ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

6 Temmuz 2010 Salı

PERU (Naska'dan Lima'ya: Mumya müzesi, tören çömlekleri ile İnka uygarlığı)

Erkenden uyandım. Bu güzel otelde bilincim yerindeyken geçireceğim zamanın uzamasını istiyorum. Bahçede dün gece dikkatimi çekmemiş olan sol köşede, bizim hayvanat bahçelerindeki kadar büyük bir kafes keşfettim. İçindeki canlı, minicik, sevimli bir ceylan yavrusu! İleride çimenlerde gezinecekmiş ama şimdilik sadece bakıcılarının gözetiminde dışarıya çıkıyor. İri gözlerini benden ayırmadan uzattığım yaprakları yedi. Çok ürkek.

Tekrar Huacachina'dayız. Hedef: Ica bölge müzesi ya da tanınan adıyla mumya müzesi. Rehberimiz varmadan önce uyarıyor, göreceğimiz ölüler en az 1300 yaşında.

İnkalarda ölülere canlılar kadar önem veriliyor. Onlar için dokunan özel kumaşlardan giysiler bugüne kadar kalmış. Ölen yakınlarını fetus pozisyonunda oturtarak ev benzeri mezarlara gömüyorlarmış; elbette ki en şık elbiselerini giydirerek. Mumyalama teknikleri bilinmiyor sadece Mısırdakinden farklı olduğu tespit edilebilmiş. Gün yüzüne çıkmalarına rağmen bozulmadan kalabilmişler.
Bazı kafatasları arkadan sıkıştırılmış. O dönemlerde rağbet gören bir tür güzellik anlayışı nedeniyle kafalar genç yaşta, belki çocukken daraltılıyormuş. Beyinler ne oluyordu acaba? Ortaya çıkarttıkları eserlere bakılırsa pek etkilenmiş gibi görünmüyorlar. Birkaç tane de beyin ameliyatı yapılmış ölü gördük. O hastaların girişimlerden sonra yaşadıkları belli çünkü açılmış deliklerin bulunduğu bölgelerde yeni kemik oluşumları (veya greftler) ile boşluklar kapanmış.

Herkes mumyaların resmini çekiyor, ben ve arkadaşımsa mumya röntgenlerinin. Bir tibia panosteomiyeliti ile ameliyatlı kafatası röntgeni çok ilgi çekiciydi.

Aynı müzede bence mumyalardan daha etkileyici olansa İnkaların tören çömlekleriydi. Belki de sadece parçaları demek lazım.

İnkalar bazen aylarca uğraşarak ortaya çıkarttıkları yarım adam büyüklüğünde, gövdesi tombul, ağzı dar, üzerlerine tanrı ve tanrıça figürleri ile yaşamı betimleyen sahneler resmettikleri bu çömlekleri törenle kırıyorlarmış. Sadece bir tekinin parçaları birleştirilerek bütün hale getirilebilmiş. Müzedeki en geniş salonun orta yerinde sergileniyordu. Antonio, hayatın maddi hiçbir şeyle değerlendirilmemesi gerektiğini ara sıra kendilerine hatırlatmak için bu törenleri düzenlediklerini söyledi. Madem öyle, saygı göstermeli! Ben de öz denetimimi devreye sokup o tek bütünlüklü, eşsiz eserin resmini çekmedim. Nasılsa derinden vurdu, kendisini öyle ya da böyle gösterir.

Bu yol üzerinde veya daha sonra fark etmez, ziyaret ettiğimiz katedrallerden ve beraberinde İnka kültüründen de bahsetmek istiyorum.

Peru'da altın çok. İspanyollar kalyonlarla kıyıya yanaştıklarında İnkaların: 'Görünmeyen Tanrı'nın temsilcileri denizden gelecek' diye bir inanışları varmış. Kaşifler, sadece güzel ve dayanıklı olduğu için kullanılmakta olan altın bolluğunu görünce deliye dönmüşler. İlk gece, İnka önde gelenleri büyük bir ziyafet vererek onları ağırlarken hepsini öldürmüşler. 200 kişi, 10000 kişiyi katletmiş. Sonra da katliam devam etmiş tabii. Madenlerde yerlilerle birlikte Afrika'dan getirilen köleler çalıştırılmış. Öyle çok altın çıkartılmış ki ne yapacaklarını şaşırmışlar. Öldürmeyip kullandıkları yerli halkı Katolik olmaları için zorlamışlar. Avrupa'daki emsallerinden çok daha büyük ve gösterişli kiliseler yapılmış. Bir tanesinin duvarlarıyla tavanı yirmi dört ayar altınla kaplıydı ve bazı yerlerinde külçe altın kullanılmıştı. O kilisedeki mevcut saf altın miktarının on beş tondan fazla olduğu söylendi. Elbette ki resim çekmek yasak.

Zaman ilerledikçe Kızılderililer öz kültürlerini yeni sunulanla harmanlamanın yolunu bulmuşlar. Örneğin bir kilisede İsa, zenciydi. Meryem ana çocuk İsa'yı taşırken diğer elinde mısır tutuyordu. Gaudi'nin Katalunya'da Katolizmin anıtı diye kabul ettirdiği, hala bitirilememiş muhteşem Sagra de Familia'sı nasıl bir doğaya övgüyse Peru'daki katedrallerin çoğu da öyle. Şamanizmi Hıristiyanlığın içine gayet güzel yedirmişler. Bunda en önemli etken, çalıştırılan usta ve işçilerin yerli halktan seçilmesi olmuş. Sanatçılar figürleri ister tahtaya, ister altına, ister gümüşe, kısacası her kullandıkları malzemeye nasıl istiyorlarsa öyle resmetmişler. Kiliselerden ana tanrıça, bereket tanrıları, kutsal hayvanlar ve değer verilen bitkiler fışkırıyordu.

İnkalarda para yok. Komünal yaşam tarzı benimsenmiş. Ekilen araziler teraslama yöntemiyle maksimum verim elde edilecek tarzda işleniyormuş. Bir aile kalabalıksa büyük terasta ekim yapıyor, bekarlara ise en küçüğü veriliyormuş. Hasat zamanı ürün genel silolarda toplanıp her evin kişi başı ihtiyacı kadar dağıtım yapılıyormuş. Doğumlar ve ölümlerle kullanılan teraslar da değişiyormuş.

Ne yazık ki yazılı kültürleri hiç olmamış ve toplum liderleri, sadece geçmişi değil o günün bilgisini de belleklerinde taşıyan bilge kişiler topyekun öldürülmüş. Müzelerdeki bazı dokuma örneklerinde kullanılan düğümlerin bir tür yazı olduğu varsayımı öne sürülmüşse de kanıtlanamamış. Eşsiz mimarileri, kültürlerinin pek çok gizemli yanı aydınlatılamadan kalmış.

İçim yandı. Biz ki hiç boyun eğmemiş bir toplumun çocuklarıyız. Böylesine ileri, dahice üretken uygarlıklar ortaya çıkartamamamıza rağmen işe yaramayanı yıkıp yıkıp yeniden yaparak varlığımızı sürdürmeyi başarmışız. Bunun için de biraz şımarığız. Çoğu insanın aklında 'çok sıkışırsak yine yıkar, yine yaparız' düşüncesi dolaşıp duruyor gibi. Birikimimizi önemsemiyor, geçmişini hatırlamayan bir millet olarak kişilik bunalımı içinde sürükleniyoruz. Aklıma dolu soru takıldı. Zor coğrafyaların insanları zorunluluklar nedeniyle daha fazla düşünüp çalışarak daha fazla mı gelişiyorlar? İnsan için önemli olan sadece var olmak mıdır? Yaşamın anlamı soyunu sürdürüp bir nesil sonra hatırlanacağını garanti altına almaktan mı ibarettir? Bitkilerle hayvanlar da aynısını yapmıyorlar mı?

İnka kültürü çok etkileyici. Ama grupta, sohbetlerde hala iş hayatlarının incir çekirdeğini doldurmayan kısır çekişmelerini unutamayanlar var; anlaşılır gibi değil.

Bedensel gerçeklere dönecek olursak, öğle yemeğinde tabağımdaki beş istiridyenin bir buçuğunu ancak yiyebildim. İlki hoşuma gitmişti, ikincisini acı ve lastik kıvamında hissedince bıraktım. Diğerleri kapışıldı. Üç dört saat sonra midemde şişkinlik hissettim ve önlem olarak gece hiçbir şey yemedim. Yine de hafifçe yoklayan bulantıdan kurtulamadım. Arkadaşımın annelik duyguları kabardı: 'Bak, yükseklere tırmanacağız, sigara da içiyorsun, yemek yemeden olmaz' diyor. İyi anlaşacağımız belli. Bir kere temiz, odayı dağıtmıyor, zil çalınca hemen ayakta, zamanından önce toparlanıyor, anlamsız kaprisleri yok, dengeli duruşunu hiç kaybetmiyor, duş sırasına uyuyor... Tek takıntısı ille de pencere kenarındaki yatakta yatacak! Eh, o kadar kusur kadı kızında da olurmuş, benim için nasıl olsa fark etmiyor.

Yarın uçakla Cuzco'ya gideceğiz, Antonio'nun dağ tepesindeki memleketine. 3700 metrede, İnka medeniyetinin merkezi. Herkes çok tedirgin. Yükseklik hastalığına yakalanırlarsa ne yapacaklar diye dolu soru soruyorlar. İlaç ayarlamaları, tansiyonlar, psikolojik destek gereksinimleri... Gece rehberimizi bir köşeye çekip uyarıyı yaptık. İkimiz bu grubun kayıtlı doktorları değiliz. Kimse Peru ve Bolivya turuna biz varız diye güvenerek çıkmadı. Elbette acil durumda hiç beklemeden gerekeni yaparız ama acili kendimiz belirleriz ve müdahalemiz ancak herhangi bir resmi sağlık ekibi devreye girene kadar sürer. Biz de diğerleri kadar turistiz ve belki de yardıma ihtiyacı olacak iki insanız; böyle biline!

Anladı. Üstelik ertesi sabah havaalanına giderken otobüste öyle iyi anlattı ki bir daha üstümüze varan olmadı.

Hiç yorum yok: