ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

16 Kasım 2010 Salı

SANTORİNİ (Keşfedilmek için bekleyenlerden)

Atina havaalanında eski yöntemle yürüyerek ulaştığım, denizin üzerinde uçmak için ürküntü verecek derecede küçük görünen uçağımızın yanındayım. Önce görevliye valizimi gösteriyorum sonra biniyorum.

2004 yılının Mayıs ayındayız. Hava biraz serinse de açık. Gökyüzü masmavi. Ege'nin tanıdık, hafif çırpıntılı suları altımızda. Kalbimin atışları kulaklarımda. Heyecanım, uluslararası bir kongrede, özel bir konuda Türkiye'den kabul edilen tek sözlü bildirinin sahibi olmamdan değil, ilk kez Yunan adası göreceğimden. Hem de bitmek bilmeyen, romantik gün batımlarıyla ünlenmiş olanına gidiyorum: Santorini'ye! Gerçi yanımda romantizmi yaşayacağım kimse yok ama ne yapalım, bu ön araştırma olur belki, beğenirsem ve ileride fırsat bulursam iki kişilik ikinci bir gezi düşünebilirim.

Uçuş kısa sürdü. Yarım saat veya kırk beş dakika, tam anımsamıyorum. Önce ekili tarlaların olduğu tarafa yaklaştık. Ortada sipsivri yükselen karanlık görünümlü, bitki barındırmayan dağın eteklerine kadar tek boş alan yok. Bina da yok. Pilot yükselmektense adanın çevresini dolaşmayı tercih etti. Alçalırken yerleşim bölgesini seçebildim. Yarların tepelerinde sanki düşmemek için birbirlerine yanaşıp iç içe geçmişçesine bitişik duran beyaz evler topluluğu. Aralara serpiştirilmiş tek tük ağaçlar. İyice aşağılarında öfkeli dalgaların törpülemeye çalışıp başaramadığı kocaman kayalar. İlk izlenimim: Hayal kırıklığı. Manzarası çarpıcı, güzelliğini sergileyen, yumuşak hatlı, yeşili bol bir yer bekliyordum; öyle değil. Volkanik, içine kapalı, çekingen. Yine de sevimsiz ya da suratsız diyemeyeceğim.

Bavulları aldıktan sonra aynı otelde kalacağım arkadaşımla birlikte bir taksiye bindik. Radyoda boğulurcasına bağırarak bir şeyler anlatan adamın maç spikeri olduğunu tahmin ettim. Halit Kıvanç kıvamında fakat Yunanca konuşuyor. Şoför, sesin iniş çıkışlarına göre radyoyu bir kısıp bir açıyor. Yola pek bakmıyor. Neyse ki trafik denecek hareketli araç kalabalığı yok ortalıkta. Etraf temiz. Toza, toprağa, çöpe rastlanmıyor. Ancak caddeler sokak gibi, sokaklarsa... Birinden geçerken arabanın nasıl duvarlara sürtünmediğine şaşırıp kaldım. Beyaz evler iki ya da üç katlı. Pencereleri mavi boyalı, genellikle kepenkli. Birer verandaları ve küçük de olsa bahçeleri var. Hoş doğrusu. Girişlerine dört beş basamak merdivenle ulaşılıyor. Hemen kapılarının önlerine gelişigüzel bırakılmış çok sayıda ayakkabı göze çarpıyor. Arnavut kaldırımlarının ortasında çocuklar koşuşturuyor. Biz geçerken oyunlarını kesip merakla bakıyorlar. Kısacık kesilmiş saçları, burunlarından akan, ellerinin tersiyle sildikleri sümükleri, kırmızı yanaklarıyla Anadolu'nun afacanlarından farkları yok. Biraz daha açık renkliler, o kadar.

Otelimiz yokuşun başında, caddeyle sokak arası bir yolun üzerinde. Demirden dış kapısı açılırken gıcırdıyor. Birkaç basamak tırmanıp içeriye giriyoruz. Geniş, taş döşeli hol boş sayılır. Yüksek tavanlı lobi loş, serin, biraz da rutubetli. Sağda resepsiyon görünüyor. Arkasında kimse yok. Öteye, camın önüne iki koltuk konmuş. Ellilerinde, şişmanca, kır saçlı, pamuklu elbiseli, şoset çoraplı, terlikli bir kadınla yaşlı, zayıf, kasketli bir adam orada oturmuş, önlerindeki sehpaya eğilmiş, hararetle dama oynuyorlar. Bankonun üzerindeki çanı çalıyoruz. Kadın rahatsız edilmekten hoşnutsuz, ağır hareketlerle kalkıp bize doğru ilerliyor. Müşteriye pek alışkın olmayan küçük bir kasaba otelindeyiz.

İşlemlerimiz güler yüzle ve çabuk halledildi. Odalarımız ikinci katta. Amca hiç oralı olmadığı için valizlerimizi merdivenlerden kendimiz çıkartıyoruz. Koridordan arka bahçeye bakıyorum. İki üç meyve ağacının çevrelemeye çalıştığı yüksek duvarlı, düzgün taş zeminli alana birkaç sezlong konmuş. Güneşlenilebilir. Gerçekten de üçüncü gün, öğle üzeri kırk beş dakika kadar fırsat yaratarak sessiz ve kimsesiz bu avluda biraz gevşeyip kendime geldim. Denizin ortasında nemin fazla, havanın serin olacağını düşünemeden getirdiğim ince giysilerle özellikle sabah ve akşam saatlerinde donmuşken kısa bir süre için de olsa iliğim kemiğim ısındı.

Odalar çok sade fakat yeterli ve temiz. Akşamüzeri hazırlanıp çıkıyoruz. Açılış kokteyline gideceğiz. Elbisemin üzerine yanıma almayı akıl edebildiğim tek şalımı atıyorum. Ayaklarımda Santorini'deyken ilk ve son kez o gece giydiğim yüksek olmasa da incecik topuklu, şık ayakkabılarım var. Merdivenle yokuş dolu, her tarafı parke taşlarla döşenmiş bir mekanda dolanıp duracağımızı nereden bilebilirdim?

Dört günün nasıl geçtiğini tek tek anlatmak niyetinde değilim. Geziyi unutulmaz kılan ayrıntılardan, belleğime etkili film sahneleri gibi yerleşmiş anlardan, bazı görüntülerden bahsetmek istiyorum.

O ilk gece Yunanlıların kokteylden ne anladıklarını öğrendim. Bir kere bol ve çeşitli yemeği seviyorlar. Öyle batı Avrupa ülkelerindeki gibi üç parça havuç, iki minik kase fındık fıstıkla konuk ağırlamaktan hoşlanmıyorlar. Resmen tıka basa doyduk. Gece yarısına doğru hala eğlence devam ediyordu. Beş altı arkadaş, keşif gezisi yapalım diye kongre merkezinden ayrıldık. Yağmur çiselemeye başladıysa da aldırmadık. Nasılsa titriyoruz, biraz ıslansak pek bir şey farketmeyecek. Kahve içmeye çarşıya ineceğiz. Tabii önce basamaklar sonra da düzensiz Arnavut kaldırımlı sokaklar... O ince topuklarla ayak bileğimi kırmam an meselesi. Bir arkadaşımın koluna yapışıyorum. Doğal Türk ortopedisti kabalığıyla: "Neden böyle giyindin?" diye soruyor. Sanki kendisinin üzerinde takım elbise yok! Ayakkabıları rahatsa, erkek olmanın avantajından. İçimden: 'Şıklık ne haddime, değil mi?' diye köpürürken dışımdan: "Hiç sorma, sakın hızlı yürüme" diyorum. Ona tutunurken etrafa bakınmak mümkün. Geçtiğimiz sokakların bir tarafına evler dizilmiş, diğer tarafına ise bel hizasına kadar yükselen beyaz taştan duvar örülmüş. İyi olmuş çünkü alt kısım denize ulaşan uçurum. Ama korkutucu değil. Çünkü aydınlatmayı duvarlara yerleştirdikleri lambalarla yapmışlar. Aşağıdan gelen ışık öyle yumuşak gölgeler yaratıyor ki insan doğayı haşin değil sevecen algılıyor. Meydandaki hediyelik eşya dükkanlarının vitrinlerinde eşya kalabalığı hiç yok. Zevkle düzenlenmişler, hepsi kendine baktırıyor. Açık olsalar içlerine girip daha ne var diye araştırmamak imkansız. Gerçekten de sonraki günlerde dolaştım. Pek albenisi olan bir şey bulamadım fakat sunumlarının çekiciliğine hayran kaldım. Üstelik henüz mevsim başı ve az turist olmasına rağmen esnaf saygılı ve nazikti. Öyle omzumdan tutup çekiştiren ya da bağıra çığıra satış yapmaya çalışan kimseye rastlamadım.

