ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

31 Aralık 2010 Cuma

TEKRAR URSULA LE GUİN VE FANTASTİK EDEBİYAT

Ursula Le Guin ve fantastik edebiyattan bir kez daha bahsetmek istediğimi, benim için önemini yazmaya çalışacağımı söylemiştim. İşte o zaman geldi. 2010 yılının son blog yazısı olmasını belki de bilinçsizce planladım. En değerli varlık en tepede, bitiş çizgisinde, geleceğin başlangıcında!

'Seyyahlar kendi yolculuklarını anlatırlar, sizinkini değil' cümlesi hem çok alçakgönüllü hem her okuyana ümit aşılayan türden hem de müthiş bir özgüvenin eseri. Gezgini düşünün: Deneyimlerini aktarıyor. Tanımadıklarına yolun ipuçlarını veriyor. Yemek pişirmeyi sevenlerin birbirleriyle paylaştıkları değişik yemek tarifleri gibi. Eklediğiniz bir fazla tutam tuzunuz ve biraz pul biberinizle eşsiz olanı yaratmanızı sağlıyor. İnsanlar, masal gibi bile olsa dinlerlerken kendi yolculuklarının haritasını keşfediyorlar.

'Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar' adlı deneme kitabında 'Amerikalılar ejderhalardan neden korkar?' diye bir bölüm var ki kitabı her elime alışımda önce orayı okuyorum. Tabii Ursula Le Guin'in bahsetmek istediği sadece modern Amerikalılar değil. Gelişmiş ya da gelişmekte olan, tekniğin, yerleşik kamusal değerlerin en iyisi olduğunu düşünen tüm insan toplulukları için geçerli.

Akıllı, meslek sahibi veya bu yolda ilerleyen kişiler, hayal ürünü olana şüpheli hatta aşağılık bir şeymiş gibi bakma eğiliminde. Bu görüşü her ne kadar eksiksiz benimsesem de bana ait değil; Ursula Le Guin söylüyor. Yazar devam ediyor: 'İşadamının değerler sisteminde eğer bir edim hemen ve elle tutulur bir kar sağlamıyorsa, haklı gösterilemez.' Yani püriten değerler sisteminde 'zevk' yoktur. Daha doğrusu zevk bir değer değil, sadece günahtır. Zevkten kastım, beyinsel tatmine ulaşılabilecek tek araç: Hayal gücü. Zihnin özgürce oynadığı oyunlar. Yine yazarın sözleriyle devam edeyim: 'Özgür kelimesi ile kastım, doğrudan bir kar hedefi gütmeden, kendiliğinden hareket edilmesi. Özgür olmak hiç de disiplinsiz olmak değildir. Hayal gücünün düzenlenmesi hem sanatın hem de bilimin temel yöntemi veya tekniğidir. Kelimenin gerçek anlamında bir şeyi disiplin altına sokmak onu baskı altında tutmak değil, eğitmek, gelişmesi, harekete geçmesi, verimli olması için teşvik etmektir - bu şey ister şeftali ağacı olsun, ister insan zihni.'

Büyük edebiyatçı yol gösterdi. Şimdi onu bırakıp ülkemize dönüyorum: Zorunlu gereksinimleriyle boğuşan Anadolu toprağının çileli insanlarına değil, şu büyük şehirlerde ortalamanın üstünde gelirle geçinip ev borçlarıyla çocuklarının okul taksitleri arasında sıkışıp kalmış kalburüstü, okumuş yazmış kesime. Kaç kişi kitap okuyor? Neden vakit yok? Kuaförde saatlerce beklerken dergi karıştırmak, Facebook'da dolaşmak veya televizyondaki ipe sapa gelmez dizileri izlemek için vakit var. Dedikodular, uzayıp giden maç yorumları, çay partileri, kafe sohbetleri, boş boş oturup pineklemeler için pek ala vakit var. Fantezi ve/veya kurgu dünyası içinse yok. Çünkü korkutuyor! Yine Le Guin: 'Fantezideki hakikatin, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma, hatta tehdit oluşturduğunu bilirler. Ejderhalardan korkarlar çünkü özgürlükten korkarlar' diyor.

Sanırım en önemli soru şu: Zihnimiz özgür kalırsa ne elde edeceğiz?

İnsan, doğumundan ölümüne kadar yalnızlığını aşmak için çabalıyor. Gerçekten var mıyım? Başkalarına nasıl ulaşacağım? Seslendiğimde beni duyan birileri oluyor mu?

Bir bütünün parçaları olduğumuzu algılayabilmemiz için hayal gücüne ihtiyacımız var. 'Ben ve ötekiler' dediğimizde yabancılaşma başlıyor. Oysa 'öteki' içimizde. Gölgemiz. Kötü yanımız. Bakamadığımız, anlamak için çaba harcamadığımız sürece büyüyüp varlığını yansıtma yoluyla diğerlerinde görünür kılmaya çalışan hatta başaran derinliğimiz. Kısır çekişmeler, vahşi savaşlar onun yüzünden çıkıyor.

Göz göze gelip elini tutabilirsek kılavuzumuz olabilir. Eğitilmiş varlığı, gücünü benliğimize aktarıp bize olgunluk yolunda bir basamak tırmandırabilir. Daha huzurlu ve umutlu olma şansını yakalayabiliriz.

Fantezi, gerçek fantastik edebiyat, kendimizi ve gölgemizi tanımamızı sağlıyor. Her insanda aynı ikilik olduğunu fark edip aynı dengeye sahip olduğumuzu, benzerliğimizi algılatıyor. Yalnızlık duygusu belki bu yolla aşılabilir. Diğer ruhlar düşman değil, dost olarak görülebilir. Karşılaşılan ya da tanık olunan haksızlıklar, acılar karşısında baş çevirmeden durulabilir, adaletsizliğin gözlerinin içine odaklanılabilir.

Kimbilir, bakarsın teslim bile olunmaz!

Okurken zevk alırız. Mutluluğa adanmış yaşamımız ona bir adım daha yakınlaşır. İçimizdeki çocuk, o saf meraktan ibaret halimiz, şaka, kahkaha, dünyamızın aydınlık yüzü gün ışığına çıkabilir. Az şey mi?

Çok uzatmadan Ursula Le Guin'in sözleriyle bitireceğim: 'Bütün ciddi kurgu ürünleri (buna doğru düzgün tasarlanmış bilimkurgu da dahil) insanın bu kocaman çuvaldaki, evrenin bu göbeğindeki, bu gelecek şeylerin rahmi ve geçmiş şeylerin kabrindeki, bu bitmeyen hikayedeki bütün diğer her şeyle nasıl bir ilişki içinde olduğunu tanımlamaya çalışmanın bir yolu... Kurgunun güzelliği her zaman huzursuz edici olmasındadır. Şiirin veya müziğin sunduğu gibi aşkınlık, anlayışı aşan bir huzur sunamaz; saf tragedya da olamaz. Çok karışıktır. Özü karışıktır... Romanın önemli bir sanat olduğunu düşünüyorum çünkü ekmekten başka neyle yaşadığımızdan bahsediyor... Sanatın yolu: İlişkilendirmektir. Fikri değerle, duyuyu sezgiyle, korteksi serebellumla ilişkilendirmektir.'

Yine dayanamayıp çok alıntı yaptım. Tümü ve zevkli bir okuma için: Bkz. Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar (Ursula K. Le Guin)

Hayal gücünün gerçekliğine yakınlık duyan erişkinlerin dünyasında yaşamayı hayal ediyorum. Belki 2011'de öyle bir yer bulurum.     

29 Aralık 2010 Çarşamba

GÜNÜBİRLİK RODOS (Eylül 2010)

Çıkış kontrolü sırasında batı Avrupa'dan gelmiş turistleri saymazsam Türk'ten fazla Yunanlı var. 'Komşu bizi daha çok merak ediyor herhalde' diye bir yorum yapmalı mı acaba? Yoksa bu, gezi kültürüyle ilgili bir şey mi?

Gümrük görevlisinin camında bir yazı asılı: 'Pasaportunda Kuzey Kıbrıs damgası olanlar Yunanistan'a kabul edilmemektedir.' İşte çirkin politika başladı! Orta yaşlı bir erkek yolcu söylenerek dönüyor.

Feribot çok rahat. İçeride kahvaltı etmek mümkün. Turist rehberi olduğunu tahmin ettiğim bir adam mikrofonla Türkçe ve İngilizce bilgi veriyor. Yarım günlük şehir turu satın alabilirmişiz. Sonrasında serbest dolaşacağız. Sadece Türkçe olarak ekliyor: "Gümrüksüz satış alanlarında fiyatlar ve mallar aynı. Rodos'tan değil, Marmaris'ten alışveriş etmenizi öneririm. Ben öyle yapıyorum. Paramız kendimize kalıyor." Biraz milliyetçi kokular salgılasa da fena fikir değil, hatırlattığı iyi oldu. Tur da ucuz; dahil oluyorum.

Yanaştık. Yolculuk elli dakika sürdü. Bostancı'dan Bakırköy'e deniz otobüsüyle gitmek gibi bir şey. Levhalardaki yazılar falan değişmemiş olsa farklı bir ülkeye geldiğimi neredeyse algılayamayacağım.

Ülkeye giriş işlemlerinde memurlar güler yüzlü ve hızlı. Buluşma yeri güzel bir kafeye benziyor. Çok kozmopolit. Marmaris'tekinin on katı turist var burada. Gözüme çarpan dükkandan bir Rodos haritası satın alıyorum.

Rehberimiz, yaşlıca bir Yunanlı kadın. İngilizcesi aksansız, akıcı. Yaklaşık kırk kişiyiz. Beş altı Türk, diğerleri değişik ülkelerden. Otobüse biniyoruz. Yeni şehri dolaştırıyor, yerleşim yerleri, resmi kurumlar hakkında bilgi veriyor. Bu ada pek de adaya benzemiyor. Orta büyüklükte bir kent gibi. Gösterişli caddeleri, hareketli bir günlük hayatı var. Temiz. Çok albenili oteller gördüm. Kumsal neredeyse tüm ada boyunca geniş ve pırıltılı, akıp gidiyor. Panaromik manzaralı birkaç yerde durduk. Birinden Türkiye görünüyordu. Tuhaf! Özlemle baktım. 'Neyi özlüyorum bunca kısa sürede?' diye düşündüğümde ilk aklıma gelen, konuştuğum dil oldu. Aslında gittiğim herhangi bir yerde Türkçeyle iletişim kurabilsem diğer bütün değişkenler arkada, anlamsız kalacak; farkındayım.

Hava bulutlu hatta birkaç damla yağmur atıştırdı. Rehberimiz, Rodos'ta Haziran başından Eylül sonuna kadar yağmur yağmadığını söyledi. Çok istikrarlı bir iklimi var doğrusu. Bugün Eylül'ün son günü.

Apollon tapınağının önünde epeyce duruyoruz. Apollo: Işık Tanrısı! Onca güneşli güne sahip olmasından dolayı Rodos'u sahiplenmiş, özel korumasına almış. Yanında zeytin ağacı, arkasında Ege'nin pırıltılı sularıyla görkemliydi, ne yalan söyleyeyim.

Antik stadyum çok iyi korunmuş üstelik restore edilmiş. İçinde her an bir spor karşılaşması yapılabilir durumda. İmreniyorum.

Eski şehre vardık. Kale duvarları yüksek, bakımlı. Çok kalabalık. Herkes yabancı. Yunanlılar nerede? Rehberimiz, üç saatlik siestada olduklarını söylüyor. Bazen dört saate kadar uzayabiliyormuş. Sadece eski şehirdeki esnaf siesta yapmazmış. Çünkü onlar, kış uykusuna yatan hayvanlar gibi sonbahardan ilkbahara kadar çalışmazlarmış. Bu deyim benim uydurmam değil, Yunanlı kadın söyledi, duydum.

Meryem Ana'nın kocaman taş oymasının altından giriyoruz. İçerisi gerçekten şehir! Sokakları Arnavut kaldırımlı, antik görüntüsü bozulmamış, hareketli bir mekan. Lokantalar, dükkanlar, müzeler... Eski yapıyla yeni yaşam şekli uyumla iç içe geçmiş, ilk göreni çekim alanına sokuveriyor. Hemen yakındaki kilisenin çanları çalarken Süleyman caminden ezan okunuyordu. Buradaki Osmanlı etkisi kalıcı iz bırakmış. Az zaman değil tabii, dört yüz yıl.

Orada serbest bırakıldık. Etrafıma bakınırken portre ressamlarını gördüm. Zeytin ağaçlarından bir koridorun kenarına sıralanmışlar, müşteri bekliyorlardı. Çoğunun yanında küllükler; Yunanlılar epeyce sigara içiyor. Karşılarındaki bir banka oturup ben de içtim. Çalışmalarını izledim. Gerçekten yetenekliler. O bölgede özellikle Amerikalılar yoğunluktaydı. Şımarık davranışlarından Yunanlıların da hoşlanmadığını fark ettim.

Eski şehrin meydanı. Çok iyi konumdaki lokantalardan birinde, ön sıradaki küçük masa boş. Hemen oturuyorum. Acıktım zaten.

