ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

30 Ekim 2010 Cumartesi

BOLERO

Uyandığında gözlerinin üzerine dökülmüş, dolaşmış saçlarını karıştırdı. Ağzında acı bir tat, dudaklarında tuhaf bir karıncalanma vardı. Doğrulup terliklerini giydi, banyoya gitti. Aynada yansıyan yüzünü gördü: Tıraşı uzamış, yanakları çökmüş, alnı kırışmış, kalın kaşlı, kemerli burunlu, sivri çeneli, orta yaşlı bir adam. Yakışıklı değil. Hiç olmamıştı zaten. İfadesi belirsiz, bakışları donuk. 'Bundan sonra ne olacak ki?' sorusu aklından geçerken iki yıldır kullandığı, kılları seyrelmiş diş fırçasına uzandı...

Uyandığında gözlerinin üzerine dökülmüş, dolaşmış, gür çalılar gibi inatçı, seyrelmek bilmeyen saçlarını karıştırdı. Akşamdan kalmış olmanın verdiği yorgunlukla ağzında acı bir tat, dudaklarında tuhaf bir karıncalanma vardı. Her sabah yaptığı gibi uzun uzun gerindikten sonra doğrulup eskimiş terliklerini giydi, banyoya gitti. Aynada yansıyan yüzünü gördü: Tıraşı uzamış, yanakları çökmüş, alnı kırışmış, kalın kaşlı, kemerli burunlu, sivri çeneli, esmer, orta yaşlı bir adam. Yakışıklı değil. Hiç olmamıştı zaten. Ama beş sene öncesine kadar kadınlara çekici geldiğini biliyordu. Duruşunu yitirmiş, her şey bitmişti. Şimdi ifadesi belirsiz, bakışları donuk. 'Bundan sonra ne olacak ki?' sorusu aklından geçerken iki yıldır kullandığı, kılları seyrelip biçimini kaybetmiş diş fırçasına uzandı...

Uyandığında gözlerinin üzerine dökülmüş, dolaşmış, gür çalılar gibi inatçı, koyu kahverengi, seyrelmek bilmeyen saçlarını karıştırdı. Güler bu hareketine bayılırdı. Akşamdan kalmış olmanın verdiği yorgunlukla ağzında acı bir tat, dudaklarında seviştikten sonra da ara sıra hissettiği tuhaf bir karıncalanma vardı. Her sabah yaptığı gibi uzun uzun gerindikten sonra doğrulup karısı son evlilik yıldönümlerinde aldığı için atmaya kıyamadığı eskimiş terliklerini giydi, banyoya gitti. Aynada yansıyan yüzünü gördü: Tıraşı uzamış, yanakları çökmüş, alnı kırışmış, kalın kaşlı, kemerli burunlu, sivri çeneli, esmer, orta yaşlı bir adam. Yakışıklı değil. Hiç olmamıştı zaten. Ama beş sene öncesine kadar kadınlara çekici geldiğini biliyordu. O zamanlar dik omuzları, gülünce pırıl pırıl parlayan beyaz dişleri, özgüveni vardı. Dişleri hala yerindeydi fakat artık gülümsemiyordu bile. Kamburu çıkmış, duruşunu yitirmiş, her şey bitmişti. Şimdi ifadesi belirsiz, bakışları donuk. 'Bundan sonra ne olacak ki?' sorusu aklından geçerken iki yıldır kullandığı, kılları seyrelip biçimini kaybetmiş diş fırçasına uzandı...

Uyandığında gözlerinin üzerine dökülmüş, dolaşmış, gür çalılar gibi inatçı, koyu kahverengi, seyrelmek bilmeyen saçlarını karıştırdı. 'Güler bu hareketime bayılırdı' diye düşündü. Sabahları ayaklanan tutkuları hep o saçlarını karıştırdıktan sonra ortaya çıkardı. Akşamdan kalmış olmanın verdiği yorgunlukla ağzında acı bir tat, dudaklarında seviştikten sonra da ara sıra hissettiği tuhaf bir karıncalanma vardı. Hep yaptığı gibi uzun uzun gerindikten sonra doğrulup karısı son evlilik yıldönümlerinde aldığı için atmaya kıyamadığı eskimiş terliklerini giydi, banyoya gitti. Aynada yansıyan yüzünü gördü: Tıraşı uzamış, yanakları çökmüş, alnı kırışmış, kalın kaşlı, kemerli burunlu, sivri çeneli, esmer, orta yaşlı bir adam. Kırk mı altmış mı? Tahmin etmek imkansız. Yakışıklı değil. Hiç olmamıştı zaten. Ama beş sene öncesine kadar kadınlara çekici geldiğini biliyordu. O zamanlar dik omuzları, gülünce pırıl pırıl parlayan beyaz dişleri, en önemlisi özgüveni vardı. Dişleri hala yerindeydi fakat artık gülümsemiyordu bile. Gülecek bir şey bulamıyordu. Kamburu çıkmış, duruşunu yitirmiş, her şey bitmişti. Şimdi ifadesi belirsiz, bakışları donuk. 'Bundan sonra ne olacak ki?' sorusu aklından geçerken Güler'in: "Sakın kendini bırakma" dediğini hatırladı; iki yıldır kullandığı, kılları seyrelip biçimini kaybetmiş diş fırçasına uzandı...

Uyandığında gözlerinin üzerine dökülmüş, dolaşmış, gür çalılar gibi inatçı, koyu kahverengi, seyrelmek bilmeyen saçlarını karıştırdı. 'Güler bu hareketime bayılırdı' diye düşünürken içinin acıyla burkulduğunu hissetti. Sabahları ayaklanan tutkuları hep o saçlarını karıştırdıktan sonra ortaya çıkardı. Bu sabahsa sadece bezgindi; çoktandır alıştığı gibi. Akşamdan kalmış olmanın verdiği yorgunlukla ağzında acı bir tat, dudaklarında seviştikten sonra da ara sıra hissettiği tuhaf bir karıncalanma vardı. Hep yaptığı gibi uzun uzun gerindikten sonra doğrulurken bacaklarına baktı. Gençliğindeki sert uyluk kaslarının gevşediğini fark etti. 'Spor yapmalıyım.' Omuz silkip karısı son evlilik yıldönümlerinde aldığı için atmaya kıyamadığı eskimiş terliklerini giydi, banyoya gitti. Aynada yansıyan yüzünü gördü: Tıraşı uzamış, yanakları çökmüş, alnı kırışmış, kalın kaşlı, kemerli burunlu, sivri çeneli, esmer, orta yaşlı bir adam. Kırk mı altmış mı? Tahmin etmek imkansız. Yakışıklı değil. Hiç olmamıştı zaten. Ama beş sene öncesine kadar kadınlara çekici geldiğini biliyordu. O zamanlar yani Güler hayattayken dik omuzları, gülünce pırıl pırıl parlayan beyaz dişleri, en önemlisi özgüveni vardı. Dişleri hala yerindeydi fakat artık gülümsemiyordu bile. Bir hüzün bulutu kaplamıştı çevresini, gülecek bir şey bulamıyordu. İğne batırılmış balon gibi sönmüştü. Kamburu çıkmış, duruşunu yitirmiş, her şey bitmişti. Şimdi ifadesi belirsiz, bakışları donuk. Ne sevinci ne üzüntüyü paylaşacak kimsesi yok. 'Bundan sonra ne olacak ki?' sorusu aklından geçerken Güler'in: "Sakın kendini bırakma" dediğini hatırladı; iki yıldır kullandığı, kılları seyrelip biçimini kaybetmiş diş fırçasına uzandı...

Uyandığında gözlerinin üzerine dökülmüş, dolaşmış, gür çalılar gibi inatçı, koyu kahverengi, seyrelmek bilmeyen saçlarını karıştırdı. Elinin başına temasıyla dinmek bilmeyen özlemi canlanıverdi. 'Güler bu hareketime bayılırdı' diye düşünürken içinin acıyla burkulduğunu hissetti. Sabahları ayaklanan tutkuları hep o saçlarını karıştırdıktan sonra ortaya çıkardı. Nasıl zevkle dokunurlardı birbirlerine! Bu sabahsa sadece bezgindi; çoktandır alıştığı gibi. Uzun süre önce kaybettiği o pürüzsüz beyaz tenli çocukluk aşkını, sevgili hayat arkadaşını anımsamak bile erkekliğini uyandırmıyordu. Akşamdan kalmış olmanın verdiği yorgunlukla ağzında acı bir tat, dudaklarında seviştikten sonra da ara sıra hissettiği tuhaf bir karıncalanma vardı. Bu toplantılara gitmek istemiyordu, rakıyı sevmiyordu ama arkadaşları peşini bırakmıyorlardı. Hep yaptığı gibi uzun uzun gerindikten sonra doğrulurken bacaklarına baktı. Gençliğindeki sert uyluk kaslarının gevşediğini, baldırlarındaki tüylerin kısmen döküldüğünü fark etti. Hızlı yürüdüğünde ağrısı oluyordu. 'Önce doktora gitmeli sonra da spora başlamalıyım'. Ciddi değildi, yapmayacağını biliyordu. Omuz silkip karısı son evlilik yıldönümlerinde aldığı için atmaya kıyamadığı eskimiş terliklerini giydi, banyoya gitti. Işığı yakmadan önce duraksadı: 'Göz bebeklerimdeki boşlukla karşılaşmaktan bıktım.' Kendini zorladı, içeriye girdi, aynada yansıyan yüzünü gördü: Tıraşı uzamış, yanakları çökmüş, alnı kırışmış, kalın kaşlı, kemerli burunlu, sivri çeneli, esmer, orta yaşlı bir adam. Kırk mı altmış mı? Tahmin etmek imkansız. Yakışıklı değil. Hiç olmamıştı zaten. Ama beş sene öncesine kadar kadınlara çekici geldiğini biliyordu. Bundan hoşlanırdı. Fırsat buldukça güzellere kur da yapardı. Yine de ufak tefek flörtleri saymazsa Güler'i gerçek anlamda aldatmamıştı. O zamanlar yani Güler hayattayken dik omuzları, gülünce pırıl pırıl parlayan beyaz dişleri, en önemlisi özgüveni vardı. Dişleri hala yerindeydi fakat artık gülümsemiyordu bile. Bir hüzün bulutu kaplamıştı çevresini, gülecek bir şey bulamıyordu. İğne batırılmış balon gibi sönmüştü. Zayıflayıp kurumuş, kamburu çıkmış, duruşunu yitirmiş, her şey bitmişti. Şimdi ifadesi belirsiz, bakışları donuk. Ne sevinci ne üzüntüyü paylaşacak kimsesi yok. Aslında istemiyor, insanları yanına yaklaştırmıyor. 'Bundan sonra ne olacak ki?' sorusu aklından geçerken Güler'in: "Sakın kendini bırakma" dediğini hatırladı; iki yıldır kullandığı, kılları seyrelip biçimini kaybetmiş diş fırçasına uzandı...

28 Ekim 2010 Perşembe

SEVGİLİNİN GÖLGESİ (AZ DENEME, ÇOK ÖYKÜ)

Özlemek nedir?

Anne, askerdeki çocuğunu özler. Genç kız, öteki şehre okumaya giden sevgilisini özler. Kadın, kendisini görmezden gelen kocasını özler. Delikanlı düşündeki huriyi, baba olmuş erkek kaybettiği babasını, dedeyse bir türlü getirilmeyen torununu özler. Ne hissederler?

Varlığı gündelik yaşamda isteneni çağırmaktır özlem. Geçen zamanı anlamsız kılar. Her pişirilen tadında olmalıyken, bir tutam az konmuş tuzdur. Bir gülümsemesi eksik nefes, bir sözü söylenmemiş duygu, bir dokunmasından kaçınılmış hayattır. Mutluluk arayışında gerçekleştirilemeyen tüm eksikliklerdir. Sanki her şeydir.



Kapıyı açtığında elini duvara uzatıp lambayı yaktı, karşısındaki aynaya dikkatlice baktı. Kirli sakallı, esmer, toparlak yüzde altları torbalaşmış yorgun gözler, ince burun, kalın dudaklar... Siyah deri montlu, marka pantolonlu, uzunca boylu, hafif göbekli, otuzlarının sonlarında, sıradan bir adam. Tepeden yansıyan ışık erken seyrelmiş saçlarındaki tek tük beyazları belirginleştiriyor. Başını sağa çevirdi. Salondaki geniş pencerenin perdesi çekilmemiş; karşı apartmanın yaşayan dairelerinden ulaşan huzmelerle içerideki televizyon, yanındaki koltuk, üstünde asılı duran kıyı manzarası resmi, kütüphaneyi dolduran biyoloji kitapları camda kendilerini çoğaltıyorlar. Tülün kıvrımları hafifçe dalgalanıyor sanki. Önündeki kanepe kara bir beton bloğa benziyor. Girişteki aydınlık bu büyücek mekanda alacakaranlığa dönüşüyor, rengi belli olmayan halının tüyleri gölgeleniyor.

Öylece yürüyüp girdi. Beş yıldır yerleri değişmemiş eşyaların ortasında durdu, kanepede sessizce oturan kadına baktı. Onu farkedip etmediği anlaşılmıyor; hareketsiz. Bacakları görünmediğine göre sabahlık olmalı üzerinde. Parmaklarının arasındaki sigaranın dumanı belli belirsiz yükseliyor, ucu ateş böceğine benziyor. Kucağında kristal kül tablası var, kenarları hafifçe ışıldıyor.

"Günün nasıl geçti?" dedi kadın, ağzını açmadan.

"Her zamanki gibi sıkıcı."

"Ben de burada sıkıldım. Sen gittikten sonra hiçbir şey yapmadım. Yemek yemedim, su içmedim, sadece sigara. Balkon kapısını açtım bir ara. Üşüyünce kapattım. Çok mu havasız burası?"

"Hayır, iyi" diye yalan söyledi.

"Yanıma gelsene!"

"Kaybolursun diye korkuyorum."

"İstemezsen kaybolmam."

"Böyle daha güvenli. Dün akşam yanına oturmuştum, hatırlıyor musun? Yine bu sabahlık vardı üstünde. Bir anda yok oldun."

"Sen bilirsin."



Ömer işten çıkınca haftada en az iki kez uğradığı kitapçıda karşılaşmıştı Canan'la. Göz bebeklerini belli etmeyecek kadar koyu kahverengi gözlerinin içinde çoğaldığını sanmıştı. Nasıl kahve içmeye ikna ettiğini sonradan hatırlamamıştı bile. Tek arzusu yanından ayrılmamasıydı. Oturdukları kafede ona uzun zamandır bir araya gelemediği, özlediği bir yakınıymışçasına yaşantısını anlatmıştı. Hep mimar olmak isteyip sonunda başardığını, çalıştığı büroya belki de şans eseri kabul edildiğini ama çabalayarak yükseldiğini, on yıldır heyecanı azalmadan proje çizmeye devam ettiğini, işini sevdiğini peş peşe sıralamıştı. Yaşını söylemişti: "Otuz üç". Hemen arkasından bekar olduğunu da eklemişti. Konuşurken kulaklarının yandığını hissediyor, yüzünün kızarıp kızarmadığını merak ediyor, kızın da kendisi gibi etkilenip etkilenmediğini nasıl anlayacağını bilemiyordu. Şimdiye kadar çıktığı, sevgilisi olmuş hiçbir kadına benzemiyordu. Öyle doğal, öyle güzel, öyle sevimliydi ki! İlk görüşte aşka inanmazdı fakat işte duyduğu her şey farklıydı. Çevre renklenmişti sanki. İnsanlar daha canlı, daha güler yüzlüydüler; aniden değişmişlerdi. Önlerindeki kaldırım daha temiz, cadde daha az gürültülüydü. Bütün arabalar yeni, sokak lambaları zevkli, başıboş köpekler zararlı değil sadece meraklıydılar. Hayat birdenbire düzen ve anlam kazanmıştı. Tüm canlılar sevinç içindeydi.

Ertesi gün için randevu kopartmayı başardı. Üçüncü buluşmalarında o tatlı gamzesinin kenarından öptü. Canan da dudaklarından. Vişne tadındaydı ağzı. Boynunun kokusu kır çiçeklerini andırıyordu. Kabarıp duran kıvırcık saçları denizin dalgaları gibiydiler, aralarında ellerini kaybetti. Evine davet etti. Tutkudan tükeneceğini, eriyip kaybolacağını sanıyordu. Sevişirlerken: 'Ah, böyle dursa zaman!' diye geçti içinden.

Birlikte yaşamaya başladılar. Ömer'in evini paylaşıyorlardı. Canan biyologdu. Bir üniversitede öğretim görevlisiydi, araştırmacıydı. Kütüphane biyoloji kitaplarıyla doldu, taştı. Salona babasının hediyesi olduğu için çok sevdiğini söylediği kıyı manzarası resmini astı. İki kişilik bir yatak satın aldılar. Geceler aşağı yukarı uykusuz geçiyordu. Tekrar tekrar birlikte oluyor, birbirlerinin varlığından uzaklaşırlarsa boşluğa düşeceklermişçesine sarılıp bütünleşiyorlardı. "Seni seviyorum" diyordu kız. Ömer'in ayakları yere değmiyordu. İşte müthiş bir enerjiyle çalışıyor, zamanın nasıl ilerlediğini anlamıyor, akşamları aşık olduğu kadının yanında kendisini tamamlanmış, her zorluğu yenebilecek güçte hissediyordu. Gün içindeki olayları tüm ayrıntılarıyla paylaşıyorlar, birbirlerine dokunmadan yan yana oturamıyorlardı.

Dört ay sonra bir yemek sırasında öylesine sorulmuş bir soruya gelen içtenlikli yanıt ve devam eden konuşma bazı şeyleri değiştirdi.

"Daha önce sevgilin oldu mu?"

"Evet."

"Kaç erkekle yattın?"

"Bir kişiyle. Nasıl soru bu?"

"Onu sevdin mi?"

"Çok sevmiştim. Ama aşk hastalık gibi bir şey. Bitti."

"Benden çok mu?"

"Niye böyle bir şey soruyorsun ki? Kimse kimseye benzemez. Senin de hayatında kimbilir kaç kadın oldu, ben merak ediyor muyum? Erkekler için doğal olan kadınlara gelince neden irdelenmeye başlanıyor, anlamıyorum."

Ömer kendisini aldatılmış hissetti. İçindeki burukluğa anlam vermeye çalıştı. Canan'ın geçmişinin olmaması, geride bıraktığı kimsenin bulunmaması gerektiğini söylüyordu derinlerden gelen bir ses. Eşsiz değildi. Belki ona sadece kırık kalbini onarmak için yaklaşmıştı. Bunu anlaması olanaksızdı. O adam aralarına girecekti ilişkilerinde. Sevişirlerken eski aşığını hayal etmediğini nereden bilecekti? Tekrar ona dönmeyeceğinden nasıl emin olacaktı? Başka bir erkeğe kapılması da mümkündü, nasıl engelleyecekti? Vazgeçemeyecek kadar çok seviyordu bu kadını. Ya giderse? Kendisini biraz geride tutması, tutkusunu alabildiğine serbest bırakmaması gerektiğini düşündü ümitsizce; kalbi sıkıştı, gözleri doldu. Belli etmemek için masadan kalkıp su içme bahanesiyle mutfağa gitti.

O gece geniş yataklarının solunda, kapı tarafında yatmak istediğini söyledi. Canan'a dokunmadı. Uzun koridorun açık bir ağız gibi davetkar derinliğine bakarken yavaş yavaş uykunun kuyusuna yuvarlandı. Dalmadan hemen önce kızın ayaklarını onun iki bacağı arasına soktuğunu, saçlarını okşadığını duyumsadı. Dönüp sarılmak istedi ama yapmadı. Ertesi sabah rüyasız uykusundan yorgun kalktı.

Burukluk geçmedi. Göğsünün ortasına taş gibi oturmuştu. Artık hep kapı tarafında yatıyor, seviştikten sonra Canan'a sırtını dönerek uyuyordu. Sevgilisinin elleri vücudunda geziniyor, ılık nefesi ensesini ısıtıyor, Ömer dudaklarını ısırıyordu.

Tekrar aynı konuda konuşmadılar. Canan'ın beden dili Ömer'e aşık olduğunu söylüyordu ama o şüpheden kurtulamıyor, durakladığı yerden bir adım ileriye gidemiyordu.

Altı ay böyle geçti. Bir gün Canan midesi bulandığı için kahvaltı edemedi. Ardından iki hafta süresince her sabah kustu. İşe geç kalıyor, sararmış yüzündeki kocaman kara gözleri hüzünle parlıyordu. Ömer'in kalbi parçalandı fakat soru sormadı. Kendiliğinden gelen herhangi bir açıklama da olmadı.

Üçüncü haftanın başlangıcında, gece yarısından sonra aniden başlayan, kıvrandıran karın ağrısıyla hastaneye gitmek zorunda kaldılar. Dış gebelik teşhisi, acil ameliyat, durdurulamayan kanama, yirmi dört saatten daha az sürede gerçekleşen yok oluş! Canan Ömer'i öylece bırakıverdi.

Cenazede anneyle babayı gördü. Acıdan ayakta duramayan iki orta yaşlı insan. Konuşmadılar. Karmakarışıktı, boşluğu yaşıyordu; onları umursamıyordu aslında. Donmuş gibiydi. Bundan sonra nasıl devam edeceğini bilmiyordu.



"Beni gerçekten sevdin mi?"

"Canımdan fazla. Nasıl anlamadın?"

"Benden öncesi vardı. Diğeriyle karşılaştırmadın mı hiç?"

"Hayır. O bitmişti. Yaşadığım için pişman olmadım, çok güzeldi. Bir aşktan diğerine insanları taşırmışız, kim söylemişti unuttum. Belki bazı izler vardı, hissettin, kıskandın. Oysa kıyaslamıyordum. Tamamen farklıydın. Tekrar bütün olmamı sağlamıştın. İnandıramadım. Hep arkanı döndün bana."

"İlk olmak isterdim."

"Değildin ama sana aşık oldum. Sonra da yalan söyleyemedim."

"Kendimi aldatılmış hissettim. Herhangi biriydim, özel değildim sanki. Gidersen katlanabileyim diye uzaklaşmaya çalıştım."

"Aptalcaydı. Yine de çok üzdü beni."

"Ben sıradan bir adamım. Seni kırdığım için nasıl özür dileyeceğimi bilmiyorum."

"Aşkta pişmanlık yoktur. Hem boşver, geçti artık."

"Kızgın mısın?"

"Kusarken ne olduğunu sormanı isterdim."

"Yapamadım."

"Biliyorum."

"Yanına gelmek istiyorum. Lütfen kaybolma."

"İstemezsen kaybolmam."

Kanepeye doğru yürüdü. Ayakkabıları halının tüyleri arasına gömülüyor, ayakları ağırlaşıyordu sanki. Üç adımlık mesafe sonsuzluk kadar uzadı. Nefes nefese yanına oturdu. Kadın hareketsiz, yüzü belirsizdi. Sigarasının külü uzamıştı. Ömer titreyerek elini tuttu: Oradaydı.

"Yatalım mı?"

"Sen bilirsin."

Giriş ışığından başka aydınlatmanın olmadığı evde elele uzun koridoru geçip yatak odasına geldiler. Kapıyı kapattı. Karanlıkta sendeledi. Zorlukla ulaştığı yatağın üzerine örtüyü kaldırmadan, montu ve pantolonuyla uzandı; sağa, duvara arkasını vererek. Gölge sola yattı. Sırtını kapıya döndü, iyice sokuldu, silinmiş yüz hatlarındaki boş gözlerini kapatıp başını göğsüne gömdü. Ömer içindeki özlemin azalmasını umarak sımsıkı sarıldı yokluğa.



Böyle dramatik yaşanması gerekmez. Kimsenin öykü ya da roman kahramanı olması da gerekmez. Gündelik hayatta biraz hoşgörü, biraz özgüven her şeyi halledebilir. Yeter ki ta içten istensin, hareketi sağlayacak cesaret bulunsun.

Kavuşamamanın acısıyla yananlar için...

25 Ekim 2010 Pazartesi

KARANLIĞIN SOL ELİ: BİLİMKURGUNUN GERÇEĞİ

En çok etkilendiğin iki yazarın adını söyle deseler hiç düşünmeden Dostoyevski ve Ursula Le Guin derim. 'Suç ve Ceza' ile 'Karanlığın Sol Eli' bence aynı öneme sahip. İlkini üç kez okudum, ikincisini ise dört kez.

Fantastik edebiyatı (bilimkurguyu) ortaokul sıralarında 1984'le tanımıştım. Sonra Burgess'in Otomatik Portakal'ı geldi. Hoşlanmama rağmen özellikle aradığım bir tür değildi. Araya yıllar girdi, Le Guin'in Yerdeniz Büyücüsü'ne rastladım. Devamını da istekle getirdim. Hayal gücünün genişliğine ve farklı dünyalar kurmaktaki ustalığına hayran olmuştum; üçlemesini severek tamamladım. Tolkien'i yani Yüzüklerin Efendisi'ni keşfedince üç cildi bir haftanın içinde yuttum diyebilirim. İşte aradığım buydu! Gerçi Tolkien dilbilimciydi, belki de ana mesleğinin yardımıyla böylesine olmayan bir lisan geliştirebiliyordu ama yine de okurken yazarın zihnini serbest bırakmadaki başarısını derinden hissettim. Şaşırmamak olanaksızdı. Her şeye rağmen kafamda belli belirsiz bir soru işareti oluşmuştu. O sağlam ve müthiş zevk veren yapıda küçücük bir eksiklik vardı. Tekrar okuyunca buldum: Tümevarımı kullanıyordu! Karşıtlıkları ve benzerlikleri farklı insan türlerinde ve mekanlarda gösteriyor, eşleştirmeleri öyle yapıp sonuca ulaşıyordu. O zaman şöyle düşündüğümü anımsıyorum: 'Bu şekilde işleyen bir beyin tümdengelimle kurgulasa, en var olmadık dünyada insana ait her şeyi tüm açıklığıyla anlatabilir. Okuyucuyu içine soktuğu evren hemen hemen mükemmel olabilir.'

Tolkien'in açtığı yolda ilerleyen ve sanırım onu geçen yazarın Ursula Le Guin olduğunu Karanlığın Sol Eli'ni okuyunca anladım. Bu benim fikrim tabii.

Kitabın adı mı çok ilgi çekici geldi, Le Guin'i tanıdığım için mi duraksamadan aldım, bilemiyorum.

Önsözleri okumaktan hoşlanmam. Fakat buradaki topu topu dört sayfaydı ve 'hadi bir göz atayım' dedim. İyi ki demişim!

Le Guin tüm açıklığıyla: "Bir romancının işi yalan söylemektir" diyordu. "Dünyaya karşı gerçek! Sanat yaptığı araç kurmaca olan sanatçı, sözcüklerle söylenemeyecek olanı sözcüklerle söyler. Bütün edebiyat metafordur. Bilimkurgu metafordur. Neyin metaforu? Bunu bilseydim, Genli Ai masama oturup gerçeğin hayal gücüyle ilgili bir mesele olduğunu anlatmak için mürekkebimi ve daktilo şeridimi harcamazdı."

O zamana kadar beklediğimin bu itiraf olduğunu bilmeden okuyormuşum!

Öykü Kış gezegeninde geçiyordu. Hain'den gelen tek temsilci (elçi) olan Genli Ai, Ekumen gezegenler topluluğuna dahil etmek için Kış (Gethen) yetkililerini ikna etmeye çalışıyordu. Bilinen evrende androjen insanların yaşadığı tek yerdi Gethen. Yani kemmere girdikleri dört beş gün dışında tüm ay boyunca nötr olan insanların dünyası. Kişi kemmerdeyken uygun eş bulduğunda dişi veya erkek yöne evrilebiliyordu. Yani bir sefer baba olursa bir diğer seferinde anne olabiliyordu.

Aslında yazarın en baştan Genli Ai'ye söylettiği gibi tek bir hikaye vardı. Ama bu, algıya göre değişebiliyordu. Benim gerçeğim olan hikaye, elçi (erkek cinsiyetli) Genli Ai ile Gethen'li (androjen) Estraven'in hikayesiydi. İki ayrı dünyanın tesadüfen yolları birleşmiş iki farklı bireyinin birbirini tanıma aşamasından geçtikten sonra bir diğerini anlama isteği ve hem ortak geçirilen zaman, hem zorluklar hem de dayanışmanın kaçınılmaz biçimde getirdiği güven duygusuyla oluşan sevgi.

Güçlü bir aşkın nasıl ortaya çıkabileceği, onu yaşayanların geçmişlerinden kopuk olamayacağı, eski sevilenleri unutmak gerekmediği, hatta onlar sayesinde daha duyarlı olunabileceği öyle güzel anlatılıyordu ki!

Romanı özetlemeyeceğim. Ama iki doruk noktasından bahsetmek istiyorum.

Birincisi Genli Ai'nin öndeyicilere gidip "Gethen beş yıl içinde Ekumen'e üye olacak mı?" sorusunu sorduğu bölüm. Hain'li elçi, "belki de farkında olmadan zihin okuyorsunuz" dediğinde öndeyicilerin dokumacısı Faxe: "Bu neye yarardı ki? Soruyu soran, cevabını bilse bedel ödemezdi" der. Genli Ai sorusunu sorar ve oluşan konsantrasyonla verilen kesin yanıttan bunun bir kehanet değil, gözlem olduğunu anlar. İnzivadan ayrılmadan önce dokumacıyla tekrar konuşur ve Faxe der ki: "Bizler buraya en çok hangi soruların sorulamayacağını anlamak için geliriz." Genli Ai şaşırır: "Ama sizler cevap verenlersiniz!" Faxe'ın yanıtı çok etkileyicidir. "Bizler öndeyi sanatını yanlış soruların cevabını bilmenin ne kadar yararsız olduğunu göstermek için geliştirdik. Cevabı kesin olan, ikimizin de bildiği tek bir soru var: Ölüm. Hayatı mümkün kılan şey sürekli, dayanılmaz belirsizliktir yani bir sonra ne olacağını bilememek."

Ümit kavramı, insanların ölüm tehdidine rağmen yaşamda yol almalarını sağlayan tek gerçek daha ne kadar güzel ve estetik anlatılabilir?

İkinci doruksa 'Buz üzerinde' bölümü. Sadece kar, buz, fırtına, kızaklar ve iki ayrı dünyanın insanı var. Paylaşabilecekleri her şeyi paylaşırlar. Sonra Estraven kemmere girer. Genli Ai, kendisini bir insan olarak ve olduğu gibi kabul eden tek Gethen'linin Estraven olduğunun bilincindedir artık. Aralarındaki derin arkadaşlık hissinin cinsel çekimden doğduğunu fark eder. Aşktır bu. Fakat aşk, farklılıktan kaynaklanmıştır. Birbirlerine fiziksel olarak dokunurlarsa kazandıkları yakınlığı kaybedeceklerini, tekrar iki yabancı olacaklarını düşünürler. Sadece zihin konuşmasıyla yetinirler. "Doğru mu yaptık, bilmem" sorusuyla Genli Ai şüphesini dile getirir; gerilim bitmez.

'Işık karanlığın sol elidir

karanlık da ışığın sağ eli,

ikisi birdir, yaşam ve ölüm, yan yana

yatarlar kemmerdeki sevgililer gibi,

tutuşmuş eller gibi,

sonuçla yol gibi.'

İlk kez bir eserden bahsederken bu kadar çok alıntı yapıyorum. Ama dayanamadım. İnsana dair her şey bir romanda bu kadar mı güzel dile getirilir? Belki de yazar, bilimkurgunun gerçekdışı gerçekliğini kullandığı için böylesine etkili olabilmiş, kimbilir?

Kitap okurken (öykü ya da roman) beklediğim, kendimi içinde bulmam. Bana ait bir şeylerden bahsetmesi. Anlattığı hikayeye beni de dahil etmesi. Bunu yaparken inandırıcı olması. Sürükleyiciliğiyle o kurgulanmış dünyada kalmayı istememi sağlaması. Dilinin yarattığı müzikle kulağımı şenlendirmesi. Sözcüklerinin özgün ritmini ve gösterdiklerinin birbirleriyle uyumunu duyumsatıp zevk vermesi. Bitirince kendime dönüp baktığımda algımın gelişmiş, benliğimin biraz olsun değişmiş olduğunu fark etmem. Tüm bunları çok kolaymış gibi yapması...

Çok şey istemiyorum. Le Guin yapmıştı. Benim kendi gerçeğimi bulduğum gibi (her kişinin gerçeği, yaşadıklarının zihninde şekil değiştirerek bıraktığı izlerden oluşmaz mı?) başkaları da aynı romanda kendi gerçeklerini bulabilirler diye düşünüyorum. Yorumların çeşitlenmesi, etkinin bütün olarak değerini azaltmaz, tersine çoğaltır.

Sadece androjen bir kimlik yaratarak insanlığın tüm değerlerinin, güçlü ve zayıf yönlerinin, korkularının, yaşamın, ölümün tek tek irdelenmesi... Hayran oldum, gıpta ettim, Türkiye'de değil bu düzeyde, neden hiç kayda değer fantastik yazın örneği yok diye üzüldüm ve örnek aldım. Çok zor olmasına rağmen beynimi elimden gelenin en üst sınırına değin zorlayıp serbest bırakabilmek için uğraşmaya başladım. Bendeki etkisi böyle belirgin oldu.

Kitabı sevdiğim arkadaşlarıma hep önerdim. Bazılarına ödünç verdim. Geri getirmeyenler oldu, gidip tekrar satın aldım. Kütüphanemde bulunduğunu bilmek beni hayata karşı güçlü kılıyor. Abartıyor muyum, bilmem.

Ursula Le Guin, fantastik edebiyat ve hem yazarların hem okumayı sevenlerin bu alandaki çekinceleri konusunda bir yazı daha yazmak istiyorum. Hemen bunun ardından olmayabilir.

