ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

13 Temmuz 2010 Salı

PERU (MACHU PICCHU)

Saat beşte zil çaldı. Kendi kurduğumuz elbette; uyandırma servisi haber vermeyi unutmuş. Bu kadar aksaklık olur, boşver diyoruz. Herkes bizim gibi değil, söyleniyorlar. Oysa tüm odalar kendi önlemlerini almışlardı.

Hala rahatsızlık duyan çok. Ekibin çoğunluğunun nefesi daralıyor. Tansiyonlar oynuyor, karınlar şişiyor, mideler bulanıyor... Bu insanların yarısından fazlası ciddi sporcu. Trekking yapıyorlar, içlerinde Tibet'e çıkıp kayak yapmış kişiler bile var. Yine de Peru dağları ummadıkları kadar etkiledi. 'Siz iyisiniz' diyorlar. Gerçekten de iyiyiz, problemimiz yok. Hele ben, kendime şaşıyorum. 1998'de sisli, çisentili bir Karadeniz akşamüstüsünde yüzümden yağmur damlalarıyla birlikte terler süzülürken dayanamayacağımı sandığım bir Sümela tırmanışım olmuştu ki anımsadıkça ürküyordum. Sonrasında üç saat devam eden 130 civarındaki taşikardiyi ne yaptıysam kıramamıştım. İleriki yıllarda on metrelik çıkıntı görsem adımımı atmadım. Burada korku da sorunlar da bitti.

Otobüsümüz bizi Ollaylantambo tren istasyonuna götürdü. Mavi boyalı, sevimli bir trene bineceğiz. Hava şimdilik soğuk; ısırıcı diyebilirim. Giderek ısınacak, soğan gibi katlarımızı çıkartacağız; artık biliyorum.

Hareket etmeden önce sularımızı alıyoruz. Machu Picchu'da su ateş pahasıymış.

Raylar, Urubamba'nın yanına döşenmiş. Nehir atlaya zıplaya, vagonlarsa tıngır mıngır ilerliyor. Kenarlar kayalık üstelik giderek yükseliyorlar. Arada köy benzeri ufak yerleşim yerlerinden geçiyoruz. And dağları önce çalılara büründü sonra aniden tepelerine varıncaya değin ormanlarla kaplandılar. Ağaçlar birbirlerinin gövdelerinden fışkırmışçasına sarmaş dolaş; tek bir aralık yok. Pencereyi açıyoruz, nem bulut olup içeriye doluveriyor. Artık tişörtlerleyiz.

İki önemli derdimiz var. Birincisi benim fotoğraf makinemin pilleri iflas eti, yedeklerini almamışım, tümüyle arkadaşımın çekeceği resimlere bağımlıyım. (Buradaki görüntüler ona ait. Kullanmama izin verdiği için teşekkür ederim) İkincisiyse arkadaşım telefonunu bulamıyor. Otelde veya otobüste düşürmüş olmalı. Şimdilik yapacak bir şey yok. Şoför çevreyi araştırmak için geriye döndü ama haber geç ulaşacak. Zaten bu derin çanakta dünden beri telefon bağlantısı kuramıyoruz, çekmiyorlar, yine de kaybolduysa sorun tabii.

Machu Picchu 2500 metrede yer alıyor. Yani 1400 metre alçalacağız. Dağların giderek yükselmesinden aşağıya doğru indiğimiz belli oluyor.

Durduk. Ne kalabalık! Dünyanın her yöresinden gelmiş insanlar sıra bekliyorlar. Su gerçekten beş misli pahalı, iyi ki önceden almışız. Dört beş kulübeden başka bir şey görünmüyor. Bazı dağcılara rastlıyoruz. Bizim servis otobüsüyle bu kez yokuş yukarı çıkacağımız yolu yürüyeceklermiş. Trenin kat ettiği bölgeyi de yürüyerek geçenler varmış. İsteğe göre ikiyle yedi günlük trekking turları düzenleniyormuş. Hatta Machu Picchu'yu çevreleyen, İnka krallarının önemli kararlar öncesinde üç gün yalnız kalarak düşündükleri rivayet edilen zirvelere tırmananlar bile var.

Seksen yaşın üzerinde insanlar gördüm. Bazılarının bastonları vardı. Oysa kayıp kentte her türlü sopa kullanmak yasak. Ne yapacaklar? Herhalde bir tür hac gibi kabul edip 'ölürsek burada ölürüz' diye gelmişler. Nem öyle yoğun ki yorgunluktan önce boğularak dünya değiştirmek mümkün.

Rehberimiz, tatarcık ve sivrisineklerden korunmak için kollarımıza, yüzümüze ilaç sürmemizi öneriyor. Yapmadım. Öyle ıslak ki cildim, o kimyasallara dayanamayacağım. Varsın böcekler ısırsın!

Arkadaşım şapkamın olmadığının farkında, endişeli. 'Boşver, saçlarımı arada sırada ıslatırım' diyorum. Zaten bu geziye çıkarken bir kendimi unutmadığımı söylesem yeridir.

Otobüs tıklım tıklım. Ayakta duranlar bile var. Yine yükseliyoruz. Jungle burası. Okyanusa benziyor; hemen derinleşiyor, yüzeyi dışında her özelliğini gizliyor. Yol dar, virajlı, stabilize taşlı. Ağaçlar bize doğru uzanıyorlar sanki. Neredeyse alacakaranlık oldu.

On beş dakika sonra bir tepeye geldik, indik. Saldırmaya hazırmışçasına kenarlarda bekleyen iri çalılıklarla dallarını etrafa dağıtmış Coca ağacının arasından beliriveren yuvarlak zirveli, koyu yeşil, heybetli bir dağla karşılaştık. İki yanında, arkasında başka dağlar... Soldaki saz damlı kulübelerin yanından yürümeye başlayacağız. Andların aralarına giriyoruz!

İyi ki o kalelere tırmanmışız! Biraz alışkanlığımız olmasa bu sıcakta, nemde, açıktaki tüm cildimiz saldırıya uğrayıp durmaksızın ısırılırken onca yüksek basamağı nasıl inip çıkardık?

Aniden karşımızda göründü: Machu Picchu! Kayıp kent. Ortada bulunan düzlük alanıyla sağındaki teras benzeri taş blokları çimenlerle kaplı, her yönü merdiven gibi, sol üst köşesinde dikkati çeken tuhaf yükseltisi insan kaynayan, sıradağların arasına saklanmış bilinmezler diyarı! Gerçekten kendi gözlerimle gördüğüme inanamıyorum!
Biraz soluklandık. Resimler çekip anlatılanları dinledik.

Amerikalı bir antropolog olan Hiram Bingham 1911'de buraya geldiğinde her yer ormanlarla kaplıymış. Bingham, İnkaların önde gelen bazı kişilerinin kaçıp İspanyollarla bir süre savaştığı, sol taraftaki dağlarda yer aldığı rivayet edilen kaleyi arıyormuş. O savaş kaybedilmiş, İnkalar öldürülmüş ama saklandıkları yerde bazı belgelere ulaşılabileceği düşünülüyormuş (oysa herşey yerle bir olmuş, yakılıp yıkılmış). Bizim gibi soluklanmak için işte bu yakınlarda durduğunda, saz damlı kulübelerde yaşayan birkaç köylüden biri: 'Bak şu merdivenlere! Biz buralarda şehir olduğuna inanırız' demiş. Yerli halkın yardımıyla birkaç ağaç kesince Machu Picchu kendini belli etmiş. Bingham hemen geriye dönüp ekibini toplamış ve kayıp kent ortaya çıkartılmış.

Ne olduğu, İnka uygarlığından kimlerin yaşadığı, hangi amaçla kurulduğu hiç belli değil. Her anlatılan varsayım. Önce otuza yakın genç kadın iskeleti bulunmuş. Bunların İnkalarca güneşe kurban edilen bakireler, buranın da çok önemli bir tapınak olduğu ileri sürülmüş. Ancak daha sonra erkek ölülerine de ulaşılınca bu düşünceden vazgeçilmiş. Tarım alanı olarak kullanılabilecek geniş, basamak tarzında terasları var. Yerleşim yeri mi? Hele o sol üstteki taş! Manyetik alan yayıyor; elimi uzattığımda avucumun itildiğini hissedecek kadar belirgin. Etrafı çevrilmiş, dokunmak yasak. Hangi amaçla kullanılıyordu ki? Arkasındaki dağın tepesinde (şu dağcıların tırmandığı) basamaklı bir kısım daha var. (Ah, bir dürbünüm olsaydı!) Krallar oraya çıkıp gerçekten düşüncelere dalıyorlar mıydı acaba? Güneş tapınağıysa inanılmaz! Düz, taş zeminde basit su birikintileri gibi görünen yuvarlak bölgelere gök cisimleri yansıyor. Teleskopla uzaya bakmaya gerek yok, yerde gökyüzünü incelemek mümkün. Gündüz olduğu için sadece güneşi görebildik.

İçine girdik; her basamağına bastık diyebilirim. Ortadaki açıklık alanda tek bir Coca ağacı sembolik olarak bırakılmış. Çimenlerin üzerine oturup Antonio'ya Quechua dilinde bir şeyler söylemesini rica ettik. 'Sözlerini açıklamak istemiyorum, sadece dilin tınısını duymanız için söyleyeceğim' dedi. Hüzünlü şarkısına başladı, yarısında çok duygulanıp kesti, uzaklaştı.

En çok soldan aşağıya doğru inen basamaklarda etkilendim. Dibi görünmeyen uçurumun kenarındayız ve karşımızda muhteşem, ikinci And sırası var. Kendimi dev bir sandviçin dilimleri arasındaki peynir kırıntısı gibi hissettim. Öyle ufak tefek şeyleri çok büyütmemek gerek. Orada kendi kendime söz verdim. Bundan sonra biraz uzaktan bakmadan herhangi bir şeyin önemli (ya da değerli) olduğuna karar vermeyeceğim.

Saat ikide servis aracını bekleyeceğimiz alana döndük. Herkes pancar renginde; cayır cayır yanmışız. Ellerim, kollarım, boynum tatarcık ısırıklarıyla dolu, kaşınıyorlar. Böcek ilacı sürenler benden daha kötü durumdalar. Hepimiz sarhoş gibiyiz. Hem gördüklerimizden hem yorgunluktan hem de iklimden.

Yine mavi trenimizdeyiz. Sandviç ve içecek satışı yapan genç, melez bir kadın ve bir erkek demiryolu personeli servislerini bitirdikten sonra manken oldular. Çeşit çeşit Alpaka giysiler sergilediler. Gerçekten hoştu.

Urubamba'ya veda edip istasyonda bizi bekleyen otobüsümüze bindik. Doğru Cuzco'ya gideceğiz. Gece yattığımız yeri bilmeyiz artık. Bu arada arkadaşımın telefonu, oturduğumuz koltukların kenarından yere düşmüş; yola çıkmadan önce bulduk.

Peru gezisinin doruğu kesinlikle Machu Picchu'ydu.

Hiç yorum yok: