ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

22 Haziran 2011 Çarşamba

KUTSAL ADADA BİR YABANCI (MİYAJİMA - JAPONYA)

Feribotun güvertesindeki demirlere dayanmış, Kyushu ile Şikoku'yu ayıran iç denizi seyrediyorum. Hava açık ve ılık. Mayıs meltemi yüzümü yalıyor, Hiroşima kırsalındaki portakal bahçelerinin kokusunu burnuma taşıyor. Japonya'nın turunçgil yetişen biricik verimli toprakları buralarda. Ilıman iklimi biraz Ege'yi andırıyor. Pırıltılı, küçük beyaz köpüklü, çırpıntılı sular içimde ani bir memleket özlemi uyandırıyor, gözlerim yaşarıyor.

Yedi buçuk aydır Fukuoka'da yaşıyorum. Japonya deyince Tokyo dışında herhangi bir kentin bilinmediği bizim coğrafyamızdan, meridyenin nereden geçtiğine haritadan bakıp geldiğim yerde. 2001 yılındayız, ülkemizde internet o kadar yaygın kullanımda değil. Cep telefonu bağlantısı yok. Yakınlarımla ancak haftada bir kez, sabit telefon aracılığıyla konuşabiliyorum. Gördüğü rüyaları çocukluğundan beri hatırlamayan ben, geceleri o çok özel yosun kokulu boğaz görüntüleri, martı çığlıkları ve şehir hatları vapurlarının düdük sesleriyle uyanıyorum.

Çalıştığım hastanede mutlak söz sahibi şefim, bana vize almak için kefil olan hocam bir ara laf arasında Japonya'da en çok nereleri görmek istediğimi sormuştu. Hiroşima, Tokyo, Kyoto diye sıralamıştım. İşte ilkine ulaştım ve bu acılı şehrin tam karşısındaki Miyajima yolundayım. Gezi masraflarım, kliniğin fonundan karşılanıyor üstelik yanımda refakatçilerim var. Biri sevimli sekreterimiz diğeriyse onun yakın arkadaşı olmak üzere iki genç Japon kadını. Nezaketleri gereği, benimle birlikte geziye katılıp katılamayacaklarını sordular. Onlar da Hiroşima'yla Miyajima'yı daha önce ziyaret etmemişler, beraber gidersek mutlu olacaklarmış.

Miyajima: Kutsal ada! Buralara ayak basmadan yaklaşık altı ay önce bir belgeselde izlemiştim. Japonya'nın en güzel üç bölgesinden biri. Dünya mirası listesinde. Gelgit düzeyine göre ayakları bir suyun içinde, bir karada kalan muhteşem büyük kapılı İtsukushima'sıyla ünlü alçakgönüllü yerleşim yeri. Şintoizmin belli başlı merkezlerinden. Fotoğraf sanatçılarının günler, geceler boyunca en güzel görüntüsünü yakalamak için uğraştıkları, hiçbir zaman gerçeğine uygun resmi vermeyen o gizemli, eşsiz tapınağın barındığı mekan. İşte oraya doğru ilerliyor feribot; kanatlanmış ruhunu yatıştırmaya çalışan meraklı ve tedirgin yolcusunu taşıyarak.

Uzaktan göründü! Sular herhalde iki yüz elli metre çekilmiş, zarif kollarını yukarıya doğru kaldırıp tuğla kırmızısı tacını tutan O-Torii (büyük kapı) kumsalda kalmış. Resmini çektim. Hiç benzemedi, bir daha çektim. Olmadı ve bıraktım. Zihnime kazıyacağım, başka çaresi yok.

Kapının etekleri kum taneleri gibi insan kaynıyor. "Kabuklu deniz hayvanlarını topluyorlar" dedi arkadaşlarımdan biri. "Öğlen yemeğimiz."

Fena oldum. Kahvaltıda ille de Japon tarafı diye ısrar eden bendim, unutmadım ama sofradan aç kalktığımı da guruldayan midem hatırlatıyor. Alışmak için elimden geleni yapıyorum, başaramıyorum. Japon mutfağı hiç bana göre değil!

İskeleye yanaştık. Kıyıda bizi evcil geyikler karşıladı. Kızlar korkarak kaçtılar. Oysa öyle cana yakınlar ki! Yumuşak tüylerini İstanbul sokaklarındaki başıboş kedi köpekleri okşar gibi okşadım. İtsukushima sezdi sanki; başımı kaldırdığımda göz göze geldik. Tuğla renkli korkulukları ışıl ışıl yanarken dostça gülümsediğini hissettim. İhtişamına aldırmadan, on bin kilometre öteden gelip buralara karışmaya çalışan kırılgan varlığımı kabullenmişti. Yardım edeceğini anladım.