22 Ekim 2010 Cuma

YARIMADA SANILAN ADA: AMASRA (ÖZLENEN)

İlk gidişimden bu yana çeyrek yüzyıldan fazla zaman geçti. Küçücük bir beldeydi, çoktan ilçe oldu. Mesleğe orada başladım, iki yıl yaşadım ve döndüm. Hep tekrar görmek istedim. 1997'de Tosya'da çalışırken bir kez, günübirlik olarak ziyaret edebildim. Büyümüştü, turist ağırlıyordu fakat sürprizlerle dolu, çekici kimliğini kaybetmemişti. Her yanı ayrı güzeldi; eskisi gibi.

Tanışmamız bir torbanın içinde olmuştu. Kur'a çekmeye gittiğimde öyle heyecanlıydım ki torbadan çektiğim kağıtta yazan adını okuyan görevlinin ne dediğini anlayamadım. Alkışları duydum yalnız. 'İyi bir yer herhalde' diye düşündüm. Dışarı çıkarken arkadaşlarıma sordum: "Amasra" dediler. 'Orası neresi acaba? Köy mü, belde mi, ilçe mi? Herkes nereden biliyor da alkışlıyor?'

Kur'a sonrası yemeğe gittiğimizde Fransız Riviera'sı gibi bir yerde yaşayacağımı söyleyen sınıf arkadaşımın kıskanan yüz ifadesini çok canlı olarak anımsıyorum. Bu söz bana bir şey ifade etmediği gibi duygularımda da bir kıpırtı yaratmamıştı. Hiç yurtdışına çıkmamış olan yirmi üç yaşındaki şaşkın ben, Fransız Riviera'sını elbette duymuştu; okumuş ve resimlerini görmüştü ama ne demekti bu? İnsanların çok serbest davrandığı turistik bir yer mi? Büyük kent olanaklarını aratmayacak zengin bir belde mi? Kur'a gerginliğinin bitmesinin verdiği rahatlık dışında bir şey duyumsamamıştım doğrusu.

Zorunlulukla birlikte gençliğin o katıksız merakını ve serüven duygusunu da içimde taşıyarak yola çıktım. Bartın'dan sonra o çok dönemeçli, iki yanı çam ağaçlarıyla kaplı asfalt kıvrıla kıvrıla aşağıya doğru inerken herkes başını sola çevirdi; ben de baktım. Görünen Karadeniz'di. Lacivert, çalkantılı, pırıltılı... Hemen denizin kenarında kırmızı damlı evleri düzenli ve bakımlı küçük bir köy vardı. 'Bu ne güzellik böyle?' diyen tatlı bir mırıltı hissettim. Meğerse bu başlangıçmış. Birkaç kez daha döndükten sonra otobüs Bakacak'a geldi ve nefesim kesildi. Sağda, aşağıda, inanılmaz bir uyumla koyu mavi suların üzerinde adeta yüzen kuyruklu, minik bir ada vardı. Çam ormanlarının ortasında, mavi ile yeşilin arasında, ufka doğru uzanan duru bir güzellik! Alçakgönüllü, suyun içinde sanki uykudan uyanan bir bebek gibi gerinen, bulunduğu yerden ışık saçan bir ada. Ona elbette ki ada demek gerekiyordu. Sevgili Amasra! Kuyruğundan anakaraya bağlı olmasının ne önemi vardı ki? Her şeyiyle denize aitti. Renklerinin ve çizgilerinin uyumu mutluluğun resmi gibiydi.

Kuyruğundan geçip içine girdikten sonra etkilenmemek mümkün müydü? Kişilikli bir yerleşim yeri! Ne demek bu? Gördüğün, dokunduğun andan itibaren sana kendini katan, senden de bir şeyler isteyerek zenginleşen güzel varlık. Orada yaşarken hiç umutsuzluk duymadım. Mutsuz olduğum günler pek çok oldu ama başımı çevirdiğimde ya büyük liman ya da doğa harikası küçük liman bana gülümsüyordu. Ormanlarla çevrili, güneşin her dakika farklı renkler ve gölgeler yarattığı, uyum dolu, denizin sesiyle yosun kokusundan ayrı düşünülemeyecek bir güzellik umutsuzluk verebilir mi?

Betimlemek ne kadar mümkün olabilir bilemiyorum ama çalışayım: Tombul gövdesinin iki yanında iki harika koy; sağdaki daha büyücek. Büyüğünün uzantısı olan mendireğe yaslanmış sıra sıra yük gemileriyle içinde ufalanmış böcekkabukları dolu gümüş rengi, irice kumlu, uzun kumsal. Mendireğin girişinde olmazsa olmaz ördek ailesi. Büyük limanın özelliği, kararsızlık yaratan iki ucunun olması. Bir tarafta Şah mahallesiyle ardındaki çam ormanlarını seyrederek yürünebilecek plaj yolu, diğer tarafta ise surların yer yer yıkılmış, gizemli görüntüsü ile kale içi. Dar yollarında sıralanmış iki üç katlı taş evlerin arasına sıkışmış sevimli caminin tam karşısında Çeşm'i Cihan meyhanesi. Önce içip sonra dolaşılabilir (ya da tersi). İçerken başını çevirip denize ve ormana da bakılabilir, kalenin görüntüsüne de dalınıp gidilebilir. Ezan okunurken kadeh de kaldırılabilir, bardaktaki son yudumu dikip imamın çağrısına uyarak iki rekat namaz da kılınabilir. Kumsalda üç aşağı beş yukarı volta attıktan sonra boş kayıkların içinde mavi ispirtoyla kendilerini zehirleyen alkoliklere birer selam çakılıp Çekiciler Çarşısı'na doğru yollanılabilir. Akşam saatlerinde dükkanlar kapanmış, eski kömür işçisi, astımlı ustalar evlerine ya da kahvelerine gitmiş olabilirler. Önemli değil, camekanlarda kepenkler yoktur; tahta işlerine bakılabilir. O güzelim ağaç oymalarla gözler bayram edebilir. Çekiciler Çarşı'sından yukarı doğru yürünürse meydana ve oradan da doğa harikası küçük limana çıkılabilir. Bir köşeciğinde mini minnacık balıkçı barınağını barındıracak kadar bonkör ve küçüklüğüne inat, insana dünyanın en geniş ufkunu gösteren, günün hatta gecenin her anında rengini değiştiren mavisiyle eşi olmayan koy: Küçük liman. Hemen köşesinde bir meyhane daha: Canlı Balık. Sanki denizin içinde gibi. İster orada otur ister meydanın göbeğindeki Kafe Kumsal'da. Hem böylece solda, limanın ağzında, müzenin kapısının yakınında beline kadar suya girmiş, kömür tozu toplayanları tanımış olursun. Devam edeyim dersen, sağa doğru kıvrılıp Karanlıkyer dehlizinden geçince yine iki seçenek çıkar karşına. Bu küçük kasaba ne kadar çok soru soruyor, ne çok yol ayrımı veriyor! Yavaş yavaş Boztepe'ye mi çıkmalı yoksa küçük limanı annesinin kucağındaki tatlı bir bebek gibi karşıdan gösteren Sormagir mahallesine mi dönmeli? Boztepe'nin sağında yüzerek ulaşılabilecek kadar yakın görünen Tavşan adasına da gitmek isteyebilirsin. Ağlarını hazırladıkları sabah ve akşam saatlerinde balıkçılar denize açılırlarken isteyeni alıp beş dakikada adaya bırakabilirler. Kararsız kalırsan bir duvara tüneyebilir ve bu güzelliğin nasıl ortaya çıktığını, kimlere mekan olduğunu, ne umutlar, ne üzüntüler ama ille de Karadeniz gibi derin, çalkantılı, fırtınalı duygular yaşattığını, insanlarına ne benzersiz bir toplumsal bellek bahşettiğini düşünebilirsin.

Daha fazla edebiyat yapmadan gerçeklere gelelim: Ben tanıdığımda Amasra üç ana unsurdan oluşuyordu. Deniz, kömür ve temizlik. Hayatımda o zamana kadar gördüğüm ve daha sonra (şimdiye değin) içinde bulunduğum en temiz yerdi.

Esas şaşkınlığı yaratan, insanlarıydı. Büyük limanın karşısında, evimin yanındaki birahane sahibinin beslediği kazlar örneğinde olduğu gibi. O öfkeli yaratıklar bir kurt köpeğini nasıl hiddetle kovalamışlardı! Gülerken korkmuştum da. Beni de kovalayabilirlerdi. Birahane sahibi ne düşündüğümü bakışlarımdan anladı ve ne zaman dükkanın önünden geçsem kazlarını başka yönlere dağıttı. Aynı birahaneye geceleri evimin önünden geçerek giden akşamcıları da iyi anımsıyorum. İçtikten sonra asla aynı yoldan geriye dönmediler. Yani evimin önünden yalnız içmeye giden adamlar geçti, hiç sarhoş geçmedi diyebilirim. Ya yazın Kur'an kursuna giden ilkokul öğrencilerine ne demeli? Temmuz sıcağında, öğle tatilinde ben ve pek çok çalışan Amasra'lı denize giderken, kızlı erkekli çocuklar birlikte kurstan çıkmış olurlar ve çığlık çığlığa koşarak, yollarda üstlerindeki giysileri aceleyle çıkartmaya çalışarak, birbirleriyle itişip kakışarak bir an önce denize ulaşmaya çalışırlardı. Kışın kar yağdığında başı bağlı, orta yaşlı kadınların kızakların üzerinde Boztepe'den aşağıya büyük bir cesaret ve neşeyle kaydıklarına, bu nedenle yaralandıklarına tanık oldum. Deli baldan defalarca zehirlenenlerin yine deli bal yemeğe devam ettiklerini gördüm. Sonbaharda balıkçıların saatlerce lüferlerin yağlı bedenleri hakkında konuştuklarını duydum. Bunun ötesinde müdürü olmayan müzenin bekçisi bir arkeolog kadar bilgiliydi. Mühendislerle işçiler arkadaştı. Çeyizinde elişi sofra örtüsü olmayan hiçbir kız evlenemezdi. Evlerdeki tüm eşyalar beyazdı. İlkbaharda sokaklar sabunla yıkanırdı. Temizlik, temizlik ve hep temizlik! Kömür nedeniyle mi böyleydi insanlar yoksa? Siyahın yanında beyaz, karanlığın yanında aydınlık, ölüm korkusuyla her an duyumsanan yaşama isteği öyle yerleşik ve baskındı ki hep şaşkınlık duydum. Yorgunluklar ve küçük kırgınlıklarsa silinip gitti.

Akşamları işten çıktığımda Fatma'nın tuhafiye dükkanına uğrayıp çay içerken gelecekteki beklentilerimizden bahsetmeyi gerçekten sevmiştim. Küçük limanın yanındaki tek kafede, her gün farklı batan güneşi izleyerek Bartın yerel gazetesinin muhabiri olan Behçet hastası, benim yaşımdaki Selma'yla söyleşmeyi de çok sevmiştim. Sormagir mahallesindeki işçi ailesi dostlarımın veya EKİ lojmanlarındaki mühendis arkadaşlarımın evlerinde hep aynı huzurlu ve renkli sohbetleri yaptım. Hayattaki her şeyden ve orada yaşamın ayrılmaz bir parçası olan denizden konuşurduk. Birbirimizi dinlerdik. Kimse kimsenin sözünü kesmez ve herkes karşısındakini olduğu gibi kabul ederdi. Varlığımın onaylanmasının ve oralı sayılmanın mutluluğunu iliklerimde hissederdim.

O zamanlar topu topu üç bin kişinin yaşadığı beldeye üç bin ağaç diken bir belediye başkanımız vardı. Çılgın bir adamdı. Çalıştığım dispanserin üst katında eşi ve iki çocuğuyla otururdu. Küçük limanda, biri mühendis diğeri avukat olan evli arkadaşlarıma ait Canlı Balık meyhanesine gideceğim zaman nerede olduğumu ona haber verirdim. Gözlerinin içi gülerek bakardı bana. Tıpkı komşum Melahat gibi. Benden en fazla üç yaş büyük, iki çocuk annesi, tanıdığım en hünerli ev hanımı olan sevgili arkadaşım Melahat! Evde olduğumda canımın sıkıldığı saatleri sanki hisseder ve beni alıp kendi evine götürürdü. Alçakgönüllü, yaptığı her işi iyi yapan, güleryüzlü Melahat. Üçüncü çocuğunu kocasıyla olan akrabalığı nedeniyle, sakatlık korkusuyla doğurmaktan kaçınan ve bu nedenle aile huzuru bozulan Melahat! Bazı kış geceleri sobamda odunlar çıtırdayarak yanar, mendireğe vuran Karadeniz'in sesi odamı doldururken böyle bir dostun üst katımda oturduğunu bilmek beni öyle rahatlatırdı ki onun hüznünü değil, sadece güçlü varlığını duyumsar ve mutlu olurdum.

Çekiciler Çarşı'sında dolaşmak, bazen birkaç tahta oyma işi seçmek çok zevkliydi. Pazartesileri kurulan pazardan bakraçla yoğurt almak, akşamları tulumbacıya uğrayıp başka hiçbir yerde bulunmayan küçük ve iyi kızarmış tulumbaları ağzım sulanarak tarttırmak da. Ya gelen hediyeler? Gün ağarırken denizden dönen balıkçıların o saatte tepsiyle getirdiği kıpır kıpır balıklar (zili ben kapıyı açıncaya kadar parmaklarını çekmeden çalarlardı); sabun, süt ve yosun kokan küçük kızların kendi bahçelerinde yetiştirdikleri sepet sepet Ereğli çilekleri... Amasra'lılar şen, dürüst, çok temiz, bonkör ve yaşamı seven insanlardı. Ufukları genişti; tıpkı yaşadıkları yer gibi.

İzin dönüşlerinde, özellikle kışın Bakacak'tan Amasra'yı seçemediğim zamanlar olurdu. Tepede ısı değil sadece ışık veren güneş, aşağıda ise pamuk benzeri bir bulut görünürdü. Kasaba belleğime öylesine kazınmıştı ki siste kaybolmuş her ayrıntısını, ilk karşılaşılacak bina olan müzenin güzel, kurşuni, bir buçuk katlı taş yapısını, balıkçı motorlarının fenerleriyle ışıldamaya çalışan karanlık, aksi denizi, tek büyücek meydanı, dar sokakları, düşmemeye çalışarak yürüyen bildik sarhoşları ve o tuzlu, nemli kokuyu hiç zorluk çekmeden hayal edebilirdim.

Ah, güzeller güzeli beldem! Üç bin yaşındaki çocuk! Fenikelilerin keşfi, kraliçe Amastris'in mekanı, Fatih Sultan Mehmet'in Çeşm'i Cihan'ı! Sana yakışan uzun boylu, alımlı, çekici ve denizle bütünleşmiş insanlarınla birlikte bende ne unutulmaz izler bıraktın, bir bilsen! Otobüsle herhangi bir zamanda sana doğru gelirken, sis bulutunun ardına saklandığında bile varlığını hisseder, içim titrerdi. Otobüs bulutu yarıp yolcularının başlarını döndürerek alçaldığında zorla görünür olan müzeyi, lambaların aydınlatamadığı sokakları, eski yazlık sinemaya sırtını verip büyük limanı seyreden evimi anımsıyorum ve özlüyorum. Kale içinin dar yollarını, tavşan adasının tavşansız çalılarını, Karanlıkyer dehlizinden geçmeyi, büyük limandan mendireğe yüzmeyi özlüyorum. Sen bana yaşama sevincini öğrettin. Peki, ben ne yaptım? Benden küçük de olsa bir iz kaldı mı sende acaba? O muhteşem toplumsal bellek, geçici varlığımı kaydetti mi? Hem merak ediyorum hem de umut ediyorum.

En kısa zamanda tekrar geleceğim. Bir gün değil, birkaç gün kalacağım. Belki de hakkında daha uzun yazılar yazıp borcumu ödemeye çalışacağım.

18 Ekim 2010 Pazartesi

DÜŞ MÜ GERÇEK Mİ?

Yılanı takip ettim. Kumda kusursuz S'ler çizerek bir metrelik kayanın altındaki oyuğa girdi; uzunca kaldı. Amacını tahmin ediyordum, sabırla bekledim. Alnımdan, sırtımdan şıpır şıpır akan teri silmedim bile. Kıpırdamadan durmam, onu ürkütmemem gerektiğini biliyordum; dayandım. Akşamüstünün geldiğini kayanın ve yanındaki tek kaktüsün uzamaya başlayan gölgelerinden anladım. Sonunda çıktı: Çıplaktı. Bana bakmadı. Uzaklaşırken düşünceli ve çok savunmasız görünüyordu. Üç adımda kovuğa ulaşıp bakındım. İşte oradaydı! Hep istediğimi yeni algıladığım, bu nedenle bugüne kadar ulaşamadığım o şey: Yılanın çıkartıp attığı kılıfı! Alıp üzerime geçirdim. Tam bana göreydi. Eski benliğimi içerisine sakladım, yeni kimliğime büründüm. Artık beyaz bir sayfa açabilirim. Yol ayrımlarında en dar sokaklara sapabilirim. Yemediklerimi yiyip içmediklerimi içebilirim. Gerçeklerden düşlere geçebilirim. Yeni bir öykü yazabilirim.

