşıp düşerdi; emindi bundan. Kızarıklığın boynuna yayıldığını hissederken: 'Rastlantı diye bir şey yoktur' diye düşündü; fanus gürültüyle parçalandı.

Aniden uyandı. Ter içinde kalmıştı. Saatin çalmasına daha yirmi beş dakika olmasına rağmen kalkıp banyoya gitti. Ilık duş iyi geldi. Saçlarını şöyle bir taradı, kahverengi etek ceket takımını giydi. Topuksuz ayakkabılar, aşınmış bej çanta, aynı renk pardösü... Çıkarken aynada yansıyan makyajsız yüzünü gördü: 'Şu Zehra Zülal'den daha yaşlı!' Ürpererek başını çevirdi. Merdivenlerde titriyordu. 'Kalabalıkta görünmez olabilir miyim?' Başını yerden kaldırmadan, hızlı adımlarla ilerlerken kaldırımın kenarına uzanmış kediyi fark etti. 'Buğday!' Durmak zorundaydı, bu nasıl deja vuydu böyle? Yoksa uyanmamış mıydı? Önce şişman bir kadının salladığı poşet dizine çarptı sonra da iri yarı bir adamın kolu omzuna. Sendeledi. Uyanıktı, belli. Etrafa bakındı, tanıdık kimse yok; kısmen rahatladı. Dolmuş durağına vardığında... "Günaydın" dedi adam. "Ben Olcay. Buğdayla tanıştınız zaten. Çocukluğumdan beri kedi beslerim, bu kadar çapkınına rastlamadım. Erkek olduğunu tahmin etmişsinizdir. Hep böyle yapar, güzel hanımları yoldan çevirir."

Aniden uyandı. Sanki cam içinde parçalanmış, kırıkları temizleyememiş, ellerini kesmiş, ter içinde kalmıştı. Saatin çalmasına daha yirmi beş dakika olmasına rağmen kalkıp banyoya gitti. Soyunurken tenine dokunmamaya çalıştı. Ilık duş iyi geldi, biraz toparlandı. Rüya sakin başlamıştı, neden kabusa dönüşmüştü ki? Odaya döndüğünde diplerden beyazları çıkmaya başlamış boyalı saçlarını şöyle bir taradı, hiç sevmediği kahverengi etek ceket takımını giydi. Topuksuz ayakkabılar, aşınmış bej çanta, aynı renk pardösü... Nasıl hissediyorsa öyle var olmaya karar verdi. Çıkarken aynada yansıyan makyajsız, göz kenarları incecik kırışmış, solgun yüzünü gördü: 'Şu Zehra Zülal'den daha yaşlı!' Böyle şeyler pek düşünmezdi aslında, hala rüyanın etkisindeydi. Ürpererek başını çevirdi. Merdivenlerde titriyordu. 'Kalabalıkta görünmez olabilir miyim?' Başaramayacağını biliyordu. Başını yerden kaldırmadan, hızlı adımlarla ilerlerken kaldırımın kenarına uzanıp yatmış kediyi fark etti. Sarı tekir, kalın kuyruklu, sık tüylü, yeşil gözlü, neredeyse kaplan yavrusu kadar iri, biraz ürkek, biraz sokulgan, tam kedi tanımına uyan o kedi: 'Buğday!' Durmak zorundaydı, bu nasıl deja vuydu böyle? Yoksa uyanmamış mıydı? Ama caddeden geçen arabaların egzoz gazlarını soluyor, kornaların çirkin çığlıklarını duyuyor, çiselemeye başlayan yağmurun damlalarıyla kirpikleri ıslanıyordu. Önce şişman bir kadının salladığı poşet dizine çarptı sonra da iri yarı bir adamın kolu omzuna. Sendeleyip düşeyazdı. Uyanıktı, belli. Gergin, korkak etrafa bakındı, tanıdık kimse yok; kısmen rahatladı. Ağırlaşmış vücudunu zorla sürükleyerek dolmuş durağına vardığında... "Günaydın" dedi adam. Kıvırcık, gür, koyu kahverengi saçları, muzip ifadeli çekik gözleri, yeni tıraş olmuş oval yüzündeki çıkık elmacık kemikleri, siyah yeleğinin içinde kollarını sıvadığı lacivert ekose yün gömleği, dar kot pantolonu, uzun boyuyla düşündeki kadar yakışıklı. "Ben Olcay. Buğdayla tanıştınız zaten. Çocukluğumdan beri kedi beslerim, bu kadar çapkınına rastlamadım. Erkek olduğunu tahmin etmişsinizdir. Hep böyle yapar, güzel hanımları yoldan çevirir."

Zehra yanaklarındaki kızarıklığın boynuna yayıldığını duyumsarken Olcay'ın göz bebeklerindeki aksinin aynadakinden farklı olduğunu algıladı.

"Herkes kendi gözleriyle görür, dilinin döndüğü kadar konuşur, yüreğinin büyüklüğünce dokunur" diye miyavladı Buğday.

20 Kasım 2010 Cumartesi

ÇOĞUNLUK: Sinemayı sanat yapanlardan

Çok fazla sinemaya gitmiyorum (Nisan'daki İstanbul film festivali bir istisnaydı). Bu bir seçim meselesi. Sinemanın sanat olduğunu nadiren aklıma getiriyorum. Tek bir duyu organına üstelik en baskınına, göze hitap etmesi ve sürekli değişen görüntüleriyle yaşam yanılsaması ortaya çıkartması bende ne anlatılmak isteniyorsa onun propagandası yapılıyormuş izlenimi yaratıyor. Bu kişisel fikrim elbette, kimseyi bağlamaz.

Düşüncemden şüphe etmeme neden olan, retinamdaki izdüşümlerinden beynimin derinliklerine, kalbime işleyen, zevk verirken gelişimime katkıda bulunup duyarlılığımı arttıran sadece birkaç film oldu. İlk sırada Amarcord'u söylemeliyim. Yedi kez izledim. Potempkin Zırhlısı, Bisiklet Hırsızları, Gündüz Güzeli, Tristana, Deep Blue, Mavi, Çingeneler Zamanı... Belki altı yedi tane daha, o kadar. Bunlara en sonunda bir Türk filmi eklendi: Çoğunluk.

Işıklar kararırken beklentim yüksekti. Çünkü hem bu işin içindeki bir kişi tarafından önerilmişti hem de ödüllü bir filmdi. Yine de beğeniyle izleyip hızla unutacağım bir görsellik bekliyordum. İncecik ayrıntılarla örülmüş sanatsal bir yaratı olasılığı aklımın ucundan bile geçmemişti.

Açılış sahnesi vurucuydu: Koruda sabah sporu yapan baba oğul. Kilolu, kırmızı yanaklı erkek çocuğu kan ter içinde babasına yetişmeye çalışıyor. (Daha sonra bazı eleştirileri okuduğumda böylesine açık bir söylemle başlamasına rağmen nasıl olup filmin baba oğul çatışmasına ya da çocuğun ezik karakterine indirgendiğine şaşırıp kaldım.) Eve geliyorlar. Baba ayakkabılarını çıkartıp dolaba koyarken aynı yerden aldığı terliklerini giyiyor. Çocuk da babası gibi oturarak ayakkabılarını çıkartıyor ama onun terliklerinin özel, ayakkabı altlarının sokak çamuruyla kirlenmiş bir yeri yok, henüz yok.

Ayakkabı çıkartıp terlik giyme metaforu hep aynı söylemle defalarca tekrarlandı. Babanınki çok ayrıntılı, oğlunkiyse şöyle bir gösterilerek.

Filmi özetlemeyeceğim. Görülmeli. Beni çok etkileyen ayrıntılardan bahsetmek istiyorum.

Sonradan görme, burjuva standartlarına ulaşmış bir küçük burjuva evi ancak bu kadar gerçeğe uygun işlenebilir! Mutfak küçük, eski buzdolabı köşeye sıkışmış, iki külüstür iskemlenin arasındaki tahta masaya konmuş ekmek sepetinin üzerinde işlemeli örtü var. Anne, adı anılmayan anne, kendisine ait düşüncelere dalacağı her anda o masanın başında görüntüleniyor. Asla evin başka bir bölümünde değil. Oysa salon geniş, deri kaplama koltuk takımı var. Yemek masasının sandalyeleri yine deri kaplama, kırık beyaz renkte. Anne, servisi ayakta yapıyor. Baba yemeğe başlamadan kimse başlamıyor. Patronun kim olduğu belli. Deri kanepenin bir köşesinde akşamları baba oturuyorsa da hep aynı yerde. Salonun geri kalanı, evin sahiplerinin tümüne yabancı.

Büyük oğlun evi, anne babasınınkinin neredeyse aynısı. Yalnız büfe farklı yerde duruyor. Renkler bile benzer. Mitoz bölünme gerçekleşmiş, yerleşik düzenin sorgusuz sualsiz destekleyici bir üyesi (ağabeyin karısını saymıyorum; sadece hareket eden bir dekor o) üretilmiş. İkincisi için uğraşılıyor. Sonra sırada torun var tabii. Hele Mertkan pişsin...

Mertkan'ın kız arkadaşı Gül'ün evi daha alçakgönüllüyse de işlevsel. Üstelik asıl yaşam alanı hoş. Girişte, salon olarak kullanılan bölümde zemin desenli bir halıyla kaplı. Canlı renkleriyle sıcaklık veriyor. Tek bir kanepe var. Orada oturuluyor, ders yapılıyor hatta belki yatılıyor. Yatak odasına girince her şey değişiyor. Burası neredeyse Mertkan'ın odasıyla aynı. Bu arada ayakkabı çıkartma işi, Gül'ün evinde biraz duraksamalı gerçekleşiyor. Delikanlı içeriye girince ne yapacağını bilemeden dikilirken önüne biraz sertçe konan terliklerle harekete geçip ayakkabılarını çıkartıyor. (Başkasının, özellikle bir kadının evinde belki de ayakkabı çıkartmaya gerek yok -mu?- )

Mertkan'la Gül'ün seviştikleri sahne tüm çıplaklığıyla bir çiftleşmeyi gösteriyordu. Soyunmamış, birbirlerine dokunmayan, yalnız cinsel organlarıyla birleşen gençler. Doyuma ulaşansa sadece Mertkan elbette. Boşalır boşalmaz yere kayıp oturuyor. Genelevde daha fazlasını yapacağı muhakkak. Gül nefes nefese yanına çöküyor. Adama sadece bu yolla hitap edebileceğini sezmiş. Nitekim daha ileride aklına ve duygularına ulaşma çabaları sonuçsuz kalıyor. Siliniyor. Filmdeki tüm kadınların silindiği gibi.

Alt sınıfları ezmek için yetişme yolundaki Mertkan, kimliğini gerçekleştirme sancılarıyla sarsak adımlarla ilerlerken o alt sınıfların insanları da kendi kimliksiz varlıklarının gerektirdiklerini sorgusuz sualsiz uygulayarak yaşıyorlar. Gül'den başlayayım: Deniz kenarında saatlerce oturup evinde barındırdığı küçük kızın kendini acındırarak mendil satmasına göz kulak oluyor. Üniversite öğrencisi iki genç kadın, muhtemelen ailesinin kiraladığı bir küçük çocuğun dilenmesine neden sahip çıkar ve savunur? Ev kirasının bir bölümü belki de böyle ödeniyordur. Halbuki çalışıyorlar. Kuştepe pahalı geliyorsa Bağcılar'da oturabilirler. Aynı derecede rahatsız edilirler, yol parası ise değişmez. Biraz erken kalkarlar, o kadar. Sonra Mertkan'ın parası çıkışmayınca onu arabadan indirmeyip dayılanan taksi şoförü: Baba gelip aracın penceresinden yumruklar savurmaya başlayınca sinip gaza basıyor, kaçıyor. Kapıyı açıp bir yumruk da o patlatamaz mı? Hayır, yapamıyor. Ezilmişlik çoktan sindirilmiş, özümsenmiş. Gebze'de yaptığı işin beğenilmediği açıkça söylenen inşaat işçisi: Mertkan'ı yemek yerken dışarıdan süzmekle yetiniyor. Ne lokantaya girip konuşuyor ne de yolda yanına yaklaşıyor. Fakat uzaktan takip etmekten, bunu da belli etmekten geri durmuyor. Yani filmde kimse çok saf ve masum değil.

Gebze'de Mertkan için hazırlanmış olan evden de bahsetmeden geçemeyeceğim. Bir oda cart pembe, diğeri mavi boyanmış. Sevimsiz desenli, ille de parlak kumaştan döşemeleriyle iki kanepe, beyaz naylon iskemlelerle masa, üzerinde eski televizyon... Genç patron sadece televizyonun kumlu görüntüsünden, kanalların çoğunu çekmemesinden rahatsız oluyor. Çevresindeki çirkinlik umurunda bile değil.

Mertkan'ın aile içindeki gelişimi, karakterinin baba kopyası olmak üzere evrilmesi ön planda işlenirken fonda lümpen metropol insanları gösteriliyordu. Çeşitli nedenlerle büyük kente göçmüş, tutunmaya çalışırken kurnazlığı, yalancılığı, fırsat bulunca karşısındakini kullanmayı ilke edinmiş, sıradan faşizmin değerli öğeleri haline gelmiş, birey olamamış bireyler. Film, şimdiki İstanbul'a kocaman bir ayna tutuyordu. Ayrıntılar süslenmeden, kalabalık yaratmadan, kafa karıştırmayacak şekilde serpiştirilmişti. O kadar yalındı ki sıradanın içyüzünü gösteriyordu. O kadar gerçekçiydi ki Bunuelvari bir gerçeküstücülüğe ulaşıyordu. Kasvetli miydi? Evet. Ama ayna yansıtır. Kimse yarıda çıkmadı. Demek ki yeterince sürükleyiciydi. Kalplere dokunmasını bildi.

Sinemayı sanat dili olarak kullanmak zor iş. Seren Yüce çok genç bir yönetmen. Senaryo da kendisininmiş. Böylesine başarılı bir ilk filmle başı dönerse yazık olur. İçgörüsünü yitirmeden devam etmesini umuyorum ve diliyorum.

Bana gelince: 'Çoğunluk' çıtayı çok yükseltti. Bakalım bundan ne kadar zaman sonra tekrar bir filmden Marquez okurmuşçasına zevk alabileceğim?

16 Kasım 2010 Salı

SANTORİNİ (Keşfedilmek için bekleyenlerden)

Atina havaalanında eski yöntemle yürüyerek ulaştığım, denizin üzerinde uçmak için ürküntü verecek derecede küçük görünen uçağımızın yanındayım. Önce görevliye valizimi gösteriyorum sonra biniyorum.

2004 yılının Mayıs ayındayız. Hava biraz serinse de açık. Gökyüzü masmavi. Ege'nin tanıdık, hafif çırpıntılı suları altımızda. Kalbimin atışları kulaklarımda. Heyecanım, uluslararası bir kongrede, özel bir konuda Türkiye'den kabul edilen tek sözlü bildirinin sahibi olmamdan değil, ilk kez Yunan adası göreceğimden. Hem de bitmek bilmeyen, romantik gün batımlarıyla ünlenmiş olanına gidiyorum: Santorini'ye! Gerçi yanımda romantizmi yaşayacağım kimse yok ama ne yapalım, bu ön araştırma olur belki, beğenirsem ve ileride fırsat bulursam iki kişilik ikinci bir gezi düşünebilirim.

Uçuş kısa sürdü. Yarım saat veya kırk beş dakika, tam anımsamıyorum. Önce ekili tarlaların olduğu tarafa yaklaştık. Ortada sipsivri yükselen karanlık görünümlü, bitki barındırmayan dağın eteklerine kadar tek boş alan yok. Bina da yok. Pilot yükselmektense adanın çevresini dolaşmayı tercih etti. Alçalırken yerleşim bölgesini seçebildim. Yarların tepelerinde sanki düşmemek için birbirlerine yanaşıp iç içe geçmişçesine bitişik duran beyaz evler topluluğu. Aralara serpiştirilmiş tek tük ağaçlar. İyice aşağılarında öfkeli dalgaların törpülemeye çalışıp başaramadığı kocaman kayalar. İlk izlenimim: Hayal kırıklığı. Manzarası çarpıcı, güzelliğini sergileyen, yumuşak hatlı, yeşili bol bir yer bekliyordum; öyle değil. Volkanik, içine kapalı, çekingen. Yine de sevimsiz ya da suratsız diyemeyeceğim.

Bavulları aldıktan sonra aynı otelde kalacağım arkadaşımla birlikte bir taksiye bindik. Radyoda boğulurcasına bağırarak bir şeyler anlatan adamın maç spikeri olduğunu tahmin ettim. Halit Kıvanç kıvamında fakat Yunanca konuşuyor. Şoför, sesin iniş çıkışlarına göre radyoyu bir kısıp bir açıyor. Yola pek bakmıyor. Neyse ki trafik denecek hareketli araç kalabalığı yok ortalıkta. Etraf temiz. Toza, toprağa, çöpe rastlanmıyor. Ancak caddeler sokak gibi, sokaklarsa... Birinden geçerken arabanın nasıl duvarlara sürtünmediğine şaşırıp kaldım. Beyaz evler iki ya da üç katlı. Pencereleri mavi boyalı, genellikle kepenkli. Birer verandaları ve küçük de olsa bahçeleri var. Hoş doğrusu. Girişlerine dört beş basamak merdivenle ulaşılıyor. Hemen kapılarının önlerine gelişigüzel bırakılmış çok sayıda ayakkabı göze çarpıyor. Arnavut kaldırımlarının ortasında çocuklar koşuşturuyor. Biz geçerken oyunlarını kesip merakla bakıyorlar. Kısacık kesilmiş saçları, burunlarından akan, ellerinin tersiyle sildikleri sümükleri, kırmızı yanaklarıyla Anadolu'nun afacanlarından farkları yok. Biraz daha açık renkliler, o kadar.

Otelimiz yokuşun başında, caddeyle sokak arası bir yolun üzerinde. Demirden dış kapısı açılırken gıcırdıyor. Birkaç basamak tırmanıp içeriye giriyoruz. Geniş, taş döşeli hol boş sayılır. Yüksek tavanlı lobi loş, serin, biraz da rutubetli. Sağda resepsiyon görünüyor. Arkasında kimse yok. Öteye, camın önüne iki koltuk konmuş. Ellilerinde, şişmanca, kır saçlı, pamuklu elbiseli, şoset çoraplı, terlikli bir kadınla yaşlı, zayıf, kasketli bir adam orada oturmuş, önlerindeki sehpaya eğilmiş, hararetle dama oynuyorlar. Bankonun üzerindeki çanı çalıyoruz. Kadın rahatsız edilmekten hoşnutsuz, ağır hareketlerle kalkıp bize doğru ilerliyor. Müşteriye pek alışkın olmayan küçük bir kasaba otelindeyiz.

İşlemlerimiz güler yüzle ve çabuk halledildi. Odalarımız ikinci katta. Amca hiç oralı olmadığı için valizlerimizi merdivenlerden kendimiz çıkartıyoruz. Koridordan arka bahçeye bakıyorum. İki üç meyve ağacının çevrelemeye çalıştığı yüksek duvarlı, düzgün taş zeminli alana birkaç sezlong konmuş. Güneşlenilebilir. Gerçekten de üçüncü gün, öğle üzeri kırk beş dakika kadar fırsat yaratarak sessiz ve kimsesiz bu avluda biraz gevşeyip kendime geldim. Denizin ortasında nemin fazla, havanın serin olacağını düşünemeden getirdiğim ince giysilerle özellikle sabah ve akşam saatlerinde donmuşken kısa bir süre için de olsa iliğim kemiğim ısındı.

Odalar çok sade fakat yeterli ve temiz. Akşamüzeri hazırlanıp çıkıyoruz. Açılış kokteyline gideceğiz. Elbisemin üzerine yanıma almayı akıl edebildiğim tek şalımı atıyorum. Ayaklarımda Santorini'deyken ilk ve son kez o gece giydiğim yüksek olmasa da incecik topuklu, şık ayakkabılarım var. Merdivenle yokuş dolu, her tarafı parke taşlarla döşenmiş bir mekanda dolanıp duracağımızı nereden bilebilirdim?

Dört günün nasıl geçtiğini tek tek anlatmak niyetinde değilim. Geziyi unutulmaz kılan ayrıntılardan, belleğime etkili film sahneleri gibi yerleşmiş anlardan, bazı görüntülerden bahsetmek istiyorum.

O ilk gece Yunanlıların kokteylden ne anladıklarını öğrendim. Bir kere bol ve çeşitli yemeği seviyorlar. Öyle batı Avrupa ülkelerindeki gibi üç parça havuç, iki minik kase fındık fıstıkla konuk ağırlamaktan hoşlanmıyorlar. Resmen tıka basa doyduk. Gece yarısına doğru hala eğlence devam ediyordu. Beş altı arkadaş, keşif gezisi yapalım diye kongre merkezinden ayrıldık. Yağmur çiselemeye başladıysa da aldırmadık. Nasılsa titriyoruz, biraz ıslansak pek bir şey farketmeyecek. Kahve içmeye çarşıya ineceğiz. Tabii önce basamaklar sonra da düzensiz Arnavut kaldırımlı sokaklar... O ince topuklarla ayak bileğimi kırmam an meselesi. Bir arkadaşımın koluna yapışıyorum. Doğal Türk ortopedisti kabalığıyla: "Neden böyle giyindin?" diye soruyor. Sanki kendisinin üzerinde takım elbise yok! Ayakkabıları rahatsa, erkek olmanın avantajından. İçimden: 'Şıklık ne haddime, değil mi?' diye köpürürken dışımdan: "Hiç sorma, sakın hızlı yürüme" diyorum. Ona tutunurken etrafa bakınmak mümkün. Geçtiğimiz sokakların bir tarafına evler dizilmiş, diğer tarafına ise bel hizasına kadar yükselen beyaz taştan duvar örülmüş. İyi olmuş çünkü alt kısım denize ulaşan uçurum. Ama korkutucu değil. Çünkü aydınlatmayı duvarlara yerleştirdikleri lambalarla yapmışlar. Aşağıdan gelen ışık öyle yumuşak gölgeler yaratıyor ki insan doğayı haşin değil sevecen algılıyor. Meydandaki hediyelik eşya dükkanlarının vitrinlerinde eşya kalabalığı hiç yok. Zevkle düzenlenmişler, hepsi kendine baktırıyor. Açık olsalar içlerine girip daha ne var diye araştırmamak imkansız. Gerçekten de sonraki günlerde dolaştım. Pek albenisi olan bir şey bulamadım fakat sunumlarının çekiciliğine hayran kaldım. Üstelik henüz mevsim başı ve az turist olmasına rağmen esnaf saygılı ve nazikti. Öyle omzumdan tutup çekiştiren ya da bağıra çığıra satış yapmaya çalışan kimseye rastlamadım.

Çarşıdaki lokanta ve kafeler küçükse de temiz. Yunan kahvesi, bildiğimiz Türk kahvesi. Ertesi akşam üç arkadaş o sevimli meydana indiğimizde (tabii bu kez kot pantolonluyum ve ayağımda spor ayakkabılarım var) yaşlı, Alman bir hocayla karşılaştık; hepimiz tanıyoruz. Selamlaştıktan sonra nereye gittiğimizi sordu. "Yemeğe" dedik. O da henüz yemek yemediğini söyledi. Ağzımdan kendiliğinden: "Hadi, siz de bizimle gelin" sözleri çıkıverdi. Denizi tepeden gören bir lokantaya gidip açıktaki masaların en kenarda olanına oturduk. Alman'a balığın yanında fava, barbunya pilaki, pancar turşusu yedirdik. Sanki memlekette ağırlıyoruz. Bir arkadaşım Almanca biliyor. Adamcağız sıkılmasın diye Alman lehçeleriyle ilgili sohbet açtı. Diğer arkadaşım esnemeye başladı. Benim için bulunduğumuz ortam, konuşma konuları, durumumuz öyle gerçeküstü ve ilginçti ki uykusu geleni arada sırada tekmelerken 'acaba rüyada mıyım?' şeklinde düşünmekten kendimi alamadım. Kalkarken garsonun onaylayan bakışları ve kafa sallaması eşliğinde oldu olacak deyip hesabı biz Türkler paylaştık, hocaya bir şey ödetmedik. Senede veya iki senede bir toplantılarda karşılaştığımızda hala o yemeği anıyor, teşekkür ediyor.

Bir arkadaşım ev tuttu. Gelirken yer ayırtmamış, nasılsa pansiyon falan bulurum diye düşünmüş. On beş dakika turlaması yetmiş. Kiralık ilanını görmüş ve o mavi - beyaz evlerden birini dört geceliğine kiralamış. Fiyatı bizim alçakgönüllü otelimizden daha ucuzdu. Toplantı için çıktığında yandaki evin sahibi gelip evini düzenliyor, buzdolabındaki eksikleri tamamlıyormuş. Bir akşamüstü iki kişi misafirliğe gittik. Verandasında bize önce şarap sonra kahve ikram etti. (Buraya koyduğum resimler ona ait. CD'ye kaydedip göndermişti. Ben iyi çekememişim.)

İkinci gün öğle saatlerinden sonra boştu ya da biz boşalttık; emin değilim. O dik yardan aşağıya asansörle inip limana vardık. Tekne turuna çıktık. Her yer volkanik. Gittiğimiz ada da volkanik, siyah taşlarla dolu bir yerdi. Pek albenisi yoktu ama oradan Santorini'nin resmini çekmek hoş oldu. Beyaz renk, sivri yüksekliklere yumuşaklık katıyor. Bakarken 'burayı keşfetmek için uzun kalmak lazım' diye düşündüğümü anımsıyorum.

Ya aynı akşam ya da bir sonrakinde şu meşhur gün batımını seyretmek için eski değirmenin olduğu yere gittik. Masaları dizip kafe yapmışlar. Çaylar pahalıydı ama değdi. Işınlar yatay gelip gözü yormamaya başladığı andan itibaren gökyüzü tümüyle turuncuya boyandı. Sanki tekrar doğmayacakmış gibi ağır ağır alçalıp küçülen güneşin görüntüsü muhteşemdi. Yatıp uyumak istemeyen pırıltılı sarı saçlı, inatçı, güzel bir çocuğa benziyordu. Herkes bir buçuk saat susup bu her gün tekrarlanan sönüşü tekmiş gibi izledi. 'Buraya mutlaka çift olarak gelmek lazım' diye düşünürken manzaranın tadını çıkartan sevgililere imrendim, ne yalan söyleyeyim.

Eurovision şarkı yarışmasının olduğu gece beş arkadaş lokantada kabuklu deniz hayvanlarından oluşmuş lezzetli bir yemek yiyorduk. İçeride televizyon seyreden Yunanlılar, bizim sıramız geldiğinde haber verdiler, gidip seyrettik. Alkışladılar, başarı dilediler. Sadece neden geldiğimizi sordular. Ayrıntılı, didikleyici sorularla bizi yormadılar. Lokanta sahibi Uzo'da indirim yaptı. Kahvelerse ikram edildi. Ayrılırken kapıya kadar geçirip teşekkür ettiler.

Genç bir Amerikalı hoca kayboldu. Dağcıymış. Hepimize dağıttıkları sırt çantaları mı adamı heveslendirdi, bilemem. Sabahın o ürpertici alacakaranlığında, siste yalnız başına dağa çıkmaya kalkmış. Tabii yolu şaşırmış. Kongre düzenleme kurulunda bir telaş! Herhangi bir katılımcı da olsa ilgilenirlerdi mutlaka ama bu üstüne üstlük davetli; önemli kişi. Neyse, beş altı saatte yerini bulup zarar görmeden kurtardılar. Halbuki kayıt sırasında trekking yapmak isteyenlere rehber temin edebileceklerini söylemişlerdi. Ege'nin minik adasındaki dağı küçümsedi sanırım. Bilim adamı da olsa Amerikalı! Döner dönmez çekip gitti.

Son gün otelden çıkarken bizim yaşlı amca merdivenleri çalı süpürgesiyle süpürüyordu. Elini kasketine götürüp gülümseyerek bize veda etti. Havaalanına doğru yol alırken: 'Pek keşfedemedimse de hoşlandım' diye düşündüm. 'Biraz utangaç, sevimli, gösterişi sevmeyen bir yer. Yanaktaki gamze gibi. İnsanları Ege insanı işte, sıcak üstelik görgülü. Yemekleri bizimkilerin aynısı, denizi bildik, güneşi göz alıcı. Tekrar gelinebilir.'

Ege'nin iki yakası bir diyenler doğru söylüyorlarmış. Yakınlığı derinden hissettim.

14 Kasım 2010 Pazar

DÖRDÜNCÜ ÇOCUK (Olgunlaşmamış portre)

İfadesiz bakışları herkesi rahatsız ediyordu. Oysa dikkat edildiğinde koyu kahverengi gözleri, uzun, ok gibi kirpikleri güzel sayılabilirdi. İçi huzursuzluk vericiydi bu etkileyici gözlerin. Göz kapaklarını kırpmadan, parlamadan, donuk, sanki saklanmak isterlermişçesine bakıyorlardı. Ya da var olmamaları gerekirmişçesine.

O Anadolu kasabasının alçakgönüllü evlerinden birinde dördüncü kız çocuk olarak doğduğunda babası küçücük eline vuruvermişti.

"Niye gene kız? Nedir bu kaderim benim?"

Yedi çocuğun, beş kız ve iki erkek kardeşin anlamsız ara sıralarındaki istenmeyen cinsiyete sahip seçilmemiş bireylerinden biri olarak büyüdü. Akıllıydı ama bunca ezilmişlik elbette ki kişiliğinde yaralara yol açtı. Sonunda isyankar oldu. Kendi varlığını çevresine, en çok da kendi kendisine kanıtlamak için pek kimsenin denemeye yanaşmayacağı tehlikelere balıklama atladı. Paraşütçülüğe kalkışıp tanımadığı kişilerle birlikte okyanuslara yelken açmak gibi. Delicesine araba kullandıktan sonra uyumadan çalışıp ortalama geliri olanların altı aylık maaş tutarını bir yemek masasına yatırmak gibi. Gelişme bahanesiyle günde iki kitap okuyup dört film izleyerek beynini çöplüğe çevirmek gibi.

Sevilmek istediğini neredeyse bağırarak söyleyecekti. Diğer taraftan özgürlüğünü aile büyüklerinden parayla satın aldığını anlatıyordu herkese, yabancılara, bu bilgileri nasıl kullanacaklarını bilmediği kişilere. Evlendi, boşandı. Kocasından önce yalnız bir kişinin elini tuttuğunu nasıl da gururla söylüyordu! Hemen ardından da geniş görüşlülükten bahsediveriyordu. Öylesine durağan, duygusuz bir ses tonu vardı ki çevresindekiler karşısında ne tepki göstereceklerini bilemeden susuyorlardı. "Bu anlattıkların beni ne ilgilendirir?" diyen olmamıştı. Aslında işlek zekasıyla insanların çoğunun dedikoduyla beslendiğini kavramıştı. Böylece yöntemi buldu. Konuş ve dinlet. Canı sıkılan olursa edepsiz bir espri patlat, gül, geç. Ya da kalk, git. Sonra da günün, haftanın, ayın konusu ol. Dikkat çek. Kolay ün, sıradan hayat! Kendi içindekilere katlanabildiğin sürece sorun yok.

Onun gibilere acıyan, sevgiye bağımlılığını kendisine bağlılık olarak değerlendiren veya bunu çevresindeki insan sayısını arttırmak için kullanmak isteyen yandaşlar buldu elbette. Narsizme eğilimini fark ettiklerinin gönlünü hoş etti, somurtkan kimliksizleri gülümsetti, yardıma gereksinimi olmayanlara açıkça rüşvet kokan katkılarda bulundu. En önemlisi 'sinek küçüktür, mide bulandırır' deyiminin uygulamalı örneklerini yarattı. Yani içindeki korkuyla kıskançlıktan yoğurduğu kötülüğü karşılaşmaya katlanamadığı özgüven sahiplerine sinsice sıvadı, ortalamanın üzerindekileri beceriksizlere yem diye sunmanın yollarını buldu... Aranan kişi olmayı başardı. Gül gibi geçinip gidiyordu ki bir gün birisi çıktı; kalın, biçimsiz bacaklarının üzerine geçirdiği rüküş desenli siyah çoraplarıyla çekiştirip durduğu mini eteğine bakıp: "Köprüden önceki son çıkış mı?" deyiverdi. Bozuldu, üzüldü, dost bildiklerine sızlandı, yalnız kaldığında ağladı. Çevresine ördüğü duvar çatlamıştı ama yılmadı. Çatlağı sıvadı, yoluna devam etti.

Takdir edilmeye değer miktarda enerji harcıyor. Her davranışı öylesine içtenliksiz ki ne yaparsa yapsın mutlu olamıyor. Şimdi ev almak için uğraşıyor. Yerleştiğinde rahat uyuyabilecek mi?

İstenmeyen çocuk olarak büyümek zor. Erişkinlerin dünyasında bundan kurtulamamak daha da zor. Kendine saygısı olmayan üstelik bunu hem acemice hem saldırganca belli eden kişi en hafifinden gülünç oluyor. Peki, zarar vermemesi mümkün mü? Verdiği zarardan tatmin olması mümkün mü?

Gerçekten harcanmış ve giderek çirkinleşen bir insan. Ruhundaki solucana bakamıyor. Kurmacanın başı, ortası, sonu belli hayal edilmiş gerçekliğinde hapsolup kahramanlaşmak için sırasını bekliyor. Günü gelince olgunlaşacak, yeterince dönüşecek, gerilimin odak noktasında yer alacak ama sadece ikincil figür olarak. Öyle bir öyküde var olacak ki oluşumuna katkıda bulunduğu yazı okuyanlarca belki anımsanacak fakat o asla!

9 Kasım 2010 Salı

AĞRI, GÖZLERİM VE DÜŞÜNCELER

Sabah uyandığımda sağ gözüm acıyor ve yaşarıyordu. Burnumdan akanın gözyaşı olduğunu kim bilecek? Sümük gibi görünüyor. Göz doktoruna gittim, "yabancı cisim kaçmış, çıkmış ama erozyon var" dedi, korneamı kazıdı. Kornea: O güzel rengin üzerinde her zaman insanları etkileyen ıslak görünüşlü doku. Ortasındaki kara bebeği ile vücudun dışa açılan büyülü penceresi. İyileşeceğimi umarak iki saat geçti. Uyuşturucu damlanın etkisi sürüyor, ağrı yok sayılır, çalışabiliyorum ama gözümde korsanlarınkine benzeyen bir bant var. Tek gözle etrafa bakmak ne zormuş! Derinlik duyusu kayboldu. İnsanlar bile iki boyutlu sanki. Üstelik diğeri de oynuyor, kardeşi ne yaparsa o da yapmak istiyor, açılmak, bakmak, algılamak için çırpınıyor. Bantın kenarından süzülen yaşları siliyorum. Hafif bir batma var. Çok rahatsız edici değil ama kendimi eksilmiş gibi hissediyorum. İşler bitmek bilmedi. Sonunda eve dönebildim.

Müdahale edileli iki buçuk saati geçti. Bir ışık çarpması oldu sanki. Keskin kenarı tırtıklı ekmek bıçağı gözümün önünde canlandı ve doğrudan içine girip bir tur döndü. Acıdan haykırdım. Ne oluyor? Fena değildim, etrafa bakınabiliyordum; şimdi yapamıyorum. Diğer gözüm yarı yarıya kapandı. Sanki hasta olana yardımcı olmak istiyor. İkisi birden yaşarmaya başladı. Hastadan akan berrak sıvıyı silmek için mendil yetiştiremiyorum. Sağlamı kendi haline bıraktım. Geniş yüzlü, çeliği parlak, büyük bir et bıçağı zavallı sağ gözümü doğrarken iki büklüm oldum, inledim ve bu acıyla cezalandırılmak için ne tür bir kötülük yaptığımı bulmaya çalıştım. Korsan bantının etrafındaki yapışkan bölge öyle bir ıslandı ki açıldı. Altından göz kapağım aralanmak isteği ile kıpırdandı. Of, bu ne büyük eziyet! Göz kırpmanın bu kadar ağrı vereceğini daha önce aklımdan bile geçirmemiştim. Çocukken annemin bayat ekmekleri soğanlı et suyunda pişirerek yaptığı papara yemeği kadar ıslak bantın kenarlarını yanağıma bastırdım. Biraz tutundu, kapak da kapanmak zorunda kaldı. Ama o ne, kapağına dokunmakla bile göz kürem acıyla sarsıldı. Kirpiklerim ters dönüp birer ok gibi içeriye saplanıverdiler sanki. Öne arkaya sallandım birkaç kez. Akıllı sol gözüm çabuk davranıp hastaya uyum sağladı ve kendisini kapatıverdi. Oh, böyle daha iyi. Hareket olmayınca ağrı da azalıyor. Kendimi bitkin hissediyorum. Koltuktan kalkıp el yordamı ile bulduğum kanepeye uzandım. Yastık nerede? Hafifçe doğrulup aradım; bulamıyorum. Sağlıklı gözümü şöyle bir an açıp yastığı görmemle ağrıdan kıvranmam bir oldu. İkisi birden hareket ediyor, engelleyemiyorum. Onlar benim organlarım ama tek tek hakim olamıyorum. Bedenin büyük dengesi bilinci yeniyor, gücün kimde olduğunu gösteriyor. Bunu biliyordum zaten, hiç reddetmemiştim ki. Kanıtlanması gerekmiyordu; hele bunca acıyla hiç. Ben doğaya saygı duyuyorum, lütfen şu işkence bitsin!

Nasıl yemek yediğimi, yatağıma saat kaçta yattığımı anımsamıyorum. Sırtüstü, nefes almaktan bile korkarak öylece duruyorum. Kollarım, bacaklarım, gövdem küçüldü sanki; sağ gözümse dev gibi. Etrafındaki tüm kaslar kasıldı, içi şişti gibi geliyor. Bantı çoktan attım. Doktorun verdiği merhemi şimdiye kadar yaptığımı anımsadığım en zor iş olarak içine sürdüm, iki kağıt mendili katlayıp bağıra çığıra üzerine bastırdım ve sıkı sıkı yapıştırdım. 'Açılmaya çalışma!' diye tersledim. Bu arada kapağına dokunduğumda onun ne kadar acı çektiğini fark edip kahroldum. Hasta zavallı, bana anlatmaya çalışıyor. 'Anlıyorum, ne olur, sen de beni anla, hareket etme, dinlen, beynimi oyma! Biraz rahatlamak istiyorum. Birkaç dakikayı olsun ağrısız geçirmek istiyorum. Çok yoruldum. Birlikte daha çok şeyler göreceğiz. Bana yardım et, düşman gibi davranma!'

Hiç cevap vermedi. Duymadı mı, dinlemedi mi, elinden bir şey mi gelmedi, bilmiyorum. Kazık gibi, kıpırdamadan yatarken tırnaklarımı çarşafa gömdüm ve 'nasılsa geçecek' diye düşündüm. Hedef tahtası gibiyim. Karşımda usta bir nişancı var, çeşit çeşit bıçakları sağ gözüme ardı ardına fırlatıyor. Çeliğin ışıltısı şimşek gibi çakıyor ve bir saniye bile geçmeden delici, yakıcı uç saplanıveriyor. Yaşlar sel gibi boşanıyor, silmiyorum artık. Sırtüstü yattığım için burnum akmıyor. Tuzlu tuzlu ağzıma gelen suları yutuyorum. Arada inliyorum. Hiçbir şey düşünemiyorum. İnsanlıktan çıktım, ilkel bir yaratık oldum. Öyle ya, önce doğal ihtiyaçlar karşılanmalı. Şu anda bana gerekli olan tek şey, ağrısız bir an. Sadece toparlanmak için, kıvranan saçma sapan amorf bir kitleden tekrar insana dönüşebilmek için acısız geçecek birkaç saniye. Tuz susattı ama mufağa gidip su içecek cesaretim yok. Ah, biraz uyuyabilseydim, unutabilseydim! Olmuyor. Öyle çaresizim ki!

Gece çok yavaş geçti. Sabah oldu, neredeyse öğlen olacak; kalktım. İki büklüm banyoya gittim. Lavaboya sıkı sıkı tutunup düşmemeye çalışarak aynanın karşısında durdum ve gözlerimin ikisini de açtım. Sağ gözüm kan çanağı gibi ve bulanık görüyor. Ortası değil de kenarları ile görüntüyü kaydetmeye çalışıyor sanki. Zorlukla yüzümü yıkadım yine bağıra çığıra. Merhemi sürdüm, kağıt mendilleri yerleştirip bantları yapıştırdım. Her hareketim ne çok çaba ve güç gerektiriyor, ne uzun zaman alıyor! Gözlerimin ikisi de kapalı, körler gibi dokunarak ilerleyip kapıdan çıktım, salona gidip oturdum. Doktorun gözümü kazırken uyguladığı uyuşturucu damla masanın üstünde duruyor, biliyorum. "Mümkün olduğu kadar kullanma, iyileşmeyi geciktirir. Normalde yirmi dört saatte kornea kendisini yeniler, bir şeyin kalmaz" demişti. Ama bu kadar ağrı olacağını, ağızdan alınan hapların etkilemeyeceğini söylememişti. On sekiz saati geçti, hiç değişiklik yok. Eksik bir şeyler var artık, fark ettim. Onu dinlemeyeceğim.

Damlaya ulaştım, kapağını açtım, haykırarak sağ gözüme damlattım. On saniye sonra rahatladım. Evet, hala batıyor ama bıçaklar saplanmıyor, ondan başka şeyler de düşünmeme fırsat veriyor, eskisi gibi şelale benzeri sular boşaltmıyor. Ne aptalmışım! Doktorların her söylediği dinlenir mi hiç? Annem çocukluğumda beni muayeneye götürdükten ve gerekli reçeteyi aldıktan sonra kendince bir yorum yapar, tedaviyi öyle uygulardı. Hiç de başarısız olmadı. Bunu bildiğim halde neden körü körüne güvendim? Kendime kızıyorum. Daha iyileşmedim ama en azından artık korteksim devreye girdi, acı çeken yaralı bir hayvan gibi kıvranmıyorum. Başka doktora gideceğim. Sağ gözüm yine iyi görecek, etrafa bakıp bana güzel şeyler gösterecek. İki kardeş bir olup üç boyutlu, renkli güzellikleri fark etmemi sağlayacaklar. Ağrım olmadan gözlerimi her istediğim yöne çevireceğim, kırpacağım, ardına kadar açacağım, kısacağım, kapatacağım; nasıl istersem öyle yapacağım. İçim sevinçle dolu! Mutluyum.