Sağımdaki masada İngilizler, solumda İsveçli bir çift, arkamda ise altı yedi kişilik Rus grup var. Meydan cıvıl cıvıl turist kaynıyor. Merkezdeki çeşmenin kenarına bebek arabalarını yanaştırmış batılı anne baba, sandviçlerini atıştırıyor. Hafif, dinlendirici Yunan ezgileri, dolaşıp bakınan yabancı kalabalığının uğultusuna karışıyor.

Garson geldi. Uzun boylu, kumral, yakışıklı bir Yunan delikanlısı. Akıcı İngilizcesiyle: "Hoş geldiniz" dedikten sonra nereli olduğumu sordu. Türk olduğumu öğrenince hafifçe gerildi, fark ettim. Belli etmemeye çalışarak menüyü uzattı. Başta Yunanca, sonraki sayfalardaysa İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça olarak yiyecekler sıralanıyor. Marmaris'teki Türkçesi kaldırılmış menüler gibi değil. İçim daraldı. Yunan salatası, ekmek ve Yunan birası isteyince bizim oğlan gevşedi. "İyi seçim" dedi; dost olduk.

 Yemekten sonra kaybolmamaya çalışarak eski şehrin sokaklarında dolaştım. Bir dükkanda çok güzel desenli örtüler gördüm. Evim yeni ya, daha önce içimde varlığından haberdar olmadığım örtü merakı türedi. Nereye gitsem önce onlara bakıyorum. Kapıdan girdim. Güler yüzlü, genç satıcı kadın istediklerimi çıkartıp gösterirken sohbete başladık. Marmaris'ten geldiğimi, Türk olduğumu, İstanbul'da yaşadığımı öğrenince akrabasına rastlamışçasına sevindi. Meğerse anneannesiyle dedesi Antalya'dan Rodos'a göçmüşler. Küçüklüğünde evde hep Türkçe konuşulurmuş. Ama ikisini de erken kaybetmiş, Türkçeyi öğrenememiş. Sonra büyüyüp evlenmiş, çocukları olmuş, Türkçe öğrenme isteği içinde kalmış. Tezgahın altından Yunanca - Türkçe sözlüğünü çıkartıp gösterdi. Az müşteri olduğunda çalışıyormuş. Marmaris'te bir Türk arkadaşı varmış, senede bir iki kez onu ziyarete geliyormuş. Kendisi bir türlü fırsat bulup gidememiş.

Çok kolay olduğunu, feribotla elli dakikada ulaşılabileceğini söylüyorum. "Biliyorum" diyor. "İş güç işte. Yakın bile olsa arada deniz var."

Sınırların anlamsızlığı bir kez daha suratıma çarpıveriyor.

Beğendiğim örtüyü yarı fiyatına veriyor. Üstelik bir de yanında minik biblo hediye... Öpüşerek ayrılıyoruz.

Feribotun kalkmasına daha iki saat var, ne yapmalı? En iyisi arkeoloji müzesini gezmek.

Doğru karar vermişim. Müze gezmeyi pek sevmem aslında. Fakat etkilendiğim birkaç tanesi vardır. İlki tartışmasız, Hiroşima'daki Barış Müzesi. İkincisi Gaziantep Müzesi. Üçüncüsü ise Rodos Arkeoloji Müzesi oldu.

Antik dokunun içinde yer alması başlı başına bir özellik. Yapının eskiden ne olarak kullanıldığını unuttum ama iç içe geçmiş odalarının taş, geniş tavanlı, serin varlığı beni sarıp sarmaladı. İlkçağ uygarlıklarının gelişmişlik düzeyini, heykellerin mitolojiyle karışmış hikayelerini öyle zevkle sergilemişler ki! Bazı eserlerin yanında açıklamalar vardı: Parçaları veya bir bütünü oluşturan devamı bilmem hangi batı Avrupa müzesinde diye. Şu Avrupalılar, Yunanlılardan da az şey çalıp götürmemişler!

Artık dönmek zamanı. Gümrüksüz alanı dolaşıyorum. Alacağım sigara ve yedi yıldızlı Metaxa zaten, başka bir şey değil. Madem aynıları var, alışverişi Marmaris'e bırakıyorum.

Feribotta tatlı bir yorgunluk çöküyor üzerime. Neredeyse uyuyacağım. Dün Marmaris'te tekne turuna çıktım, daha çok yorulmuş olmam gerekirdi. Hayır, bu başka! Ülke değiştirdim. Farklı algıları olan insanların arasında, farklı bir mekanda yaşadım. Kısmen yabancılık ve kendimi koruma duygularıyla heyecanlandım. İyi geçtiyse de değişiklik gerdi.

Marmaris'te hayretle Metaxa'nın Yunanistan'dan üç Euro daha ucuz olduğunu görüyorum. Kızıyorum tabii. Üç Euro nedir ki? Ama kendi alanlarında, üstelik kendi üretimleri diye pahalıya satmakta sakınca görmüyorlar. İyi ki oradan almamışım!

Otele ulaştığımda turşu gibiydim. Yarın uçağım kalkıyor, İstanbul'a döneceğim. Üç günü iyi değerlendirdim sanırım, epeyce güneş ışını ve görüntü depoladım. Evdeki açılmamış kutu ve bidonların gözlerimin önünde uzak bir hayalmiş gibi dalgalanmalarından belli.  

27 Aralık 2010 Pazartesi

ÜÇ GÜNLÜK TATİL (MARMARİS)

Evde kutu ve bidon yerleştirmekten öyle bunaldım ki kaçtım. Eylül'ün sonundayız. Zaten biraz daha geç kalırsam denize falan giremeyeceğim.

Havaalanından servisle geldiğim Marmaris otogarında taksiye binip kalacağım otelin adını söylüyorum. Şoför önce hiç sesini çıkartmıyorsa da şehre ulaştığımızda öyle bir yer bilmediğini belirtiyor. İnanmak mümkün değil, tabii. Her turistik bölgede uyanık esnaf mevcut. Eh, ben de köyden inmedim, ona pabuç bırakacak değilim. İlerideki taksi durağından öğrenebileceğini hatırlatıyorum. Mecburen onlara soruyor ve fazla dolaşmadan varıyoruz.

İnternette dört yıldızlı diye gösterilen otel aslında topu topu küçücük bir motel. Ama hem temiz hem de merkezde yer almasına rağmen gürültüden uzak. Minik havuzunu çok sevdim. Akşamüstü olduysa bile hava sıcak. Girmeyi düşünüyorum. Yönetici hanım, temizlik yapacağını, istersem denize gitmemi söylüyor. Hayır! Burada kalacağım, patates kızartmamı yiyip biramı içeceğim ve biraz kitabımı okuyacağım. Tatildeyim, canım ne isterse onu yapacağım. Elbette olanakların elverdiği ölçüde.

Masa başındaki yerimi aldığımda ellerinde bavullarla şişman, genç bir kadın yaklaştı. Çok heyecanlı. Almanya'dan buraya gelmiş, tatili bitmiş, dönecekmiş. Tur şirketinin servisini bekliyormuş ama neredeyse gelmeyeceklerinden emin. Öyle maceralar anlattı ki değme gerilim romanına taş çıkartır. Yine de özlüyor, Türkiye'ye hiç değilse yılda bir kez gelip dolaşmak istiyor. Şu memleket özlemi ne tuhaf şey! 'Gel gelmez, git gitmez' diye bir laf vardır ya, tam bu duygu için söylenmiş sanki.

Kadıncağızın servisi kırk beş dakika gecikmeyle de olsa geldi. Kısa süreli arkadaşlığımız son buldu. Vedalaşıyoruz. Onu belleğimin anı köşesindeki uygun çekmeceye yerleştirip kitabıma geri dönüyorum.

Akşamın erken saatleri. Otelin yöneticisi orta yaşlarının başlangıcında, çocukken hiperaktif olduğunu belli eden, güzel mi çirkin mi anlaşılamayacak kadar değişken, alışılmadık bir tip. Havuzu ve ortalığı faşır faşır yıkarken on iki yıldır burada çalıştığından bahsediyor. İki dil biliyor, İngilizce ve Almanca. Yedi ay açık bulundurulan işletmeyi tek başına idare ettiğini, sabahtan öğleye kadar gelen temizlik personeli hariç yardımcısı olmadığını söylüyor. Yakınmıyorsa da farklı olsun istiyor, belli. Onu dinliyorum, arada kitabımın sayfalarına dalıp gidiyorum. Gece bastırıyor.

Acıktım. Saat altıdan sonra otelde bir şey yemek maalesef imkansız. Sahile iniyorum. Gürültü kirliliği inanılmaz boyutlarda. Gözümün tuttuğu, fiyatlarının uygunluğunu tahmin ettiğim bir lokantaya giriyorum. Kalabalık. Balık güzel. Şarap... Eh, işte! Kulaklarım uğuldayarak odama sığınıyorum. Burası iyi. Temiz ve sakin. 'Ortalık mevsim sonunda böyleyse Temmuz - Ağustos aylarında nasıldır acaba?' diye düşünürken uyku bastırıyor.

Ertesi gün kahvaltı zayıfsa da ortam hoş. Mayomu giyip havuz faslına başlıyorum. Bir Alman çift var. Nedense benden hoşlanıp durup dururken portakal suyu ısmarlıyorlar. Fakat sohbet için hiç yakınlık belirtisi göstermiyorlar. Teşekkür edip uyukluyorum.

Çevreyi dolaşmak lazım. Marmaris'e ilk gelişim. İtiraf etmeye utansam da gerçek! Hem Türkiye'de hem yurt dışında dolu yeri ziyaret ettim ama Marmaris nedense bu zamanlara kaldı işte! Koyları merak ediyorum, araştıracağım.

Hamburgerimi atıştırdıktan sonra şapkamı giyip sahil yolundan ilerilere yürüyorum. Bir tur buldum! Tam gün; dört koyda konaklıyor. Sıkılır mıyım? Belki. Deneyeceğim. Dönüşte şehir plajında duraklayıp denize giriyorum. Temiz, üstelik rahat.

Erkenden gittim. Motor büyük. Üst kata çıkıp gölgelik kenar minderlerine oturuyorum. Fakat bu şekilde olmayacak, bir şezlong kapatmalıyım; adet böyle anlaşılan. Yapıyorum.

Yola çıktık. Yolcuların tümüne yakını yabancı. Okumasalar bile ellerinde kitaplarıyla gelmişler. Türk olarak dört kişiyiz. Benim dışımdaki vatandaşlar erkek. Gözlerinin kıyısıyla bana bakıyorlar. Kaçı medeni cesaret gösterip konuşabilecek acaba?

Manzara harika. Müzik... İdare eder, hiç değilse kulak tırmalamıyor. Güneş tepede. Koruyucumu sürüyorum.

Muhteşem Kadırga koyunda duruyoruz. Turkuaz rengiyle insanı davet ediyor. Ayaklarımı suya sallandırıyorum; serinse de atlanabilecek gibi. Giriyorum.

Yarım saat yüzdüm. Çok iyi geldi. Tüm dertlerimi unuttum denir ya, öyle işte!

Mayomu değiştirdikten sonra güneşleniyorum. Bu iş iyiymiş! 'Cup' denize dalıyorsun, çıkıp yayılıyorsun... Denemediğim bir tatil türü.

İkinci koy: Kilise. Küçük ve derin. Yemek de burada veriliyor. Hazırlık yeterli, menü sağlam, ortam hoş. Yanıma Türklerden biri oturuyor, sohbet başlıyor.

Kırk yaşlarında bir Elazığ'lı. Alçakgönüllü. Almanya'da, Hamburg'da çalışıyormuş. "Metro'dayım" deyince önce yeraltı inşaatı sandım meğerse Metro şirketinde taşımacıymış. Yıllar içinde ilerlemiş, işsizlikten kurtulduğu için sevinen Alman gençlerinin başında, gelen malların denetleyicisi konumuna yükselmiş. Büyük şirketlerin orta - alt düzey yöneticilerine hissettirdikleri 'onlar olmazsa olmaz' duygusu, gözlerinden okunuyordu.

Konuşacak ortak konumuz pek yok. Biraz tatil yörelerinin özelliklerinden, güneşten, denizden falan bahsediyoruz; bitiyor. Onun beklentisi farklı, belli. Ben... Oralı olmuyorum.

Tekrar yola çıktık. Uzunca bir sefer. Doğa büyüleyici! Arada resim çekiyorum. Daha sıkılmadım, fena değilmiş. Güneşlenip yüzüyorsun, yediğin önünde, yemediğin arkanda... Şöyle böyle konuşacak birilerine değip geçiyorsun. Her zaman değilse de arada sırada yapılabilir.

Üçüncü durak: Meşhur Çiftlik! Bir buçuk saat kadar buradayız. İnip etrafa bakınıyorum. Demirlemiş inanılmaz yatların manzarayı daha da güzelleştirdiği, birkaç kıyı kahvesiyle bir otelden ibaret ama çizgileriyle doğa harikası olduğunu haykıran minik koy. İskelesi ne yazık ki bakımsız. Dikkatsiz yürünürse sakatlanmamak elde değil. Hemen ilerideki hediyelik eşya satış yerine yöneliyorum. Kendilerinden geçmiş, oradan başka her yerde olmayı umarak düş kurdukları her hallerinden belli iki genç satış elemanı var. Bir örtü beğenip soruyorum:

"Bu, Denizli ürünü mü yoksa buranın malı mı?"