Ortalık kalabalık. Haritamızı açıp rotamızı inceliyoruz. Ormanlarla kaplı adada ondan fazla küçük tapınak var. Önce yürüyerek bunları gezeceğiz sonra teleferiğe binip tepeye çıkacağız, aşağıya inip yemeğimizi yiyeceğiz, son olarak da İtsukushima'yı keşfedip döneceğiz.

Bambu kapılı, ahşap cumbalı, iki katlı evlerin çevrelediği dar sokaklardan birine saptık. Klasik ada manzarası! Heybeli farklı mı sanki? Aynı sıkışık yollar, ufukta orman, nemli deniz kokusu... Belki bizim oralarda yapıların taş, pencerelerin sardunya saksılı olması değişiklik yaratabilir. Ama buraların daha temiz olduğu muhakkak.

Binaların bittiği yerde tahta siperlikleri kırmızıya boyanmış hoş köprülerle aşılan minik derelerin şırıldadığı dağ yolu başladı. Üç saatin içinde on bir tapınak dolaştık. Hepsi ahşap sanatının incelikleriyle bezenmiş, farklı deniz tanrılarınca sahiplenilmiş Şinto mabetleri. Birine girip diğerinden çıkarken dua edenlerin çaldığı çıngırağın sesi kulaklarımızda suyun melodisi gibi yankılandı. İlkyaz olmasına rağmen Ağustos böcekleri yeterince gelişmiş, koro halinde şarkı söylüyorlar. Açık yeşil, tüy gibi ince yapraklı ağaçlar çamlarla birlikte kendilerine özgü bir ritim tutturmuş, hışırdayıp dalgalanıyorlar. Sükunet, insanı alabildiğine ancak böyle sürükleyip götürür! Onca yokuşun, inip çıkmanın, terin ardından yorgunluk değil dinginlik hissediyorum.

Ormanla bütünleşmişçesine doğal, zevkli bir bina: Teleferik bekleme istasyonu. Tuvaleti tertemiz. Sensörlü musluklarından kaynak suyu akıyor. İki sıralı güvenlik çizgilerinden ilki sarı, diğeri kırmızı. Ayrıca çelik halatlarla güler yüzlü bir görevli de bekleyenlerin azami emniyetini sağlıyor.

Biletlerimizi aldıktan on dakika sonra kabinimiz geldi, bindik. Altı kişilik odacıkta beş kişiyiz. Üç bizler, bir de yaşlıca Japon karı koca. Başlarımızı eğerek selam verdikten sonra sohbet başladı. Dört Japona karşılık tek Türk olarak azınlıkta kaldım. Japonca konuşuluyor, anlayamıyorum. Arkadaşlarım ellerinden geldiğince çevirmenlik yapıyorlar. Yabancı çift, Hiroşima'lıymış. Atom bombası patladığında ikisi de çocukmuş. Farklı şehirlerdeki akrabalarının yanlarına gönderildikleri için zarar görmemişler. Ama anne babalarıyla kardeşleri kentteymiş, hepsi ölmüş. Yıllar sonra, aynı kaderi paylaştıklarını bilmeden tanışıp birbirlerini sevmişler. Evlenip Hiroşima'ya yerleşmişler. Bir oğulları olmuş, büyümüş, üniversiteyi bitirmiş. O da Hiroşima'da yaşayıp çalışıyormuş. Ayda bir kez Miyajima'ya gelip ölen yakınlarının ruhları için dua ediyorlarmış. Bu sefer adanın tepesine de çıkmak istemişler. Böylece karşılaşmışız.

Pencereden bakıyorum. Biraz sis var. Kalın çelik teller, sık orman, yükseldikçe kendini belli eden açık mavi deniz hayal gibi görünüyor. Belki de gözlerimin buğusundan.

Geldik. Artık Miyajima'nın en yüksek noktasındayız. Teleferikten çıkar çıkmaz bizi uyarı levhaları karşılıyor. Hem Japonca hem de batı dillerinde yazılmış: 'Lütfen karşılaştığınızda maymunların gözlerinin içine bakmayınız!' Şaşırıyorum. Ne demek bu? Arkadaşlarım açıklıyor: Bölgede şempanze çok. Tapınakların tuğla damlarında, ormanın yoğunlaştığı dorukta serbestçe dolaşıp rastladıkları insanlara merakla yaklaşıyorlar. Doğrudan yüzlerine bakıldığındaysa saldırgan olabiliyorlar.

Tamam, bakmam. Zaten buralarda insanların da gözlerinin içine ısrarla bakılmıyor; ayıp. Çoktan öğrendim!

Tepeden etrafa göz gezdiriyoruz. Ümitle Şikoku'yu seçmeye çalışıyoruz. Açık havalarda siluet halinde fark edilebilirmiş. İşte o zaman adalılar neşelenir, denizin ortasında yalnız olmadıklarını duyumsarlarmış. Görülenin yine bir ada olmasına ise aldırmazlarmış.

Ne yazık ki pus vardı. Yakınlardaki birkaç küçük kara parçasıyla iki üç gemi dışında deniz hüzünlü, ufuk bomboştu.

Resimler çekip aşağıya iniyoruz. Hiç maymuna rastlamadık. Öğleden sonranın erken saatleri oldu, hepimiz acıktık. Lokantanın dışarıda yer alan tahta masalarından birine oturuyoruz. Adanın özel yemeği olan haşlanmış pirinç üzerindeki çiğ yumuşakçalar geliyor. Yutmam olanaksız! Pirincin tadı da değişmiş. Ah, şu güzel ülkede yemek yemeden yaşayabilseydim! Sabah da yiyememiştim, çok açım!

Arkadaşlarım gerçekten üzüldülerse de yapacak bir şey yok. Kraker falan bulursak atıştıracağım artık, başka çözüm yolu görünmüyor.

Sıra İtsukushima'ya geldi, ana tapınağa. Son durağımız, adanın en güzel yapısı, en gizemli, en huzurlu varlığı. Çok şey umuyorum. Hem önceden izlediğim belgeseldeki düş gibi görüntülerin etkisindeyim hem de... Bir Japon'a aşığım. Ne yapacağım, bilmiyorum. Burası dileklerin söylenmeden anlaşılıp kabul gördüğü yerlerden biri. 'Ne olacak?' diye başka nereye, kime soracağım?

Yaklaşıp koyu kırmızı korkuluklarına dokunuyorum. Yukarıya doğru yumuşacık kıvrılıp sivrilen kahverengi damını, taştan ayaklarını bakışlarımla okşuyorum. Gölgeli, geniş, ahşap koridorlarında yürüyorum. Rahipleriyle tanışıyorum. Saçları kazınmış, çekik gözleriyle gülümseyen genç adamlar. Biri niyet çektiriyor. İnce uzun, kat kat kıvrılmış kağıtta yazanları arkadaşlarımdan biri okuyor: "Ne şanslı ne şanssızsın. Pek çok engelle dolu uzun bir yoldasın. Engellerin çoğunu aşacaksın. Hoş bir adam gelecek. Sağlığın iyi olacak. Evini değiştirmende yarar var. Çok istediklerine çok çalışarak kavuşacaksın. Hoş bir adam yine gelecek. Acele etme!"

İçim rahatlıyor. Fakat o ne? Kızlardan birinin yüzü allak bullak. Kendi niyet kağıdını, üzerine yüzlerce başka kağıt tutturulmuş bir ağaca asmaya çalışıyor. Neden öyle yaptığını soruyorum: "Kötü geleceğimden kurtulmak için" diyor. Peki, ben ne yapmalıyım? Diğer arkadaşım, yazılanları yaşamak istemiyorsam aynısını yapmamı, beğendiysem kağıdımı saklamamı söylüyor. Saklıyorum.

İçeriye giriyoruz. Loş, serin ve sessiz. Niyet havuzuna beş Yen atıp küçük çanı çaldıktan sonra ellerimizi üçer kez çırpıp deniz Tanrı'sına dileklerimizin kabulü için dua ediyoruz. Böylesine huzur verici bir mabette Şaman unsurlarını barındıran, Budizm'in dönüştürülmüş yakarış biçimi hiç kimse için hiçbir uygunsuzluk yaratmıyor.