Gözlere yaklaşmaktan hep korktum; hayatım boyunca. İçlerine merakla baktım, evet, itiraf ediyorum ama yanlarına gitmekten, dokunmaktan hatta öpmekten bile korktum. Öyle özel göründüler ki bana, öyle gerçekdışı gibiydiler ki ruhu yansıtıyorlar diye düşünüp biraz uzak durmak gereğini hissettim. Saygı gösterdim, hayran oldum, karşımdakini anlamamda yardımcı olacaklarını umdum ve kendiminkilerin de beni ne kadar anlattığını her zaman merak ettim. Saklamak istediklerimi açığa vuracaklarından çekindim. Okşayanlar, öpücük konduranlar, tutkusunu doğrudan göz bebeklerime yansıtanlar oldu; o insanların cesaretine hep imrendim. Bunca büyülü, vücudun dışarıya açılan, anlamlı topu topu bir çift penceresine nasıl doğrudan yaklaşabiliyorlar diye merak ettim, durdum. Ama sevdim onları, her zaman, kendiminkileri çok ve diğerlerini de çoğu zaman.

Sevgili gözlerim, bana çok şey gösterdiniz. Birlikte, eşgüdümle davranarak boyutları öğrettiniz. Varlığınızı hissettirmeden beynimin gelişimine katkıda bulundunuz. Diğer duyu organlarımı biraz körelttiniz, biliyorum, sizler kapalıyken bunu çok net olarak fark ettim ama ne yapalım, sizleri kusurlarınızla birlikte seviyorum. Bencilsiniz; ön planda olmak, verdiklerinizle sonuca ulaşmamı, karar vermemi sağlamak istiyorsunuz, tamam, öyle olsun. Boyun eğiyorum. Gücünüzü kabul ediyorum. Yeter ki benimle kalın, öyle ağrımayın, sulanmayın, görün, varlığınızın gereği neyse öyle davranın, hastalanmayın. Birlikte yaşayıp yaşlanalım. Etrafınız kırışsın, kapaklarınız sarksın, kirpikleriniz dökülsün, uyumunuz biraz bozulsun, çabuk yorulup uzun dinlenmek isteyin, gözlük kullanın ama benimle kalın. Benden önce sakın gitmeyin. Size iyi bakacağım, söz veriyorum. Sık sık yıkayacağım, ovuşturmayacağım, çok yormamaya çalışacağım. Gerektiğinde en iyi doktorlara götüreceğim, değerinizi bileceğim. Kendinizi önemsenmemiş gibi hissettiyseniz lütfen beni affedin. Bir daha olmayacak. Değerinizi anlattınız, asla unutmayacağım. Kalın sağlıcakla!

7 Kasım 2010 Pazar

AVUCUNDAN KAYIP GİDEN

Yaman yattığı yerde huzursuzca kıpırdanmaktan bıkıp kalktı. Mutfağa gidip bir bardak su içti, saate baktı. Sabahın dört buçuğu. Kuşlar yavaş yavaş uyanmaya başlamışlar. Tek tük araba sesleri bile duyuluyor. 'Ne zaman uyuyacağım da nasıl kalkacağım? Yarın Pazartesi, iş günü.'

Tekrar yatağına döndü. Isıttığı gibi duruyor. Serin evde ürpermişti. Yorganı boğazına kadar çekti, yüzüstü, başını yastığa gömdü. Kafasında dolaşan düşüncelerin dağınıklaşıp belirsizleştiğini, görüntülerin uzaklaştığını fark etti. Karanlık bir kuyuya yuvarlanır gibi ama korkarak değil, düşeceği yumuşak minderden emin, kendisini uykunun derinliklerine bıraktı. Tam dalmak üzereyken sağ bacağı seyirdi, derin bir iç çekti.

Gelen kardeşiydi. En sonuncusu, dört numara, Cenk. On sekizindeyken doğan tekne kazıntısı. Ne sevimli yumurcaktı! İşte altı yaşındaki haliyle karşısında duruyor: "Abi, hadi beni parka götür, salıncağa binmek istiyorum!" diye elinden çekiştiriyor. Hiç kırmamıştı bu sevgili küçüğü, şimdi neden istediğini yapmasın ki? Göğsünün ortasından taşıp bedenine yayılan sıcaklıkla gülümserken minik parmakları avucuna aldı; kapıdan ne zaman çıktılar, belli değil. Eski evlerinin sokağında yürümeye başladılar. Yol çok uzadı. Sanki bitip tükenmiyor, onlar gittikçe parke taşlar sıra sıra döşenip öteki uca ekleniyorlardı. Kendisi de hep böyle kalsınlar, elele devam etsinler istiyordu zaten. Sona varmaktan, parka ulaşmaktan ürktüğünü algıladı. Cenk'in elini daha sıkı tuttu, alacakaranlıkta adımlarını onunkilere uydurdu.

Sis bastırdı aniden. Hafifçe midesinin bulandığını hissetti. Yönünü kaybettiğini düşündü. Oysa dümdüz ilerliyorlardı, sapacakları herhangi bir yer yoktu. Dünya değiştirmiş gibiydiler. Cenk'in salıncakla ilgili fantezileri kulaklarına zorlukla erişiyordu. Sesler de etraftaki evler, ağaçlar, çöp kutuları, elektrik direklerine benzemiş, hafifleyip dağılıvermişlerdi. Önlerinde uçuşup duran grimsi beyaz bilinmezliğin içindeydiler. Ürpererek arkasına baktı. Yumuşak görünüşlü, kaygan şekilsizlik ardlarından kapanıvermişti. Ak bir örtüyle sarmalanmışlardı; soğuk, istenmeyen.

Avucunun iyice ısıttığı küçücük parmakların kıpırdandığını hissedince mutlulukla 'oh!' çekti Yaman. Yanındaydı kardeşi, güvendeydi, ne söylediğini anlamasa da bıcır bıcır konuşuyordu. Sevilen canla birliktelik... Sis yoğunluğunu kaybetti, güneşin parlak ışıkları dağılmaya başlayan bulutumsu varlığın içine sızıverdi. Hava ılındı, karanlık aydınlığa çevrileyazdı.

Birden karşılarında oyun parkı belirdi. İkili salıncak ne de büyük görünüyordu! Masallardaki devler bile içine sığabilirdi sanki. Cenk'in eli onunkinden hızla sıyrılırken: "Dur!" diyebildi ancak soluk soluğa. Neredeyse kendisi bile kısılmış sesini duyamadı. Ter basmıştı. Çocuğun koşarak salıncağa varışını, üzerine çıkıp ayaklarıyla hızlandırarak, tutunmadan, sevinç çığlıklarıyla sallanmaya başlamasını, giderek daha yükseklere doğru yol almasını korkuyla izledi, izledi...

Derinlerden gelen zil sesi yaklaştı, tekdüze melodi bilincini yüzeye sürükledi ve birdenbire gözlerini açtı. Duyduğu dehşetle tüm vücudu sırılsıklam olmuştu. Gözlerini kırpıştırdı, saçlarını karıştırdı. Hala önündeymişçesine salınıp gıcırdayan demirlerle bütünleşmiş küçük bedenin giderek uzaklaşıp silikleşen görüntüsünü katlanamayacağını sandığı bir hüzünle gözledi. Yaşlar yanaklarından süzülürken saate elini atıp sinir bozucu çınlamayı durdurdu.

Tıraş olurken yıllar önce bıraktığı o gençlik aşkını anımsadı. Aklından 'güzeldi herhalde' diye geçen kelimeleri tuhaf buldu. Saçları tam olarak kahverenginin hangi tonundaydı? Göz bebeklerinin kenarlarındaki noktalar gerçekten yeşil miydi? Burnunun kıyısında çiller var mıydı? Gülerken sol yanağında derin bir gamze sahiden oluşuyor muydu? Neden etkilenmişti o kızdan? Neden ısrar etmişti? Diğerlerinden farkı neydi?

Ofiste kendinde değildi sanki. Düş dünyasında geziniyor gibiydi. Toplantıya, yaptığı sunumdan sonraki sorulara adeta katlandı. Yanıt verirken bir yıl önce mide kanserinden ölen annesiyle tartışıyordu aslında. "O kız sana göre değil!" diyen kaşları çatık, 'onunla evlenirsen seni affetmem!' ifadesiyle bakan yüzü karşısından ayrılmıyordu.

Akşam arkadaşlarıyla gittikleri barda sessizdi. Çok içti. Tek istediği eve dönüp geçmişe dalmaktı.

On biri geçe kapıdan içeriye girdiğinde hem kurtulduğu için rahattı hem de rahatsız. Işığı yakmadı. Pencerenin kenarındaki koltuğa otururken cama yansıyan ışıklardan, odasına dolan seslerden tiksindiğini fark etti. Şimdiye katlanamıyordu; bir türlü yaşama katılamıyordu. Kader diye bir şey yoktu, olmaması gerekirdi. Oğluna layık bulmadığı kadını lanetleyen anne! Neredeyse onun istediği anda şekilleniveren ayrılık. Doğrudan söylenmese de sezdirilen suçluluk duygusu! Sırtında giderek ağırlaşan bir yük gibi büyüyen şüphe. Ağıtlarla geçen yıllar... Peki, vicdan var mıydı? Ölmeden önce annesiyle konuşmuşlardı ama ruhunu serbest bırakacak kadar değil. Gerçek neydi?

Cenk'i gömdüklerinden bu yana hiç rüyasına girmemişti. Düşüp başını yere çarptığı salıncak dün geceki gibi miydi, emin değildi. O gün kız arkadaşıyla buluşmaktan vazgeçip kardeşiyle gitseydi yine bunlar yaşanır mıydı? Kayıplar rastlantılara mı bağlıydı? Hıçkırırken düşünemiyordu.

5 Kasım 2010 Cuma

BALIKÇI MOTORU

Duvarına isteyerek, severek astığı resmi yeni görüyordu sanki. Bir balıkçı motoru bu. Karşı kıyıya gidiyormuş gibi görünse de aslında sadece bulunduğu kıyıdan açılıyor. Gece olunca fenerlerini yakacak, ağlarını derinliklere salacak. Deniz kıpır kıpır. Denizciler çizilmemiş. Çok yalnız; tıpkı onun gibi. Denizde yalnızlık mümkün mü?

Geçenlerde taşındığı evinin duvarına isteyerek, severek astığı resmi yeni görüyordu sanki. Bir balıkçı motoru bu. Sağdan bakınca başka, soldan bakınca daha başka; hareket ediyormuş izlenimi yaratıyor. Yüzünü İstanbul'un Anadolu yakasına dönmüş. Karşı kıyıya doğru gidiyormuş gibi görünse de aslında sadece bulunduğu kıyıdan açılıyor. Henüz akşamüstü, ışıklar yerli yerinde, güneş batmamış. Gece olunca fenerlerini yakacak, ağlarını derinliklere salacak. Sığda seyrettiği, hemen etrafındaki yeşilimsi mavi suluboyadan anlaşılıyor. Deniz kıpır kıpır. Yer yer beyaz köpükler var. Denizciler çizilmemiş. Kırmızı küpeştesiyle 'varım' diyor ama çok yalnız; tıpkı onun gibi. Denizde yalnızlık mümkün mü?

Eski yaşamındaki anı yüküne dayanamadığı için geçenlerde taşındığı evinin duvarına isteyerek, severek astığı resmi yeni görüyordu sanki. Orijinal aile yadigarı; atmaya kıyamadığı için getirdi. Bir balıkçı motoru bu. Sağdan bakınca başka, soldan bakınca daha başka; hareket ediyormuş izlenimi yaratıyor. Hızlı değil. Yüzünü İstanbul'un Anadolu yakasına dönmüş. Karşı kıyıya gidiyormuş gibi görünse de aslında sadece bulunduğu kıyıdan açılıyor. Ona benziyor; geride bırakılanın yerine konan yeni bir şey yok halihazırda. Henüz akşamüstü, ışıklar yerli yerinde, güneş batmamış. Gökyüzü bulutlu, sıkıntılı, yağmur topluyor. Gece olunca fenerlerini yakacak, ağlarını derinliklere salacak. Az ötesi boğazın ters akıntılı, tekinsiz suları. Sığda seyrettiği, hemen etrafındaki yeşilimsi mavi suluboyadan anlaşılıyor. Deniz kıpır kıpır. Lodos günlerinden biri. Yer yer beyaz köpükler var. Karanlıkta tehlikeli olabilir. Denizciler çizilmemiş. Kırmızı küpeştesi, yelkeni indirilmiş direğiyle 'varım' diyor ama çok yalnız; tıpkı onun gibi. Bir kayık, bir gemi, yüzen bir çöp olsun yok. Denizde yalnızlık mümkün mü?

Eski yaşamındaki anı yüküne dayanamadığı için geçenlerde taşındığı evinin duvarına isteyerek, severek astığı resmi yeni görüyordu sanki. Yıllarca önce atölyesinde çalışırken çocukluğunun kocaman hayranlığıyla seyrettiği o sakin tavırlı, yaşlı ressama duyduğu çekingen yakınlık nedeniyle birlikteler. Orijinal aile yadigarı; atmaya kıyamadığı için getirdi. Bir balıkçı motoru bu. Sağdan bakınca başka, soldan bakınca daha başka; hareket ediyormuş izlenimi yaratıyor. Baş kısmında minik bir kamarası bile var. Hızlı değil. Ardında telaşlı, değişken fırça darbeleri bırakmamasından belli. Yüzünü İstanbul'un Anadolu yakasına dönmüş. Belirgin yapı yok, belki de yanılıyor. Karşı kıyıya gidiyormuş gibi görünse de aslında sadece bulunduğu kıyıdan açılıyor. Keskin hatlı değil yani hem bilinmeyenlere hazır hem biraz ürkek. Ona benziyor; geride bırakılanın yerine konan yeni bir şey yok halihazırda. 'Sonbahar' diye geçiriyor içinden, nedensiz. Henüz akşamüstü, ışıklar yerli yerinde, güneş batmamış. Gökyüzü bulutlu, sıkıntılı, yağmur topluyor. Açılmış artık, geri dönemez. Gece olunca fenerlerini yakacak, ağlarını derinliklere salacak, çalkantıların içinde sabırla bekleyecek. Az ötesi boğazın ters akıntılı, tekinsiz suları. Ürpertici. Şimdilik sığda seyrettiği, hemen etrafındaki yeşilimsi mavi suluboyadan anlaşılıyor. Deniz, huzursuz insan ruhuymuşçasına kıpır kıpır. Lodos günlerinden biri. Yer yer beyaz köpükler var. Karanlıkta tehlikeli olabilir. Güvertesi boş, denizciler çizilmemiş. Kamarada yemek yiyip ava hazırlandıklarını düşünmek istiyor. Çünkü bu motor kırmızı küpeştesi, yelkeni indirilmiş direğiyle 'varım' diyor ama çok yalnız; tıpkı onun gibi. Bir kayık, bir gemi, atlayan bir yunus, uçan bir martı, yüzen bir çöp olsun yok. Hayatı barındıran denizde yalnızlık mümkün mü?

Daldığı düş dünyasından uyanırken şaşkınlıkla bakakaldı. 'Yatağının karşısındaydı, onca zaman dikkat etmemişim.' Eski yaşamındaki anı yüküne dayanamadığı için geçenlerde taşındığı evinin duvarına isteyerek, severek astığı resmi yeni görüyordu sanki. Çerçevesinin kalın ve gri olduğunu anımsıyordu. Şimdiyse ince; açık, uçuk bir sarı. Kim değiştirdi? Geniş, beyaz paspartusu bakanı tablonun canlı renklerine odaklıyor. Üzerindeki cam, kağıdı çoktan küflenmeye başlamış eserin aşınan kısımlarını gizliyor. Yıllarca önce atölyesinde çalışırken çocukluğunun kocaman hayranlığıyla seyrettiği o sakin tavırlı, yaşlı ressama duyduğu çekingen yakınlık nedeniyle birlikteler. Öldüğünde anne babasını endişeye düşürecek kadar ağlamıştı. Orijinal aile yadigarı; atmaya kıyamadığı için getirdi. Sadece bu yüzden mi? Kocasının bir türlü kapanamayan anlamsız gözlerinin hep bu resmin üzerinde durmasından olamaz mı? Alçakgönüllü bir balıkçı motoru bu. Sağdan bakınca başka, soldan bakınca daha başka; hareket ediyormuş izlenimi yaratıyor. Birol'un ayılmasını ümitle beklediği katatonisinden daha fazla yaşayanların evrenine ait. Baş kısmında minik bir kamarası bile var. Hızlı değil. Yaratıcısı ayrıntılara düşkündü, bir deniz kabuğunun kıvrımlarını boyarken izlediğinde anlamıştı. Gündelik, alışkın, ağırbaşlı seyrini yapıyor. Ardında telaşlı, değişken fırça darbeleri bırakmamasından belli. Yüzünü İstanbul'un Anadolu yakasına dönmüş; Birol'un ve ressamın en sevdikleri yeryüzü köşesine. Fakat belirgin yapı yok, belki de yanılıyor. Sahi, Birol'a o yaşlı sanatçıyı, dokuz yaşının ulaşılmaz tek erkeğini andırdığı için mi aşık olmuştu? Hastalığının ilk dönemlerinde zihninin kendi içine kapanmaya başlamasını bir mimarın aşırı duyarlılığıyla açıklamaya çabalaması bundan mıydı? Karmakarışık beyni, duyumsadıklarını algılıyor: Karşı kıyıya gidiyormuş gibi görünse de aslında sadece bulunduğu kıyıdan açılıyor! Keskin hatlı değil yani hem bilinmeyenlere hazır hem biraz ürkek. Okuduğu gerilim dolu sayfayı eli titreyerek çeviren biri gibi. Ona benziyor; geride bırakılanın yerine konan yeni bir şey yok halihazırda. Sonların ve gelip gelmeyeceği belli olmayan başlangıçların temsilcisi. 'Sonbahar' diye geçiriyor içinden, nedensiz. Henüz akşamüstü, ışıklar yerli yerinde, güneş batmamış. Gökyüzü bulutlu, sıkıntılı, yağmur topluyor. Kocasını götürdüklerinde de öyleydi. "Geri dönüp dönmeyeceğini bilmiyorum" demişti doktor. Ürküntüyle resme bakıyor: 'Açılmış artık, geri dönemez!' Ama bu capcanlı bir İstanbul balıkçı teknesi, Birol değil ki! Daha çok kendisi. Gece olunca fenerlerini yakacak, ağlarını derinliklere salacak, çalkantıların içinde sabırla bekleyecek. Az ötesi boğazın ters akıntılı, tekinsiz suları. Hem ürpertici hem tanıdık. Deneyim güç veriyor, korkuyu kısmen azaltıyor. Şimdilik sığda seyrettiği, hemen etrafındaki yeşilimsi mavi suluboyadan anlaşılıyor. Aslında bütün tablo kendisi. Deniz, yanlış seçimlerinin labirentinde kaybolmuş, çıkış arayan huzursuz insan ruhuymuşçasına kıpır kıpır. Lodos günlerinden biri. Yer yer beyaz köpükler var. Karanlıkta tehlikeli olabilir. Olsun, daha geç sayılmaz, hazırlık yapılabilir! Başını çeviriyor, ensesinden akan terleri siliyor. Toparlandığında hüzünlü gerçeği görüyor: Güvertesi boş, denizciler çizilmemiş. Nefesi sıklaşırken kamarada yemek yiyip ava hazırlandıklarını düşünmek istiyor. Çünkü bu motor kırmızı küpeştesi, yelkeni indirilmiş direğiyle 'varım' diyor ama çok yalnız; tıpkı onun gibi. Kendi sakat kafatasında yarattığı yalancı gerçekliğine kimseyi kabul etmeyen kocanın terkettiği kadın gibi. Yardım ister diye yanına yaklaşmaktan çekinen iş güç sahibi sözde eş dostun hastalıklı beklentisiymiş gibi. Bir kayık, bir gemi, atlayan bir yunus, uçan bir martı, yüzen bir çöp olsun yok. Varlık ölümü özlemiyorsa hayatı barındıran denizde böylesine yalnızlık mümkün mü?

Kalkıp duvara yaklaşıyor. Tabloyu çividen kurtarıp kucağına alıyor. Çerçeveyi terli elleriyle sıkı sıkı kavrayarak tekrar koltuğuna döndüğünde gözlerini kapatıyor. Açınca:

Resmi yeni görüyordu sanki. Rotası olan, yavaşça ilerleyen bir balıkçı motoru bu. Bulunduğu kıyıdan açılıyor. Gece olunca fenerlerini yakacak, ağlarını derinliklere salacak, çalkantıların içinde sabırla bekleyecek. Yaşamda yalnızlık mümkün mü?

3 Kasım 2010 Çarşamba

FARKLI BİR HAYATIN BİRKAÇ SAATİ

Kalbi deli gibi çarpıyordu. Sırtını kamburlaştırıp kulaklarını kabarttı: Ses hangi yönden ve ne hızla geliyor? Göz bebekleri dehşetle parladı: 'Çok yakından, soldan!'

İri yarı bir Alman kurduydu sahibinin elindeki tasmayı çekiştirerek adamı koşmaya zorlayan, korkunç dişlerini göstererek ona hırlayan. 'O genç çocuğun elinden kurtulur bu, yandım!' düşüncesi aklından hızla geçerken tüm vücudu önce kasıldı sonra yay gibi gerildi. Apartmanın camlı, ağır demir kapısı kapalıydı; içeriye kaçması imkansızdı. Öyleyse nereye? Paniğe kapılmamalı, çabucak en iyisini düşünüp hemen uygulamalıydı. Bu güçlü, öfkeli yaratıkla baş etmesi mümkün değildi.