"Bilmiyorum" diyor satıcı.

"Bilmiyorsan nasıl satış yapacaksın?"

Çocuk tekrar: "Bilmiyorum" diyor.

Ümitsiz vaka! Hiçbir şey almıyorum.

Orada, kıyı kahvesinde oturup bir bira içtim. İyi geldi.

Dördüncü koy: Akvaryum. Yine atladım. Su ılık, rengi maviyle yeşil arasında değişiyor. Hafif çırpıntılı, tertemiz, az tuzlu denizde yüzüyorum. Ülkemin geri kalmışlığına bir kez daha tanık oluşumun sıkıntısı biraz dağılır gibi oluyor.

Artık dönüyoruz. O tek Almanyalı hariç diğer Türklerle tanışamadım. Ancak epeyce süzüldüm. Gerçi ben de yanlarına yaklaşmadım ya!

Marmaris'e vardığımızda hem güzelliklerin etkisiyle sarhoş gibiydim hem de biraz hüzünlüydüm. Ön yargılarımız çok güçlü, eksiklerimiz pek çok; ne yazık ki daha birkaç yüz fırın ekmek yememiz gerekiyor.

Pasaportum yanımda, biletimi aldım. Yarın günübirlik Rodos'a gideceğim. Bakalım üç adım ötedeki Yunanistan'da işler nasıl?        

19 Aralık 2010 Pazar

SINIRIN BİR ADIM ÖTESİNDE

Kendimi buraya kilitledim. Hadi bakalım, sıkıysa çıkartsınlar!

Şu dört duvardan ibaret mekan, benim odam. Kapı kapalı. Anahtarı camdan attım. Hemen sağda çalışma masam duruyor. Üzerinde yaklaşık dört yıldır ellemediğim postalar, ne zaman aldığımı unuttuğum notlar, yığınla gazete, dergi... Arkamda, pencerenin kıyısında, masa başında otururken göremediğim yatağım; dağınık. Artık hiç toplamayacağım, karar verdim. Öyle buruşuk çarşafların içinde, yüzümün şeklini unutmamış yastık kılıfımın kıvrımları arasında kirli, terli yatıp kalkacağım. Ne kadar giderse. Yerdeki el dokuması Bünyan halıya tükürüyorum, işiyorum, kakamı yapıyorum. Koku beni rahatsız etmiyor. Halı bunu hak etmemiş olabilir, ne yapalım, ben de bu yaşantıyı hak etmediğimi düşünüyorum. O topu topu bir nesne. Bense canlıyım. Herkes kadar toplum içinde var olmayı hak eden bir insanım veya 'insandım' mı demeliyim? Kiralık katiller, dilenciler, üçkağıtçı bürokratlar kendilerine yer buluyor; ben iyi yetişmiş, doktoralı neyin nesi... Kabul edilmiyorum. İteleniyorum. Projelerim görmezden geliniyor, tekliflerim alayla karşılanıyor, başlar çevriliyor, tartışmadan kaçınılıyor, konuşmam istenmiyor. Yok sayılmaya karşı çıktım sonunda. Sadece çalışma hayatımdan örnek veriyorsam da tümü bundan ibaret değil, uzaktan bakanlar tahmin edebilir. Biliyorum, nasılsa bir gün bu kapıyı kıracaklar, içeriye girip beni yaka paça akıl hastanesine götürecekler. Ama ben hasta değilim. Sadece isyan ettim.

Neden mi isyan ettim? Niye merak ediyorsunuz? Şu insanlardaki 'tecessüs' yok mu! Arkadaşlarım olan sizler, içimi yakanları anlatmak isterken nerelerdeydiniz? Programlarınız vardı değil mi? Gündüzleri çalışıyordunuz, akşamları üstünüzü değiştirip sözde dostlarınızla buluşuyor, geceleri ise sinemaya, lokantaya falan gidiyordunuz. Dert dinleyecek, daha doğrusu dertlerin imalarını hissedecek vaktiniz yoktu. Sevimsiz atışmaları yorumlamak, beni biraz teskin etmek için hiç zamanınız olmuyordu. Adıma karar veremezdiniz tabii. Ne anlamlı bir kolaya kaçış! Peki, sizleri renkli hayatımla, yurtdışı gezilerimle, egzotik sevgilimin hoş görüntüleriyle eğlendirirken nasıl vakit buluyordunuz? "Neler oldu, yolculuk, buluşma nasıl geçti?" diye niye soruyordunuz? Telefonların ardı arkası kesilmiyordu. Egzotik sevgilim gerçekten var mıydı bakalım? Belki de uyduruyordum. Zaten şimdi hepinizden tiksiniyorum.

Evet, biraz sizlerden bahsedeceğim. Kusmalıyım ki beni alıp götürmeye geldiklerinde bomboş olabileyim. Karton bir kutu gibi, sönmüş bir balon gibi. Sizler, eski tanıdıklarım, yakın bildiklerim, yanımda kalacaklarını sandıklarım! İnsanoğlu çiğ süt emmiş derler. İşte o çiğ sütü memeye asılarak çekip anasını sömürenler! Nefretimin vücut bulmuş kimlikleri! Tüm varlığımla benden beter olmanızı diliyorum. Bana sırtınızı döndüğünüzü görmektense yok olmayı, trafik kazası geçirip saatlerce acılar içinde kıvranmayı, bilincimi yitirmeyi yeğlerdim. Bu itiraf kadar canım yanmazdı, eminim. Nasılsa duymuyorsunuz. Olsun, zihnimden düşmüyorsunuz ki bir türlü! Yapışkan sülükler gibi. Kaç kişisiniz siz? Üç, dört, on sekiz... Tüm dünyaya sahip olduğumu sanmıştım. Ömrümce aradıktan sonra bulduğum, diğer yarım gibi duyumsadığım o kadının beni terk etmesi bile ruhumu sizden yediğim kazık kadar etkilememişti. Terk mi etti? Ne zaman? Var mıydı o? Yüzünü hiç anımsamıyorum. Peki, siz ne yaptınız? Aslında sadece başınızı çevirdiniz. İçinizden 'ne var bunda, meşguldüm, seni etkilemek istemedim, benim de aklımı kurcalayan şeyler vardı' falan diyebilirsiniz elbette. Kendinizce haklısınız. Tutunan, toplumsal kabul gören, cam fanusların içinde yaşayan akvaryum balıkları olarak bokunuz dibe çökerken öte yakaya yüzmek, atılan yemleri tırtıklamak hakkınız! Yaşam biçiminiz bu. Oysa ben sadece yaşıyordum. Sıcak, ılık bir dokunuşa ihtiyacım vardı, hepsi o kadardı. Sesim titrerken susacaktınız, alacakaranlık olduğunda ışığı açacaktınız, "sağlığımıza!" diyerek bir kadeh şarabı paylaşacaktınız. Başka ne bekleyecektim ki zaten? Hepinizi lanetliyorum. Bardağı taşıran damla sizlerin davranışlarıydı; açıklıyorum ve suçluyorum! Adlarınızı çoktan unuttum.

Üç gündür kapalı kaldığım odamda fark ettiklerim: Öfke, sevgiden güçlü! Kötülük, iyiliğin önünde! Çirkinlikler güzelliklerin hepsini örtebiliyor! Şeytan var, Tanrı yok!

Oda kapısı yumruklanmaya başlamadan önce biraz felsefe yapalım. Kral Oidipus'u bilir misiniz? Hepiniz kültürlü, okumuş insanlarsınız, başlarınızı aşağı yukarı sallayıp: "Elbette, bu da sorulur mu?" dediğinizi duyar gibi oluyorum. Peki, bu yaşlı kralın yanılgısı neredeydi? Neden öyle acınacak duruma düştü? Sevgiden mi? Hayır! Güvenden. O aptalca güven duygusundan. En yakınları, kızları, canları... Sonunda kapının önünde kalıverdi. Yüzyıllar sonra her şey aynısıyla tekrarlanıyor. Üstelik ortada kan bağı da yok; nasıl hak iddia edebilir bu genç mi yaşlı mı belli olmayan, doktoralı neyin nesi; öyle değil mi?

Saçmalıyorum. İçim öylesine nefret dolu ki taştım. Sıradan tanıdıklarımı sildim zaten ama dost olduğunu sandığım, yılların anılarını paylaştığım, birlikte büyüdüğüm o insafsızları görsem... Tanır mıyım acaba? Silinmeye başlamışlardı epeydir, fark ediyordum. Önce saçları, kulakları, dudakları soldu. İkişer kocaman göz olarak kaldıktan sonra kayboldular. Bana bakışlarını bıraktılar. Zihnime çakıldılar, beynimden söküp atamıyorum. Nereye başımı çevirsem, kahkaha atan göz bebeklerine rastlıyorum. Ağızsız gülüşler. Korkunç! Buraya kapanırken neden yanıma bir çakı olsun almadım acaba? Hiç değilse intihar ederdim. Pencereden atlamaya cesaretim yok. Oysa keskin bir bıçak az acıyla çok şeyi kökünden hallederdi. Aradım, makas bile bulamadım. Öyle çaresizim ki!

Gelsinler artık! Acıktım, çok da susadım. Dünden beri kağıttan yaptığım külaha idrarımı doldurup içiyorum. Sıcak ve tatsız. Burnumu tıkadığım için kokusunu duymuyorum. Kendi kendimden midem bulanıyor. Babamın kapının önündeki yakarışlarını duyuyorum, kalbim sızlıyor. Kim çocuğunu böyle zavallı halde görmek ister? Kendime acımıyorum aslında. Çok ama çok kızıyorum! Keşke bir not defteri olsaydım da benliğimi yırtıp küçücük parçalara ayırabilseydim! Affedemiyorum, itiş kakışı unutamıyorum, kendi kendime becerip ölemiyorum.

Her şey saçma, biliyorum. Sadece bu dünyaya uyamamış bir canlıyım. Yok olmak istiyorum. O zaman kimse yok sayamayacak! Kaybolup gideceğim ve tüm bu acı bitecek.

Şüphelendim şimdi: Hasta mıyım acaba?

Diyelim ki öyleyim. Nasıl tedavi edecekler? Söylenebilecekleri duyar gibiyim: "Önce kendine hoşgörü göster, sonra bütün insanlara. Unut! Yeniden başla."

Balık hafızasıyla nefes alıp vermek istemiyorum. Gitgide genişleyerek değil en yükseğe çıkıp korkutucu derinliklere dalarak, zorlanarak ama beni düşünenlerin varlığını da duyumsayarak yaşamak istiyorum. Babam hariç. O beni çocuğu olarak görüyor, kendisinin devamı, ölümünden sonra sürecek hayatı. Bense elde edemediğim, zırhlarını delip ulaşamadığım diğerlerini istiyorum. O çeliklere çarpıp sendeledim, düştüm, yaralandım, çamur içinde kaldım. Yanılmaktan ölesiye korkuyorum. Korktuğum için saklandım zaten. Anlamadınız mı? Kimse yoksa ben de yokum. İsteklerimin, ortaya çıkarttıklarımın anlamı yok. Şöyle bir dokunup geçmek tüm vücudumu yakıp kavuruyor. Erişemiyorum! Kahkahadan kırılan yüzsüz göz bebeklerinden kurtulup başka dünyalara değmeyi özlüyorum. Ardına kadar açtığım gözeneklerimden içerilere ilkbaharın ılık meltemi gibi sızacakları bekliyorum. 'Bekliyordum' demeliyim herhalde. Artık karşılaşabileceklerim olsa olsa iri yarı hastabakıcılarla sınırlı kalabilir. Sonra da ellerinde iğneler, avuç dolusu haplarla doktorlar ve hemşireler.

Salakça gülümseyen, boş boş bakan bir ifadem olacak. Çok az kaldı; geliyorlar!         

8 Aralık 2010 Çarşamba

HEP BİLDİĞİMİZ, HİÇ BİLMEDİĞİMİZ

Ölümle karşılaştığımda duyumsadıklarımdan bahsetmek istiyorum.

Yatağımda yatıyordum. Sabahın olduğunu kuşların cıvıldaşmaya başlamalarından anladım. Bir de geceye has tek tük geçiveren arabaların hızlarını yavaşlatıp sıklaşmalarından. Yoksa perdeler kalın, koyu kahverengi üstelik sımsıkı kapalı, camdan ışık falan sızmıyor.

Neden uyandığımı bilmiyorum. Gördüysem bile herhangi bir rüya anımsamıyorum. Üzerimde kötü bir his yok. Sadece aniden gözlerimi açıverdim. Bedenim hala gevşek, yorganın altında sıcak ve yayılmış. Zihnimse duru, bekliyor. Neyi? O biliyor. Geri kalan ben... Bilmiyorum.