Çarşıdaki lokanta ve kafeler küçükse de temiz. Yunan kahvesi, bildiğimiz Türk kahvesi. Ertesi akşam üç arkadaş o sevimli meydana indiğimizde (tabii bu kez kot pantolonluyum ve ayağımda spor ayakkabılarım var) yaşlı, Alman bir hocayla karşılaştık; hepimiz tanıyoruz. Selamlaştıktan sonra nereye gittiğimizi sordu. "Yemeğe" dedik. O da henüz yemek yemediğini söyledi. Ağzımdan kendiliğinden: "Hadi, siz de bizimle gelin" sözleri çıkıverdi. Denizi tepeden gören bir lokantaya gidip açıktaki masaların en kenarda olanına oturduk. Alman'a balığın yanında fava, barbunya pilaki, pancar turşusu yedirdik. Sanki memlekette ağırlıyoruz. Bir arkadaşım Almanca biliyor. Adamcağız sıkılmasın diye Alman lehçeleriyle ilgili sohbet açtı. Diğer arkadaşım esnemeye başladı. Benim için bulunduğumuz ortam, konuşma konuları, durumumuz öyle gerçeküstü ve ilginçti ki uykusu geleni arada sırada tekmelerken 'acaba rüyada mıyım?' şeklinde düşünmekten kendimi alamadım. Kalkarken garsonun onaylayan bakışları ve kafa sallaması eşliğinde oldu olacak deyip hesabı biz Türkler paylaştık, hocaya bir şey ödetmedik. Senede veya iki senede bir toplantılarda karşılaştığımızda hala o yemeği anıyor, teşekkür ediyor.

Bir arkadaşım ev tuttu. Gelirken yer ayırtmamış, nasılsa pansiyon falan bulurum diye düşünmüş. On beş dakika turlaması yetmiş. Kiralık ilanını görmüş ve o mavi - beyaz evlerden birini dört geceliğine kiralamış. Fiyatı bizim alçakgönüllü otelimizden daha ucuzdu. Toplantı için çıktığında yandaki evin sahibi gelip evini düzenliyor, buzdolabındaki eksikleri tamamlıyormuş. Bir akşamüstü iki kişi misafirliğe gittik. Verandasında bize önce şarap sonra kahve ikram etti. (Buraya koyduğum resimler ona ait. CD'ye kaydedip göndermişti. Ben iyi çekememişim.)

İkinci gün öğle saatlerinden sonra boştu ya da biz boşalttık; emin değilim. O dik yardan aşağıya asansörle inip limana vardık. Tekne turuna çıktık. Her yer volkanik. Gittiğimiz ada da volkanik, siyah taşlarla dolu bir yerdi. Pek albenisi yoktu ama oradan Santorini'nin resmini çekmek hoş oldu. Beyaz renk, sivri yüksekliklere yumuşaklık katıyor. Bakarken 'burayı keşfetmek için uzun kalmak lazım' diye düşündüğümü anımsıyorum.