Tehlike sokak çıkışından yaklaşıyordu. Apartman tam köşedeydi. Sağda ana cadde var. Arabalar da epeyce hızlı geçiyorlar hani! 'Olsun, bir koşu şu ağaca varabilirim!'

Keskin köpek kokusu burnunu yakmaya başlarken yayından boşalmış ok gibi fırladı. Kaldırımda yürüyenlerin ayakları arasından yıldırım gibi geçerek asfalta vardı; otobüsle su dağıtım motosikletinin tekerlekleri altında kalmaktan kıl payı kurtularak kendini karşıya attı. Atkestanesi tam önündeydi. Zıplayıp kalın gövdeye tırnaklarını geçiriverdi. Bir hamle daha... İşte iki büyük ayrığın arasında, yerden bir buçuk metre yüksekteydi artık. Ama biraz fazladan güvenlik iyi olabilirdi. İnce dallara doğru kıvrak hareketlerle ilerledi. Oturmuş cıvıldaşan kuşlar onu görünce kanatlanıp dağılıverdiler. Yapraklarla örtülü, biraz büzülerek dört ayağını da yerleştirebildiği yeni yerinden nefes nefese, bıyıklarını oynatarak aşağıya baktı. Kurt uzaktaydı. Ona doğru üç dört kez havladı usulen, yenilgiyi kabullenmişçesine, o kadar.

'Buradan çevre güzel gözüküyor, biraz soluklanayım.'

Önce karnını pürtüklü dala yerleştirdi sonra da patileriyle sarıverdi. Yorulmuştu. Biraz bakındı. İnsanlar geçiyordu, her zamanki gibi. Ellerinde çantalar, torbalar, cep telefonları... Çoğu aceleyle yürüyor, gözlerini yerden ayırmıyor, etrafla ilgilenmiyorlardı. 'Halbuki günün ortası, aydınlık, hava ılık, hafif bir meltem esiyor, denizin kokusu buralara kadar geliyor. Zevkini çıkartsalar ya! Yok, ancak sonra ne yapacaklarını düşünür bunlar; bir saat sonra, bir gün sonra, bir ay sonra... Şimdi yoktur, sadece gelecek vardır!' Çok iyi tanıyordu şu tepelerinden baktığı iki ayaklı varlıkları. İşleriyle evleri arasında mekik dokurlar. Aldıkları, biriktirdikleriyle övünürler ama değerini de bilmezler. Yüzlerine gülene çabucak inanırlar. Biraz sürtünene kanıverirler, ne isterse yaparlar. Kullanılmak için yaratılmışlar sanki!

Kestirmeye karar verdi. Başını sağ ön ayağının üzerine koydu, dengede olduğundan emin, gözlerini kapattı. Rüzgar tüylerini okşarken dalmış olmalı. Ne güzel rüyaydı gördüğü! Her gece paspasında yattığı apartmanın kapısından giriyor, ilk kattaki kadının kapıcıyla konuşmasından yararlanıp evine süzülüveriyor. Muhabbet kuşlarının kafesi açık, bir pençede yeşilini yakalayıveriyor. Kuş patilerinin arasında çırpınırken oynuyor biraz. Tüylü gövdesini hafifçe ısırıyor, taze et kokusunu derin derin içine çekiyor...

Yere 'pat!' diye düşen kestanenin sesiyle irkilerek uyandı. Acıkmış olduğunu fark etti. 'Buradan inip çöp karıştırmalı!' Gövdesini kaldırıp dalda dört ayak üzerinde durdu yeniden. Caddeye baktı; arabalar hızla gelip gidiyorlar. Karşıdan karşıya geçmekten ürkerdi. Motorlu araçlar çok acımasızdı, biliyordu. Yavruyken kız kardeşi bir tanesinin altında kalıp ölmüştü. Onun ezilmiş, barsakları dışarıya çıkmış, dilini ısırmış görüntüsünü gayet iyi hatırlıyordu. Ama kapağı açık çöp bidonları da yolun diğer tarafındaki kaldırımda dururdu hep. Yapacak bir şey yoktu.

Yumuşak adımlarla biraz alçalıp yere atlayıverdi. Hafifçe oynamış taşların üzerinde iki yaprak, biri sarı diğeri kırmızı, kurumuş, kırışmış, birbirlerine değerek yatıyorlardı. Tam aralarında da kıvrılıp duran solucan. Sol ön patisini uzatıp dürttü hayvanı. Olduğu yerde kendi üzerine bükülüverdi zavallı. Burnunu uzatıp kokladı; oldum olası sevmezdi bu yumuşak şeyleri. Başını çevirip uzaklaştı.

Kaldırımın kenarında iki tarafa da dikkatle bakarak, arabaların uzakta olduğu anı iyi kollayarak koşturdu karşı yakaya. İşte üzerinde yatmaktan hoşlandığı paspasın bulunduğu apartman tarafındaydı yine. Onun mekanı. Oturan insanları tanıyor, ne yapacaklarını biliyor, kendisini güvenlikte hissediyordu. Kapağı açık iki çöp bidonundan ilkine seğirtip içine zıplayıverdi. Koku çok keskindi. Plastik torbaları eşeledi; yiyecek yok. Kirli, yırtık çoraplar, çürümüş meyveler, soğan artıkları, tuvalet kağıtları... Dayanılacak gibi değil! Çıktı. Diğerini denemek gerek. Aralık demirin arasından süzüldü. Burası daha iyi galiba. Bir naylonu yırttı, mis gibi tavuk kokusuyla neredeyse kendinden geçiyordu. Ama hepsinin kemiği kalmış, tek bir lokma et yok! Açıkta bayat ekmekler buldu. Bunlarla da karın doymaz ki! Biraz kemirdi, vazgeçti. Çok lezzetsiz.

Soğuk kapağın üzerinde durmuş etrafına bakınırken tanıdığı kadınlardan birini gördü. Tekerlekli valiz benzeri çarşı arabasını çekerek ona doğru geliyor. 'Şu karıya yaltaklanmalı yoksa günü aç geçireceğim!' diye düşünürken kaldırıma çevik bir hareketle iniverdi.

"Canım benim, Sarman'ım! Çöp mü karıştırıyordun? Sana yakışır mı? Bak, seni düşündüm, kedi maması aldım. Hemen eve gider gitmez kaba koyup vereceğim. Yapma öyle, kıyamam sana!"

Tombul, ince çoraplı bacaklara sürtündü. 'İyi kadın. Beni düşünmüş, yemeğimi almış marketten. Komşuma teşekkür etmeliyim.'

Başında, boynunda dolaşan yumuk yumuk parmakların sıcak temasından hoşlandı. Yanağını ele dayayıp pürtüklü diliyle biraz yaladı. Sonra yere sırtüstü uzanıverdi. Oldum olası karnının okşanmasından haz duymuştu. İşte göbeğindeki tüyler karıştırılıyordu yine. Ne tatlı! Mırıldanarak yayıldı.

Kadın ağır, camlı kapıyı anahtarıyla açarken hemen ayaklarının dibindeydi. Fakat içeriye girmesine izin verilmedi. Mokasen ayakkabının dış kenarı ile itiliverdi iki adım öteye. Tırnaklarını çıkartıp burnunu oynattı; sinirlenmişti. "Bekle güzelim, sabret. Önüne getireceğim mamanı."

Yiyecek için neydi bu çektiği? 'Hem olmadık insanlara yaranmaya çalış hem de verecekleri üç paralık şey için küçümsesinler seni! Yaşamak mı bu?' Lanet ederek taşlığın üzerine oturdu.

Tombul teyze on dakika sonra elinde iki kapla geldi. Birinde tepeleme yuvarlak, kahverengi, parça parça, ağız sulandıran kedi maması, diğerinde ise süt. Ziyafet! Hemen yumuldu. Kırgınlık falan geride kalmıştı, mutluydu. Kıtır kıtır şu yemek ne lezzetliydi! Hamsi kokuyordu. Gözünün önünde kıpır kıpır taze balıklar, taneleri son lokmasına kadar bitirip sütünü içti. Oh, doymuştu! Paspasının üzerine uzandı. Artık temizlenme vakti.

Önce patilerini yalamaya başladı. Sonra sırasıyla sırtını, göbeğini, apış arasını, kuyruğunu... Rehavet çökmüştü. 'Gün dönüyor, akşam olmadan biraz daha kestirmeli.' Gövdesini yayıp gerindi. Ön ayaklarını içe doğru kıvırıp yüzünü araya gömdü. Hafif kıllı, kendi rengindeki bu paspasa bayılıyordu. Onun olduğunu herkes biliyordu zaten. Uyurken kimse itmez, yanından geçip öyle girerlerdi apartmana. 'Burası benim yerim, hayat güzel!' diye aklından geçirirken tüm benliğini uykunun sakin dalgalarına bırakıverdi.

1 Kasım 2010 Pazartesi

ORTALAMANIN ÜZERİNDEKİ VATANDAŞ: İÇİMİZDEN BİRİ

Babam okuldan almasaydı ben de şu gittiğim evlerdeki karılar kadar olurdum, neyim eksikti ki? Notlarım fena değildi, geçiyordum. Ucundan kıyısından iki senelik falan bir fakülte kazanıp mezun olmayı becerirdim. En azından okumuş, işi gücü yerinde koca bulurdum. Köylü kızıyım, buradaki sümtük şehirliler gibi adamlara naz yapmam. Az çok güzelliğim de vardı, iki popo sallasam hangisini olsa elde ederdim.

Serpilip geliştim diye lise birin ortasında bıraktırdı. Düşkündüm, severdim, eksikliğini hep hissediyorum, Allah rahmet eğlesin ama bu bakımdan affedemiyorum. Neyse, olan oldu artık, hayıflanmanın alemi yok. Kaç yıl geçti aradan. Oğlum Metin benim okulu bıraktığım yaşta. Nur içinde yatsın babacığım, onun da doğrusu böyleydi işte, ne yapacaksın?

Aklımı başıma toplayıp hiç değilse paralı bir herife varsaydım ya! İsteyenler olduydu; o kadarı benim hatam. Kadir 'seviyorum' diye ortalıkta adımı çıkarttı, yakışıklıydı da ne yalan söyleyeyim, işsiz güçsüz adamla evlendim. Hayat bitti. Aslında hala kendine baktırıyor. Boylu boslu, esmer, gür siyah saçlı, yürürken yerlerdeki taşlar oynuyor. Kadınlar peşinde. Ben daha otuz yedimdeyim sözde, saçlarım çoktan beyazlandı. Üç doğumdan sonra aldığım kiloları veremedim. Belim genişledi, göbeğim çıktı, göğüslerim sarktı... Geceleri oynaşmak istiyor, çoğu zaman iteliyorum. Geçenlerde küstü bana, "Bak Meryem, giderim başkasına" dedi. Gider de. Ertesi akşam çocuklar uyuduktan sonra dantelli külot sütyen takımımı giydim; sitedeki dubleks dairenin sahibi kadın vermişti, güzel doğrusu. Geceliksiz çıktım karşısına. On gündür açtı, bir saldırdı ki sorma, kelime yetiştiremem! Ben bir şey anlamadım ya, o başka. Herif doydu. Bu onu bir süre idare eder artık.

Haftada iki gittiğim Rus dilberiyle içli dışlıyız. Ağzımı da bozdu kaltak. Neyse, o anlatıyor, kocası on yaş büyük fakat oynaşta iyiymiş. Altına aldığında karıyı zevkten kıvrandırıyormuş, bas bas bağırtmadan boşalmıyormuş. O da geliyormuş üstelik. "Doğrulup haykırıyorum, boynunu ısırıyorum, sırtını tırnaklıyorum. Ali için katlanıyorum burada yaşamaya. Yatakta onun kadar iyisine rastlamadım" diyor. Nasıl bir şey, görsem de anlasam! Birleşmenin kadın için ne zevki olabilir ki? Soracağım, dilimin ucuna kadar geliyor, onca samimi olmamıza rağmen utanıyorum, soramıyorum. Benim bildiğim, ablamdan, kız kardeşimden duyduğum hep aynı. Baştan acıyla yanarsın, gözlerinden yaşlar boşanır, ayıp demişlerdir, kıpırdamadan dayanırsın. Sonrasındaysa herif üstüne abanır; başını çevirir, can sıkıntısıyla beklersin. Öncesinde hissettiğin iç gıcıklanmasının sonu boştur. Bir seferinde öyle yorgundum ki Kadir gitgellerini tamamlamadan uyumuşum. Çok kızdıydı tabii, hafiften okşadıydı.

Neyse, bundan sonra bir şeyin değişeceği yok artık. Kadir'i elimde tutmak için arada gönlünü hoş edeceğim, o kadar. Evlilik lazım. Erkeksiz buralarda nasıl barınırdım? Hem evde en azından bir nefes. Gerçi eziyeti çok. Çamaşırını, ütüsünü boşver, alıştığım işler, ağır gelmiyor ama her girişinde arkasından hela, banyo temizlemek yok mu! Çocuklar da erkek ya, onu örnek alıyorlar. Başka kapılarda çalışmasam önemli değil, evimde eşinir dururum, günde yirmi sefer olsa siler, ovarım fakat yorgun oluyorum. Dinlenmek nerede? İçeriye ter, pislik içinde gir, önce banyoyu pakla ki yıkanabilesin. Allah gücünü veriyor işte.

Fazla yakınmayayım. Aslında kapıcılık iyi iş. Burayı Kadir'in akrabaları sayesinde bulduk yoksa köyde sürünüyor olacaktık. Hem tutundu, sevdirdi kendisini. On dört yıldır aynı apartmandayız. İlk geldiğimizde neydi şu oturduğumuz yer? Düşündükçe sıkıntı basıyor. Köpeği bağlasan durmazdı. Bodrumda, tepedeki iki deliğe pencere dedikleri kömürlükten bozma bir karanlık çukur. Zemine taş bile döşememişler, duvarlar kaba sıvasıyla kalmış, etrafta kocaman karafatmalar cirit atıyor... Gördüğümde beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Eşya diye topu topu bir çekyatımız vardı, üç beş de çatal kaşık, o kadar. Çok gençtim de dayandım. Nasıl uğraştım yaşanır hale getirmek için, bir ben bilirim. Üstelik çocuk vardı, Metin yeni ayaklanmıştı, onun da peşinden koşuyordum. Yok, Metin'i servis zamanları hariç babasına emanet ediyordum, yalan söylemeyeyim şimdi. Bağırdık, çığırdık, her tarafı ilaçlattık. Sonra iki daire kadınsızmış, beni temizliğe çağırdılar, elimiz biraz para gördü. Acıyanlar eşya falan verdi, öyle öyle bir yılda toparlandık. Şimdi çalıştığım evlerdeki kadınları çağırıyorum oturmaya da gelmiyor haspalar, kendilerine yediremiyorlar. Çoğunun eşyasından daha güzel benimkiler. Beş kapılı gardırobum var, vitrinim var... İçeriye sığmıyor tabii, aralığa koyuyorum. Sığınağın girişini engelliyor diye yönetici söyleniyor fakat aldırmıyorum. Eşyamı atamam ya! Çoğunu şu taşınan noter vermişti; yepyeni. Büyük ev aldılar, göçerken tüm mobilyayı değiştirdiler. Karyola, beyaz eşya, televizyon... Bulaşık makinesine çok yanıyorum, almadım. Nereye bağlayıp kullanacağım demiştim. Yanlış yaptım, hala aklıma düştükçe dövünesim geliyor. Al da sat, değil mi? Artık her verileni kabul ediyorum hatta arada ağızlarını yokluyorum, uygun gibilerse istiyorum. Ayıbı yok bu işin. Para kazanıyorum tamam da eşyaya para mı yatıracağım? O zaman banka kredisini kim ödeyecek? Köye çoktan ev yaptırdık, orası kolay oldu ama bu büyük şehirde evsiz olur mu? Kadir'e kalsa bir yere varacağımız yoktu; zorladım, ağzından girdim, burnundan çıktım, site dairesine temelden girdik. İkinci katta, güney cephe diyorlar, güneş batana kadar içinden eksilmiyor. Krediden başka elden aldığım borcu hiç söylemiyorum. Onlar biraz beklesin. Korkmuyorum doğrusu; çalışır, öderim. Sağlığım yerinde olsun, yeter.

İyi ki biraz okumuşum. Saf köylü kafam olmadı hiç. Uyanıktım, ev temizliğinde ne gösterilirse çabucak kaptım. Buradakilerin bekledikleri bizim köyde yaptıklarımıza benzemiyor. Kıyı köşeyi atlamam, elim çabuk, aklım cin; Allah'a şükür, hiç işsiz kalmadım. Son aylarda mecburen Pazarları da çalışıyorum. Salı ve Cumartesi günleri işim erken bitiyor, akşamüzerleri iki yere daha gidiyorum. Boşalırsam alacaklar hazırda bekliyor. Kısacası benim için sıraya girdi millet. İyi olmasam böyle yapmazlar herhalde. Ortalık kadın dolu.

Salı günü gitmeye başladığım öğretmen, yeni. Yanına varalı daha bir ay oldu. Lisede kimya okutuyormuş, emekli olmuş. Yalnız oturuyor, boşanmış. Eski temizlikçisinden memnun değilmiş, denemek için çağırdı beni. Arkadaşı, ablamın apartmanında oturuyor, o söylediydi. Ben de bunamış kocakarıyı bırakmak istiyordum, denk geldi. Beğenmiş görünüyor ama henüz kendimi yanında kalıcı hissedemedim. Huzursuzluk duyuyorum, nedendir bilmem. Halı sildirse camı bıraktırıyor, yemek yaptırsa ütüden vaz geçirtiyor... İşim taş çatlasa ikide bitiyor. Geçen hafta mahsus oyalandım, kapıdan çıkarken: "Bak Meryem, işini görüyorum ben. Bir daha böyle yapma, erken bitirebiliyorsan bitir, git. Ben sana tam yevmiye vereceğim. Sonra ne istersen yap. İster evinde dinlen, ister başka yerde çalış, beni ilgilendirmez. Fakat bir daha sakın böyle yapma" dedi. Şaşırdım, kaldım. Bir de çalışırken başka yerlerde yaptığım işleri anlatıyordum, herkesin beni nasıl tercih ettiğini söylüyordum ki sözümü kesti: "Kendini övme, bırak başkaları övsün" demez mi? Tuhaf biri. Acaba devamlı alacak mı? Onun yanında hem diken üstündeyim hem devam etmek istiyorum, nedense! Halbuki dolu insan var haber gönderip beni isteten. Anlayamadım, gitti. Kadın içimde bir tele dokundu da ne olduğunu henüz keşfedemedim. Hoş keşfetsem ne olacak? Kadir bana zevk mi verecek?

Neyse boş laf bunlar, fazla düşünmeye gelmez, kafayı yersin. Asıl önemlisi gelecek. Evin bittiği zamanı hayal ediyorum. Taşınmışız, aydınlık pencerelerime güzel perdelerimi asmışım, yepyeni eşyalarımı yerleştirmişim, sehpa örtülerimi örtmüşüm, borcum bitmiş... O zamana kadar daha dokuz yıl var, çok eşya veren olur. Nasılsa gırtlağıma kadar borçtayım, biraz daha borçlanır hepsini bir depoya ya da karşıdaki akrabaların yanına falan yığarım. Onların arasından yeni ev döşeyecek perde de çıkar, kanepe de bulaşık makinesi de. Sonra yerleşir, keyfimize bakarız. Kadir emekli olduktan sonra katiyen çalışmaz, biliyorum. Fakat ben devam ederim. Bu gündelikçilikte iyi para var. Gücüm yettiğince sürdürürüm. Belki bir ev daha alır, Metin'i evlendirince orada barındırırız. Bir taşla iki kuş: Gelinin boynu bükülür, başını yerden kaldıramaz. Zaten Murat'la Ozan'ın okulları sırada bekliyor. Kısmetse bir de yazlık veya Bozcaada'da bağ sahibi oluruz. Çarşamba gittiğim eczacı kadından edindiğim taze bilgi bu. Onlar almışlar, ucuzmuş, hem araziyi yarıcıya veriyormuşsun, yese bile yarı yarıya iyi para getiriyormuş.

Babama arada kızsam da aslında adam doğrusunu yapmış; çoğu zaman hak veriyorum. Okusaydım ne olacaktı? Maaşlı işler bu kadar kazandırıyor mu? Gittiğim evlerdeki okumuş kadınları görüyorum, hepsi mutsuz. Kimi memleket meselelerini dert ediniyor, kimi boşanmış, kimi kocasından, çocuğundan memnun değil... Ben hiç değilse hayatı olduğu gibi kabul ediyorum, onlar bunu bile yapamıyorlar. Hele şu öğretmen! Elinden kitap düşmüyor. Benden on beş yaş büyük, emekli, ne okuyor anlamadım ki! Ne kazanacak? Bir de üstüne para veriyor. Tabii ya, kitaplar bedava mı? Ben bizim haytaların elinde ders kitabı dışında bir dergi görsem canlarını burunlarından getiririm.

Değiştiremediklerin için dertlenmeyeceksin, sürüden ayrılmayacaksın, gözünü dört açacaksın, dikkati çekip kendini kurtlara kaptırmayacaksın. Biraz da becerikliysen yaşam sana epeyce fırsat tanıyor. Orucunu tutup namazını kılıp Allah'a şükretmek lazım. Bunca yılda öğrendiğim bu. Çocuklarıma da aynısını öğretiyorum. Başarılı ve ülkeye yararlı insanlar olacaklarından eminim.