Yavaşça içeriye girdi. Kapıdan. Gölge olarak gördüm. Gerçekten sadece gölgeydi. Karanlık, biçimi belirsiz, fırtına habercisi bulutlar gibi değişken. Belki de bir 'hortum' demeliyim; dönüp duran helezoni şekli, kenarlara doğru savrulan etekleri... Yok, başka bir şey, bu değil. Belki de bir 'his' demeliyim; kalp atışlarımı hızlandırıp alnımın, ensemin ter içinde kalmasına neden olan, nefesimi sıklaştıran, kollarımı hareketsizleştiren... Yok, bu da değil. Belki de sadece 'bilinmeyen' demeliyim. Açıklanamayan, o nedenle korkulan, çok korkulan, geri çekilip duvarın, gerideki duvarın diğer tarafına geçme isteği yaratan bir ağırlık. Başını çevirmek isteyip de çeviremediğin. Tutulup kaldığın, dilinin kuruduğu, gözlerinle bakıp da göremediğin, görmek istemediğin... Mutlak çirkinlik.

Neden çirkin olduğunu kavrayıverdim. Karşıtı yok! Alabildiğine serpiliyor, büyüyor. Engel olamıyorsun, sarıp sarmalıyor. Çok sıcak ya da çok soğuk. Yakıyor veya donduruyor. Siyah ya da beyaz. İki taraflı kör ediyor. 

Ilıklıktan, serinlikten, gökkuşağının renklerinden yoksun. Tekdüze.

Göğsüm ağrımaya başladı. Boynuma, sol omzuma yayıldı. Yüz elli kiloluk bir dev üzerime oturmuş sandım. Boğazım daraldı, soluklarım sıklaştı, alnımdan taşan ter damlacıkları yanaklarımdan süzülüp çeneme, boynuma aktı. Derin nefes almak istedim; gövdemi ezen ağırlık engelledi. Bağırmak, kaçmak istedim; kıpırdayamadım. Ağrı arttı. İşkence sahnelerinde mengeneyle ezilenleri anımsadım, aynen böyle olmalıydı. Ağır ağır, etleri biçimsizleştirip kemikleri kıran bir acı. Dayanılmaz sanılsa da dayanılabilen, o nedenle en unutulmaz, en hatırlanmak istenmez izi bırakan. En derine işleyen. Gerçeğin ta kendisi. Kesinliği olan tek şey. Yalın, yorumsuz, dolaysız. Yaşamın karmaşıklığını, merakını taşımayan renksiz boşluk. Kendi çevresindeki sonsuz dolanımıyla büyüleyici. Hem çeken hem tüm gücümle itmek istediğim. İşte onu... Benliğimin bütünü ve ruhumun gözleriyle gördüm.

Karşıda, dolabın önünde duruyordu. Sessiz, sabırlı. Gözlerimi kapattım.

Açtığımda hastanedeydim. Kalp krizi geçirmişim. Kızım fark edip ambulansa haber vermiş. Ben çoktan kendimi kaybetmişim. Yolda kalp masajı yapıp hayat öpücüğü vermişler. Acildeyse şok uygulamışlar.

"Arada kalmıştın. Ne hatırlıyorsun?" diye sordular.

"Hiç" dedim. Söyler miyim?

Kararım kesin: Bundan sonra sürekli belirsizliğin tadını çıkartarak yaşayacağım.   

3 Aralık 2010 Cuma

YİTİP GİDEN SÖZCÜKLER

İki yönlü tuhaf bir yazı olacak bu, başlarken biliyorum. Hem bir iç hesaplaşma hem de paylaşma.

Bloğumu açarken okunmayı bekliyor muydum? 'Hayır' demek yalan söylemek olacak. Yoksa yakın arkadaşlarıma ve güvendiğim kişilere blog adresimi vermezdim. Demek ki insanlara iletmek istediğim bazı görüşlerim olduğunu düşünüyormuşum. Gösteri sanatlarından birinin oyuncusu olmayı umuyormuşum.

Yazmaya tesadüfen olsa bile kendim için başladım. Tutkuyla sürdürülebilecek bir uğraş olarak gördüm. Dünyayla ortaklık kurmak için. Dünyaya muhalif olmak için. Duyguların evrensel olduğunu, diğer insanlarda da aynı duygulanımların bulunduğunu belirtmek için. Gerçeği aramak için. Gerçeği keşfettiğimi sandığım için. Gerçeğin tek yönlü olmadığını fark ettiğim için. Kendimi tanımak için. İçimden çıkanlara ağzım açık bakakaldığım için. Bir de yorumların kendime ayna olmasını istediğim için. Her ne kadar fazla yorum almasam da okunduğumun farkındaydım. Bu dünyadaki varlığımın, insan varlığımın en önemli göstergesi olan belleğimin onaylanmasıydı bu. Mutlu olmaya çok yaklaşmıştım.

Müthiş bir merak sardı içimi. Okuyucu kimdi acaba? Benim için bilinmeyen, ne düşündüğünden emin olunamayan, yaşantıları sır, yüzleri sisli, zihinleri gizli, özgün kişiler. Yazarın ayna görüntüsünü yaratacak olanlar. O aynayı göremeyebilir, yansıttıklarına bakamayabilirdim. Yine de var olduğunu, ararsam, sabredersem bulabileceğimi seziyordum. Yazmayı sürdürüyordum (hala da sürdürüyorum). Düşünmeye başladım:

Alelade bir blog yazarı olarak ulaşmaya çalıştığım ideal okur nasıl biridir? Ümit ettiğimi betimleyebilirim: Dikkatli, şüpheci, gelişmeye açık, okuyarak önyargılarından kurtulmaya çalışan, metinlerin de mutluluk kaynağı olabileceğinin bilincindeki kişi. Rahatsızlık yaratan uyarılardan kaçmaz. Bazen (çoğu zaman) beklediğini bulamaz. İnatçıdır, aramaya devam etmekten vazgeçmez. Bilgi edindiği konularda fikirleri vardır fakat ısrarcı olmaz. Bilmediklerini öğrenmeye çalışır. Değişime gülümseyerek bakar, kendisinde de değişme potansiyeli olduğunu hisseder. Okurken doğal olarak zevk almak ister. Bu sağlanmazsa morali bozulmaz, diğer metne (bloğa veya bilgisayarı kapatıp kitaba) geçer. Satır aralarını görmeye çalışır. Okuduğu için önemsenecek insandır.

Bunları nereden mi çıkartıyorum? Kendimi yazardan çok okur kimliğimle tanıyorum, oradan tahmin ediyorum. Okur olarak egom yükseklerde ve beklentilerimi biliyorum. Kaosa karşı uyum, gürültüye karşı güzel müzik, kavgaya karşı huzur istediğimi söyleyebilirim. Rasgele bir bloğu olsun okumayı tercih edecek kadar gelişmiş beyinlerin de aynı doğrultuda çalışacağı düşüncesi içindeyim. Ben betimlemeye çalıştığım ideal okur sınırları içine girmek için çabalıyorsam, yazar olarak da en azından yarısına ulaşmayı hedeflemeliyim sanırım.