Tahta iskelede, İtsukushima'nın hemen dışında rahiplerden biri kendilerinin şekil verip üzerlerine yazılar yazdıkları ağaçtan kaşıkları satıyor. Aşk, mutluluk, sağlık, güzellik, zenginlik, huzur, güven, neşe, aile ve unuttuğum birkaç şey daha. Arkadaşlarım: "Dikkat et, seçtiğin kaşık kaderin olur, biz buna inanırız. Burası en güçlü deniz Tanrı'sının evidir. İyi düşün!" diyorlar. 'Aşk' yazan kaşığı alıyorum.

O düş dünyasından ayrılırken güneş batmak üzereydi. O-Torii çoktan yarısına kadar sulara gömülmüş, İtsukushima'nın ayaklarınıysa küçük dalgalar dövmeye başlamıştı. Feribota doğru ilerlerken belki de bazıları ünlü, onlarca fotoğrafçıyla karşılaştım. Tripodlarını kurmuşlar, en doğru açıyla en uygun ışığı yakalayıp tapınağın gerçeğe yakın görüntüsünü elde edebilmek için bekliyorlardı.

Hava iyice serinledi. Gemide içeride oturuyoruz. Önümüzde Hiroşima'nın ışıkları; giderek yakınlaşıyor. Biraz değiştiğimi hissediyorum. Galiba yavaş yavaş sabırlı olmayı öğreneceğim. Arkadaşlarım beni daldığım derin düşüncelerden kurtarıyorlar. Akşama otelimizin üst katındaki İtalyan lokantasına gidecekmişiz. Yaşasın, nihayet ben de yemek yiyebileceğim!     

11 Haziran 2011 Cumartesi

ARAYIŞ

Ayaklarımda en sevdiğim siyah spor ayakkabılar, üzerimde kot eteğim, yürüyorum. Kendime tam karşıdan bakıyorum ama sis var, ceketimle kazağımın renklerini seçemiyorum. Yüzüm yok gibi. Kocaman yanakların üzerine yerleşmiş iri gözlerden ibaret ikinci ben olarak yukarılardan gözetliyorum. Görüşüm keskin yine de herşey belli belirsiz.

Yol Arnavut kaldırımından, üstünü deniz kumu örtmüş. Taneciklerin grisi, yükseldikçe yoğunluğunu arttıran beyazlığa karışıyor. Uçuşan ak dumanların arasında hedefimi bilirmişçesine kararlı adımlarla ilerliyorum. Lastik tabanlarımdan çıkan ritmik gıcırtıyı duyuyorum. Ardımda giderek yaklaşan bir kişi daha var: Takma bacağını taşlara vurarak, aksayarak gelen biri. Kadın bu, üstelik benden güzel; seziyorum. Bulutlara çarpıp yankılanan tok tahta sesi artıyor, olmayan kulaklarımın içini acıtıyor. Kimliksiz yüzümün ortasına atılıyorum, kısacık bir an karanlıkta kaybolduktan sonra kafatasımın arkasından çıkıveriyorum. Canımız yanmıyor. Birbirimizden uzaklaşırken lastikle bağlıyız sanki, geriliyoruz. Aldırmadan gözbebeklerimi büyütüyorum: Yabancıyı tanımalıyım!

Seçilebilecek kadar yakınlaştığı anda sırtını dönüveriyor, yavaş yavaş uzaklaşıyor. Omuzlarına dökülen sarı saçları, ince endamıyla çok tanıdık da... Zihnimde bir koridor canlanıyor, sol yanında aralıklı iki ahşap kapısı olan uzun bir koridor. Geçmişte aynı kadın aynı şekilde orada yürüyordu, eminim. Odaların ilkinde oturup konuşanlar onun zeminde çıkarttığı düzenli tıkırtıları duyup seslerini alçaltıyorlardı. Donuk çehresinden daha etkili bir yürüyüşü var. Sırf bu nedenle belleğime kazınmış.

Kafam kaşınıyor. Anımsamaya çalışırken hep aynı şey olur. Ellerim diğer bende kaldı. Gerilimi azaltıp yapışıveriyoruz, parmaklarımı arkada kalan alnımda gezdiriyorum. Tam yerine dokundum, kadını tekrar buldum. Sis dağıldı, geniş bir salondayız. Avizeye saklanıp aşağıya eğiliyorum. Dolu kız var, açık saçık giyinmişler. Koyu tenli adamın getirdiği kutuya bakarken çığlıklar atıp kaçışıyorlar. Ama o korkmuyor, ilgiyle bakmayı sürdürüyor. Sonra başka birisiyle sevişiyor. Üstündeki gencin sağ ayağındaki çorabı delik.