Ya aynı akşam ya da bir sonrakinde şu meşhur gün batımını seyretmek için eski değirmenin olduğu yere gittik. Masaları dizip kafe yapmışlar. Çaylar pahalıydı ama değdi. Işınlar yatay gelip gözü yormamaya başladığı andan itibaren gökyüzü tümüyle turuncuya boyandı. Sanki tekrar doğmayacakmış gibi ağır ağır alçalıp küçülen güneşin görüntüsü muhteşemdi. Yatıp uyumak istemeyen pırıltılı sarı saçlı, inatçı, güzel bir çocuğa benziyordu. Herkes bir buçuk saat susup bu her gün tekrarlanan sönüşü tekmiş gibi izledi. 'Buraya mutlaka çift olarak gelmek lazım' diye düşünürken manzaranın tadını çıkartan sevgililere imrendim, ne yalan söyleyeyim.

Eurovision şarkı yarışmasının olduğu gece beş arkadaş lokantada kabuklu deniz hayvanlarından oluşmuş lezzetli bir yemek yiyorduk. İçeride televizyon seyreden Yunanlılar, bizim sıramız geldiğinde haber verdiler, gidip seyrettik. Alkışladılar, başarı dilediler. Sadece neden geldiğimizi sordular. Ayrıntılı, didikleyici sorularla bizi yormadılar. Lokanta sahibi Uzo'da indirim yaptı. Kahvelerse ikram edildi. Ayrılırken kapıya kadar geçirip teşekkür ettiler.

Genç bir Amerikalı hoca kayboldu. Dağcıymış. Hepimize dağıttıkları sırt çantaları mı adamı heveslendirdi, bilemem. Sabahın o ürpertici alacakaranlığında, siste yalnız başına dağa çıkmaya kalkmış. Tabii yolu şaşırmış. Kongre düzenleme kurulunda bir telaş! Herhangi bir katılımcı da olsa ilgilenirlerdi mutlaka ama bu üstüne üstlük davetli; önemli kişi. Neyse, beş altı saatte yerini bulup zarar görmeden kurtardılar. Halbuki kayıt sırasında trekking yapmak isteyenlere rehber temin edebileceklerini söylemişlerdi. Ege'nin minik adasındaki dağı küçümsedi sanırım. Bilim adamı da olsa Amerikalı! Döner dönmez çekip gitti.

Son gün otelden çıkarken bizim yaşlı amca merdivenleri çalı süpürgesiyle süpürüyordu. Elini kasketine götürüp gülümseyerek bize veda etti. Havaalanına doğru yol alırken: 'Pek keşfedemedimse de hoşlandım' diye düşündüm. 'Biraz utangaç, sevimli, gösterişi sevmeyen bir yer. Yanaktaki gamze gibi. İnsanları Ege insanı işte, sıcak üstelik görgülü. Yemekleri bizimkilerin aynısı, denizi bildik, güneşi göz alıcı. Tekrar gelinebilir.'

Ege'nin iki yakası bir diyenler doğru söylüyorlarmış. Yakınlığı derinden hissettim.

2 yorum:

jade dedi ki...

ben de seninle beraber gezdim, hem gördüm, hem hissettim. kalemine sağlık.

Adsız dedi ki...

Bir beyaz ada düşlüyorum
Akdenizde
Ellerimde beyaz eldivenler
Sırtımda beyaz şalım
Ayaklarım suda
Sırtım ürpertide
Güneş ha battı ha batacak
Dudağımda Akdeniz şarkılarından bir demet
İçimde kıvılcımları yaşamın
Sırtımda yükü
Belki de Akdeniz benim
ve
Herşey sıradan bir öykü...

Sevgiler

Neşe