Peki, ne yazmalıyım da en kaliteli okuyucu kitlesini yani en eleştirel düşünen zihinleri kendime çekebilmeliyim? Beni okurlarsa ne olacak? Karşılıklı olarak ne kazanacağız? Doğrusu yazmaya başlarken bunları hiç aklıma getirmedim, itiraf ediyorum. Bilinçaltımdan fışkıranların şaşkınlığı içindeydim. Yazdım, yazdım... Sonra bir durup baktım; yüzleri allak bullak, üzerinde durdukları yerküre sarsılmış da ne yapacaklarını, nereye gideceklerini bilemeyen, şaşırmış ifadelerle bana bakan bir avuç insan gördüm karşımda (o yazılar buzdağının blogda görünmeyen sekizde yedisi). Yanlış giden bir şeyler mi vardı? Farklılık, uygunsuzluk muydu? Metaforlar yerli yerine oturmamış mıydı? Kurgusal yaşantılar çok mu hayatın içindendi?

Bloğumda yazarak araştırmaya başladım. Korteksimin iç katmanlarına korteksimden faydalanarak sızmaya çalıştım. Beynimi soydum. Bilinçdışımı nasıl denetleyeceğimi öğrenmeye gayret ettim. Önce korkarak da olsa iyice içine dalmak sonra da iyiyle kötü, güzelle çirkin bütünlüğünü kabullenmiş olarak sağ salim dışarı çıkmak gerektiğini anladım. Zıtlıklarla değil, karşıt görünenlerin birliği ile bütünlüğe varılabileceğini kavrar gibi oldum (hala tam olarak özümseyebilmiş değilim). Bir yandan da bakıyordum, okuyan var mı diye. Vardı, giderek artıyordu. Demek ki araştırmam, o bilinmeyen kişileri de ilgilendirmişti. Heyecanla devam ediyordum ki...

Google'ın azizliğine uğradım. Bloğuma ulaşamıyordum. Blogger'dan istatistiklere ve genellikle gelmeyen yorumlara girebiliyor ama bunun yanında hiçbir yazıma erişemiyordum. Okuyucu var görünüyordu fakat ben yeni bir şey yazıp yayınlama olanağından yoksundum.

Çok moralim bozuldu. Beni eski hekim kimliğimle özdeşleştirmiş arkadaşlarım bu işi neden önemsediğimi anlayamadılar. Oysa yeni bir var olma biçimi geliştirmek için çabalıyordum; bedenlere değil, diğer canlılardan biz insanları ayıran zihinlere değmek için çabalıyordum. Bilimde kesinleşmiş, kanıtlanmış doğrular vardı. Oysa sanatta yorum vardı, esneklik vardı. Komutlardan uzak, gevşek ama aynı zamanda güçlü bir evrensel bağ vardı, bunu hissedebiliyordum. Ulaşmak için uğraşırken yok olmuştu.

Bloğuma girip yazı yazabilmek için ilk Blogger konumuna geri döndüm ve... Okuyucu olarak yaşamdaki kimliklerini tanıyamadığım ama orada olduklarının bilincinde olduğum tüm diğer kişileri kaybettim. Artık ben vardım, diğerleri yoktu. Ayna, o bir gün benliğimi yansıtmasını ya da diğerleriyle karşılıklı sonsuz bir göz göze gelmeyi yaşayacağımı umduğum ayna (ütopya!) kaybolmuştu. Uzay boşluğunda yapayalnız, nerede olduğunu ve nereye gittiğini bilemeden uçmak gibi ümitsiz bir duyguydu. Büyük düşünürlerin söylediklerini ta içten algılayıverdim: İnsan toplumsal bir yaratıktır. Başkaları yoksa o tek ve benzersiz olduğu yanılsamasındaki kişi de yoktur. Hareket, eylem, konuşma, düşünce, her şey ancak başkalarının varlığıyla anlam kazanır. Onaylamasalar bile!

Yakılan, yok edilen kütüphaneleri, kitapları anımsadım. Düşüncenin kül edilmesinin dikta yönetimlerince neden o kadar önemsendiğini hiç olmadığı kadar şiddetle anlayıverdim.

İşin aslı kendim için yazıyorum, bu doğru. Bu sadece bir seçim. Ameliyathanede doğanın uyumsuz yarattıklarını değiştirmek uğruna hem bedenimi hem ruhumu sakatlayarak uğraşmakla aynı düzeyde doyum sağladığı için. (Neyse ki böyle bir uğraş buldum; ya bulamasaydım?) Tuhaf şekillerden ibaret sözcüklerle kişiler ve sahneler canlandırmaya çalışırken yaşadığım yoğunlaşmadan çok hoşlandığım için. Çok içe dönük bir eylem bu fakat aynı zamanda çok da dışa dönük. Kendimi araştırırken tüm insanları araştırıyorum. Benliğimi ararken başkalarını buluyorum. Tanımadığımı sandığım karakterleri yaratırken yüzümün saklı kalmış ayrıntılarını görüyorum. Her ne kadar böyle söylesem de okuyucu aynasına ihtiyacım var. Şu son günlerde bunu daha çok anladım. Cümleler ortalığa saçıldıkları anda herkesin malı oluyorlar. Tekrar birilerine ulaşabilecek miyim? Aynı düzlemde buluşabileceğimiz insanlar olacak mı? Sessizce de olsa sözcüklerimin zihnine girmesine izin verip sonra nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde değiştirerek göz bebeklerinden dışa vuran kişilerin varlığını duyumsayabilecek miyim?

Okur olarak korkak yazarların kitaplarındaki tutuk el hareketlerini görebiliyorum ve hoşlanmıyorum. Ama ben bir ölçü müyüm? Okuyucu kimliğimi bu kadar önemsemeli miyim? Neyse, henüz acemiyim, öğreneceğim. Üstelik profesyonel bir yazar değilim, sadece basit bir blogda denemeler üretmeye çalışıyorum. Yine de internet ortamında olsun yitip giden sözcüklerin önemini son iki hafta içerisinde çok iyi kavradım. Herkes varlığını farklı şekillerde kalıcı kılmaya çalışır; kendine uygun gördüğü ya da onay verdiği şekilde. Benim farkına vardığımsa şu: Eğer bir gün bu dolambaçlı, zor yolda ilerlerken yazdıklarımda kendilerinden bir şeyler bulduklarını söyleyenlere rastlarsam bu iş bundan sonraki hayatımın merkezinde yer alacak, eminim.