Yine ayrılmamız gerek yoksa yürüyüşün tekdüzeliğine kapılıp merakımı yitireceğim, hissediyorum. Bir hamle yapıyorum, bu kez beynimi de söküp çıkarttım, gözlerimin ardına kıvrım kıvrım yerleşiverdi. Örtüsüz, korunmasız...

Sarışınla diğerleri aniden yok oldular. Kalabalık belirdi. Bir arada yemek yemeği planlayıp başaramayan arkadaş topluluğu. Ne kadar isterlerse o kadar çok engel çıkıyor. Olaylar öyle bulanık ve saçma ki neden bunlara bakmak için kendimi zorladığımı anlayamıyorum.

"Benim için" diyor birisi; yaşlı bir erkek.

Ses kulaklarıma kumlu yolun epeyce ilerisinden vuruyor; beyaz belirsizliğin hem içinden hem dışından.

'Orası sıkıcı, burası renkli, gitmeyeceğim' diye düşünüyorum; duyuyor.

"Yön değiştir, böyle çekişerek olmaz!"

Lastiği iyice geriyorum, bu kez canımız yanıyor hem de çok. Adım atamaz oluyorum, zihnim karışıyor, gözyaşlarım süzülmeye başlıyor. Başka yol yok ki!

"İnat etme, dene!"

İkimiz de dayanamayacağız. Yay boşalıyor, gürültüyle çarpışıyoruz, iç içe geçiyoruz, boynumuzun üstünde kalan her hücre ağrıdan şekil değiştiriyor, tek bedenimiz oracığa çöküp kıvranıyor, ortalık kararıyor... Ne kadar süründüğümüzü bilemiyorum, toza bulanmış halde ama birleşmiş; kısmen toparlanıyoruz.

Doğrulurken avuçlarımla yüzümü yokluyorum. Çenem, ağzım, burnum yerli yerinde, gözkapaklarım zor aralanıyor, kirpiklerim kısmen dökülmüş, alnım kırışmış, sol kulağımın önünde dokununca acıyan bir şişlik var yine de hasar onarılmayacak düzeyde sayılmaz. Beynimin girinti çıkıntıları biricik kafatasımın içine yayılıp yerleşirken memnuniyetle hışırdıyorlar.

Artık baktığım yönü görebiliyorum. Peki, tekrar yürüyebilecek miyim? Deniyorum, ayaklarım çalışıyor. Sola dönünce önümde çakıllı bir yol beliriyor. Hava aydınlık, kuşlar cıvıldıyor. Biraz gidip bakınıyorum, taşları üst üste koyup heykelcikler yapıyorum, beğenmeyip deviriyorum, bir daha deniyorum, bir daha, bir daha... Bu değil, istediğim bu değil!

Sağa sapıyorum, tekrar sola, düz ve bir kez daha sol... Gidilmemiş mekanda yapayalnızım. Yüksek çalılıklardan oluşmuş duvarları gökyüzüne uzanan, aşılması imkansız, iç içe geçmiş, parke taşlı, dar sokaklar. Yorgunluktan başım dönüyor. Üstelik acıktım.

"Merhaba!"

Donakalıyorum. Sesin sahibi o, seziyorum: Yaşlı adam. Uzun, ince parmaklı elinde tuttuğu sigarasından derin bir nefes çekiyor. Patlak gözleri, buruşmuş, çirkin yüzüne tezat, ne de sevecen bakıyor!

"Filmlerimden parçalar canlandırıyordun" diyor. "En azından üçünü biliyorsun. Daha fazlasını göremediğin için kendini üzme, ben de ancak o kadarını hatırlıyorum."

"Ne yapacağım?"

"Uykudaki rüyaları boşver, bilincin yerindeyken hayal etmeye bak. Gerçeklere dört, gündüz düşlerine yirmi saat ayır. Sonra karar verirsin. Kesinlik yok, her kuralın ucu açık, en çapraşık temalar aslında en yalın olanlar. Sen bunları seziyorsun aslında, benim kızım sayılırsın."

Buharlaşıveriyor. İçimde coşkun bir sevinç dalgası kabarıyor. Beynimin ortadan ikiye yarılırcasına genleşmesine aldırmıyorum. Üst kabuğu beni eski, sisli yola sürüklemeye çalışırken alttaki en ince, en kırılgan, en karanlık kısmı bilinmezliğin derinliklerine doğru çekiyor.

Sonuncuya uyup gizlerde kayboluyorum.