Çöle nasıl mı ulaştım? Zaten benimleymiş de görmezden gelmişim. Sabahları uyandığımda anımsamadığım rüyalarımın merkezindeymiş. Sarı, toz gibi ince, ışıltılı, rüzgarla savrulup dağılıveren kumu nasıl da iyi tanıyorum! Sanki avuçlarımdan dökülüyor. O durmadan şekil değiştiren tepeleri sanki ben yapıyorum. Gündüzünün kavurucu sıcağı, gecesinin titreten soğuğu hiç yabancı değil. Sevgime ve öfkeme benziyor. Sevincime ve üzüntüme, arzuma ve nefretime... Tek bilmediği kıskançlık. Ben de hiç öğrenememiştim zaten. Mutsuzluk yaratan varlığına alışamamıştım. Onun bulunmadığı bir yere varabilmek muhteşem!

Yeni, pırıl pırıl derimle eve döndüm. Kimse değişikliği fark etmedi. Önce odaları dolaştım bir bir. Kapıların arkasını araştırıp dolapların içlerini karıştırdım. Aradığımın ne olduğunu bilmiyordum ama bulacağımdan emindim. İkinci gün buldum: Kemanım! Otuz yıldır elime almadığım o çocukluk tutkum!

Kutusu yıpranmıştı, korkarak açtım. Sağlamdı. Cilası bozulmamış, telleri kopmamış, sadece tozlanmıştı. Güzelce temizledim. Silerken okşadım. Çok özlemişim! Kalbim güm güm atarken akort etmeye çalıştım, beceremedim. Kulağım paslanmış biraz. Hemen bir ustaya götürdüm. Düzeltti, gösterdi, sabırlı olmamı öğütledi.

Artık her gün çalıyordum. Notaları tek tek, pürüzsüz seslendirmek zaman aldı. Çenem, boynum ağrıdı, sol elimin parmaklarında nasırlar belirdi, sağ el bileğim uyuştu. Olsun, ilerliyordum. Kendimden de uğraşımdan da memnundum. Giderek kemanımla geçirdiğim süreyi arttırdım. Gündüzleri dışarıya daha az çıkmaya, geceleriyse sabaha karşı uyumaya başladım. Arkadaşlarım merakla ne yaptığımı sorduklarında söylüyordum, inanmıyorlardı. Beni eski ben sanıyorlardı. Oysa yılanın derisi üzerimdeydi, cildimle bütünleşmiş, kaynaşmıştı; görmüyorlardı. Değişmiştim, anlamıyorlardı.

Sonunda Mozart'ın müziğini deneyecek düzeye gelebildim. Ama daha fazla yoğunlaşmaya ihtiyacım vardı. Eve giren çıkan oluyor, konuşup işimi bölüyorlardı. İş yerindeyse... Olanaksızdı. Düşündüm, karar verdim, evi de işi de bıraktım.

Şimdi çölde yaşıyorum. O rahatlatıcı, ufku açık yerde. Borges'in labirentinde. Hiç korkutucu değil. Tersine huzur verici. Çok çekici çünkü değişken. Tehlikelerle dolu olduğu için uyarıcı da. Yalnız değilim, burada başka canlılar var. Sabırlı ve beni olduğum gibi kabul eden yeni arkadaşlar edindim. Bir kısmı eskiden de benimleymiş de sırtımı dönmüşüm; ne yazık! Müziğimi dinliyorlar, ben çalışırken hiç hareket etmeden, sessizce bekliyorlar. Ben de onlara saygı gösteriyorum. Birlikte yemek yiyoruz, bana çöl hikayeleri anlatıyorlar. Yaşamı da ölümü de aynı zaman diliminde barındıran hikayeler bunlar. Elbette öyle olacak, burası çöl! Özgürlüğün doruk noktasında başın dönmüş dolaşırken aniden ölebilirsin.

Kendime ışıltılı kum tanelerinden bir koza yaptım; yeni evim. Üzerini tümüyle örtmedim, arada girip çıkıyorum. Arkadaşlarım da geliyorlar. Duvarlarını güneşin altın pırıltısıyla ayın gümüşsü aydınlığını emmiş toz parçacıklarıyla kapladım; çok güzel oldu. Tam keman çalınacak yer! Burada yaşıyorum ve çalışıyorum.

Mozart'ın keman için yazdığı parçaları çalıyorum. Giderek daha iyi oluyor. İleride bu kusursuz müziğe özgün yorumumu katabileceğim, inanıyorum. Kendi kendimle yarışıyorum. Artık kısır çekişmeler, çekememezlikler yok hayatımda. Çölün yalınlığına sığındım, usta bir yorumcu olabilmek için kan ter içinde uğraşıp duruyorum. Tek istediğim, Mozart'ı seslendirirken kendi sözümü de söyleyebilmek. Bir gün çalarken kozamın derinliklerinden renkli kelebekler çıkıp dinleyenlerin etrafını saracak. Müziği duyan, kelebekleri de görecek, çevrelerinde uçuşmalarından zevk alacak. O günden sonra daha çok insan beni dinlemeye gelecek. Ben kelebek olmayacağım. İçimden, eski benliğimden kelebekler yaratacağım. Dehaların müziğine katıp onları dünyaya salacağım. Böylece hafifleyip, arınıp mutluluğu yakalayacağım. Daha çok yolum var, biliyorum. Hiç önemli değil. Çöl beni besliyor, ucunda amacı olan yolda yolculuk etmek hoşuma gidiyor. Hayatın anlamı bence bu.

İşte yeni gerçeğim (eskisi neydi, unuttum). Düşse bile kararım kesin; uyanmayacağım!

14 Ekim 2010 Perşembe

TAYFUNLAR ÜLKESİNDE (JAPONYA)

Bu kez bulutların resmini çektim.Hareketi fotoğraf karesinde verebilecek kadar iyi fotoğrafçı değilim ama yine de o telaşlı koşturmacayı ucundan yakalayabildim. Ufukta rüzgarın hem hoyrat hem sanatçı elleriyle durmaksızın şekil değiştiren, modern, soyut yontular benzeri yükselen beyazlar, onlara doğru hamle yapmış yaklaşan siyahlarla kavuşmak üzereydiler. Altlarındaki Pasifik, yüzünü buruşturup mavisini koyulturken kırışık, sonsuz bir çarşaf gibi uzanıyordu. Sahi doğuda, okyanusta nedense beyaz dalga olmuyor. İnsan yanılıyor, denizi sakinmiş sanıyor. Oysa her çırpıntı hiç yoksa bir metre. Ben korkuyorum, giremiyorum. Hele tayfun zamanı yanına bile yaklaşmıyorum. Sörf yapanları hayranlıkla izlemekle yetiniyorum.

Tayfunlar! Televizyondaki hava durumu tahminlerinde kullanılan haritalarda suya atılan bir taşın yarattığı daireler gibi gösteriliyorlar. Rotaları, hangi şehri hangi gün ve saatte ne şiddetle etkileyecekleri, hangi trenin veya uçağın kaç dakika gecikme ile kalkacağı neredeyse yüzde yüze yakın oranlarla biliniyor. Otuza yakın sayıda ortaya çıkıyorlar, hepsinin numaraları var. Ağustos'un ikinci yarısından Ekim sonuna kadar oradalar. İnsanlar hep tedirgin. Güvenlik önlemleri azami derecede alınmışsa da birlikte yaşamaya alışmamışlar, sadece katlanıyorlar. Göbeğindeki kara gölgenin üzerlerine gelmeyeceğini, bu seferkini de atlatacaklarını umarak, dış halkalara rastlarlarsa getirdiği serinlik ve bereketli yağmurlardan yararlanıp gülümseyerek...
Orası neresi mi? Elbette Japonya.

Aktif yanardağların, depremlerin ve tayfunların mekanı. Üç bin adalık deniz ülkesi. Uzak doğunun hem en hızlı değişen hem hiç değişmeyen, tehlikeler ve sürprizlerle dolu bölgesi.

İlk tayfunumla Tokyo'da karşılaşmıştım. Uzun süredir Kyushu'da yaşıyordum ve Tokyo'ya ilk gidişimdi. No: 9; yanlış anımsamıyorsam. On bir Eylül saldırısından üç gün önceydi. O yıl demek ki erken oluşmaya başlamışlar ya da ardı ardına, aşağı yukarı iki günde bir tane doğmuş. Gitmeden önce biliyordum tabii. İçten üçüncü halkanın o kocaman şehre erişmeyeceği öngörülüyordu. Ama dördüncüsü de fena değildi doğrusu. Kararmış gökyüzü, hızla şekil değiştiren dev gibi, koyu gri bulutlar, bardaktan boşanırcasına değil, savrularak, dönerek yağan, rüzgarın kamçısı olmuş ılık yağmur... 'Kimse korkmuş görünmüyor, o halde benim de korkmama gerek yok' demiştim. Oysa sadece belli etmiyorlarmış; yanılmışım.

Doğadan korkmamak aptallık. Japonlar bunu öyle iyi öğrenmişler ki! Pasifiğin ortasında, anakaradan uzak yaşadıkları için öğrenmek zorunda kalmışlar. Şinto tapınaklarında saz gibi eğilerek dua ettikten sonra teknik olarak ne yapmak gerekiyorsa yapıyorlar. Tayfunları çekingen bir saygıyla hayatlarına kabul ediyorlar.

Doğa Japonya'da öyle büyük güç gösterileri yapıyor ki insanlar ölümün çok yakınlarında olduğunu hep hissediyor. Belki de bu nedenle biriktirerek yaşamayı tercih ediyorlar. Maddi şeyleri değil, gördüklerini, bilgiyi, deneyimlerini, sevgiyi biriktiriyorlar. Tek bir an, geçmişin üzerine güzelce yerleştirilebilecekse veya kendi üzerine gelecekte başkaları konabilecekse önemli. Öyle dokunup geçmek yok; en derinini ve en uzağını görerek, hissederek, anlayarak yaşamak istiyorlar. Karşılarındaki ne ya da kim olursa olsun hem mikroskobu hem teleskopu kullanarak bakıyorlar sanki.

Eylül başında yine tayfun vardı. Sondan ikinci halka Miyazaki'yi vurmuş, gölgesiyle yaz sıcağını dayanılır kılmıştı. Tekrar Kyushu'da olmak, adanın daha önce gidemediğim bu şirin kentini kıyı bucak dolaşmak mutlulukla eş anlamlıydı.
Rüzgarın tartışmasız hükmü altına girmiş tüm ağaçlar bambulara benzemişler, bulutlar tepelerini yalayıp geçerken bükülebildikleri kadar bükülüyorlardı. Her yer keskin bir ot kokusuyla kaplıydı. Kocaman damlalarla dallardan düşen ağustos böcekleri neredeyse avuç içi kadar büyümüşlerdi; gördüm. Yağmur heyecanla, telaşla hem dikey hem yatay yağarken aniden karar değiştirip kesiliveriyordu. Hava sıcaktı fakat öyle nemliydi ki! Buğulu bir atmosferden izledim çevreyi. Su buharı her şeyi ıslatıyor, aldığım soluğa sızıyor... Fırtına saçları dağıtıp şapkaları uçuruyordu ama damlar, elektrik direkleri yerli yerindeydi. Benzin istasyonlarında, yollardaki molalarda kimse gökyüzüne bakmıyordu. İnsanlar sakindi; her zamanki gibi. Hafta sonu gezisine çıkmış olanlara rastladım. Bazıları Şinto tapınağının tuğla kırmızısı siperliklerine dayanıp kabarmaya yüz tutmuş okyanusu seyrediyorlardı. Rahipler kapının gerisinde yüzyıllardır yaptıklarını yapıp niyet çektirirlerken içerideki küçük havuza beş yen atıp evlilik tanrısına dua edenler bile vardı. Tayfunun halkası yaşamın akışını engellemiyordu.

Tehlikenin dış kabuğunun içindeydim. Hem biraz ürkütücü hem de çok güzeldi.

12 Ekim 2010 Salı

BAL, KUSTURİCA VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Nisan ayında İstanbul film festivalini nefes nefese, başım dönerek takip etmeye çalışmıştım. İlk kez böyle bir sinema maratonunu deniyordum ve ne yalan söyleyeyim, iyi seçmişim. İzlediğim kırk iki filmin yarısını muhteşem olarak niteleyebilirim. Bir kısmı fena değildi. Görmesem de olurmuş ya da sıkıldım dediklerim ise altı yediyi aşmadı. Ne yazık ki bunların arasına çoğunluğun hayran kaldığı Bal da girdi.

Bu heyecanlı koşturmacada otuza yakın filme birlikte gittiğim, kitap kurtluğunun daha da ötesinde gerçek bir sinema faresi olan ve belleğinde özel bir sinema arşivi bulunduran sevgili arkadaşım, üçlemenin diğer filmlerinden birinde uyumuş. Bal başlamadan önce şöyle söyledi: "Boşver, en azından Karadeniz'in güzel manzaralarını göreceğiz, bir de çocuk var, nasılsa çok sıkılmayız." Tam da öyle oldu.

Semih Kaplanoğlu'nun usta bir yönetmen olduğu, aldığı ödüllerden belli elbette. Ama evrensele yerelden varmaya çalışan bir sanatçıymış izlenimi yaratırken bana yöresel öğelerin özelliklerini gözden kaçırmış gibi geldi. Bunlar da filmdeki başlıca sıkıcı unsurlar oldu. Temponun yavaşlığından hiç söz etmiyorum. ("Oo, buna yavaş mı diyorsun?" yorumlarını duyar gibiyim.)

Uzun zamandır Bal hakkında yazmak istiyordum aslında da şimdi Antalya film festivalinden çekilmesi nedeniyle sırası geldi sanırım. Başından başlayacağım. Neden Yakup'la Yusuf? Eğer dinsel öyküyü işlemeyecektiyse karakterlerin adlarının örneğin Ahmet'le Mustafa olması hikmete (bala) ulaşmanın yolunu farklı seçmelerinde bir sakınca mı yaratırdı? İsimler beklenti oluşturup kafa karıştırıyordu. Sonra orası Karadeniz ve Karadeniz kadını son derece etkin, aktif roldedir. O kadar edilgin bir anne, Karadeniz doğasında var olamaz. Ya da mekan Karadeniz olmamalıymış. Mekan, manzara haricinde bu hikayeye ne katıyordu ki Karadeniz seçilmiş? Ayrıca horon neden gösterildi, anlayamadım. Belki de folklorik öğe olarak izleyicilerin hoşuna gideceği düşünülmüştür. Oysa Karadeniz'de çok önemli birleştirici bir faktördür horon. Başladığında dışında kalınmaz. Kadın, erkek, çocuk, herkes dahil olur, saatlerce hatta gün boyu sürer. Dayanıklılığı vurgular, baharın gelişini kutlar. Ana karakterlerin oralı olmalarına rağmen turist gözleriyle seyredip katılmadığı, öncesinde ve sonrasında hikayede bir değişiklik yaratmayan, öylesine gösterilip geçilen horon işlevsiz bırakılmış, harcanmıştı; yazık! Son olarak hiçbir Karadeniz çocuğu, ayıların çıkabileceğini bildiği o tehlikeli ormanda, kışın ayazında başını ağaca yaslayıp hülyalara dalmaz. Daha da vardı ama aradan epeyce zaman geçtiği için bu kadarını anımsayabildim.

Tüm ödülleri toplamış bir yönetmenin en önemli filmi hakkında böyle düşündüğüm için üzgünüm. Maalesef beğenmedim. Yereli iyi ve gerçeğe uygun verebilseydi, kafa karışıklığı yaratan hikayesi belki etkileyici olabilirdi. Söylemek istedikleri yerli yerine oturabilirdi. Oraya buraya serpiştirilmiş, dinsel göndermelerle bulanıklaştırılmış simgelerle dolu, ağır aksak akan bir görsellikti izlediğim. Kamera iyiydi, hakkını vermek lazım.

Kusturica'ya gelince: Dünyanın en iyi yönetmenlerinden biri bence. O da yerelden yola çıkıyor, filmlerini renkli öğelerle süslüyor ama hikayelerinde yöresel olan hiçbir şey sırıtmıyor. Böylece anlattığını inanılır ve zevkle seyredilir kılıyor. Jüriye davet edildi diye yerden yere vuruldu. Televizyondaki sıkıntılı duruşu ve kendisini savunmak zorunda bırakılışı ne acıydı! Bosna savaşındaki tecavüzleri önemsemediği ya da gerçekleşenlerden az olduğunu savunduğu iddia ediliyor. Pazar günkü Cumhuriyet'te Zeynep Oral çok güzel yazmış. Kusturica'nın düşünceleri şimdi mi belli oldu? Haziran'da Bursa festivalindeyken bunlar bilinmiyor muydu? Bosna'daki tecavüzlere olan gecikmiş duyarlılıkları göz yaşartan yurdum insanları, Türkiye'deki tecavüzleri neden görmezden geliyor? Üstelik bizde yaygın olan, çocuk tecavüzleri. Savaş falan yokken.

Zeynep Oral yazmasaydı belki de fark etmeyecektim. Gerçekten yönetmeni Bal'ı neden festivalin başlamasına bir iki gün kala yarışmadan çekti de jüri belli olduktan hemen sonra veya geçen ay böyle bir şey düşünmedi? Okur okumaz aklıma filmdeki horon sahnesi geldi nedense.

Sonuçta Kusturica gitti, biz bize kaldık. Başkalarını bilemem ama değerli bir konuğu kovalamanın utancı benim içimi burktu.