ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

14 Ekim 2010 Perşembe

TAYFUNLAR ÜLKESİNDE (JAPONYA)

Bu kez bulutların resmini çektim.Hareketi fotoğraf karesinde verebilecek kadar iyi fotoğrafçı değilim ama yine de o telaşlı koşturmacayı ucundan yakalayabildim. Ufukta rüzgarın hem hoyrat hem sanatçı elleriyle durmaksızın şekil değiştiren, modern, soyut yontular benzeri yükselen beyazlar, onlara doğru hamle yapmış yaklaşan siyahlarla kavuşmak üzereydiler. Altlarındaki Pasifik, yüzünü buruşturup mavisini koyulturken kırışık, sonsuz bir çarşaf gibi uzanıyordu. Sahi doğuda, okyanusta nedense beyaz dalga olmuyor. İnsan yanılıyor, denizi sakinmiş sanıyor. Oysa her çırpıntı hiç yoksa bir metre. Ben korkuyorum, giremiyorum. Hele tayfun zamanı yanına bile yaklaşmıyorum. Sörf yapanları hayranlıkla izlemekle yetiniyorum.

Tayfunlar! Televizyondaki hava durumu tahminlerinde kullanılan haritalarda suya atılan bir taşın yarattığı daireler gibi gösteriliyorlar. Rotaları, hangi şehri hangi gün ve saatte ne şiddetle etkileyecekleri, hangi trenin veya uçağın kaç dakika gecikme ile kalkacağı neredeyse yüzde yüze yakın oranlarla biliniyor. Otuza yakın sayıda ortaya çıkıyorlar, hepsinin numaraları var. Ağustos'un ikinci yarısından Ekim sonuna kadar oradalar. İnsanlar hep tedirgin. Güvenlik önlemleri azami derecede alınmışsa da birlikte yaşamaya alışmamışlar, sadece katlanıyorlar. Göbeğindeki kara gölgenin üzerlerine gelmeyeceğini, bu seferkini de atlatacaklarını umarak, dış halkalara rastlarlarsa getirdiği serinlik ve bereketli yağmurlardan yararlanıp gülümseyerek...
Orası neresi mi? Elbette Japonya.

Aktif yanardağların, depremlerin ve tayfunların mekanı. Üç bin adalık deniz ülkesi. Uzak doğunun hem en hızlı değişen hem hiç değişmeyen, tehlikeler ve sürprizlerle dolu bölgesi.

İlk tayfunumla Tokyo'da karşılaşmıştım. Uzun süredir Kyushu'da yaşıyordum ve Tokyo'ya ilk gidişimdi. No: 9; yanlış anımsamıyorsam. On bir Eylül saldırısından üç gün önceydi. O yıl demek ki erken oluşmaya başlamışlar ya da ardı ardına, aşağı yukarı iki günde bir tane doğmuş. Gitmeden önce biliyordum tabii. İçten üçüncü halkanın o kocaman şehre erişmeyeceği öngörülüyordu. Ama dördüncüsü de fena değildi doğrusu. Kararmış gökyüzü, hızla şekil değiştiren dev gibi, koyu gri bulutlar, bardaktan boşanırcasına değil, savrularak, dönerek yağan, rüzgarın kamçısı olmuş ılık yağmur... 'Kimse korkmuş görünmüyor, o halde benim de korkmama gerek yok' demiştim. Oysa sadece belli etmiyorlarmış; yanılmışım.

Doğadan korkmamak aptallık. Japonlar bunu öyle iyi öğrenmişler ki! Pasifiğin ortasında, anakaradan uzak yaşadıkları için öğrenmek zorunda kalmışlar. Şinto tapınaklarında saz gibi eğilerek dua ettikten sonra teknik olarak ne yapmak gerekiyorsa yapıyorlar. Tayfunları çekingen bir saygıyla hayatlarına kabul ediyorlar.

Doğa Japonya'da öyle büyük güç gösterileri yapıyor ki insanlar ölümün çok yakınlarında olduğunu hep hissediyor. Belki de bu nedenle biriktirerek yaşamayı tercih ediyorlar. Maddi şeyleri değil, gördüklerini, bilgiyi, deneyimlerini, sevgiyi biriktiriyorlar. Tek bir an, geçmişin üzerine güzelce yerleştirilebilecekse veya kendi üzerine gelecekte başkaları konabilecekse önemli. Öyle dokunup geçmek yok; en derinini ve en uzağını görerek, hissederek, anlayarak yaşamak istiyorlar. Karşılarındaki ne ya da kim olursa olsun hem mikroskobu hem teleskopu kullanarak bakıyorlar sanki.

Eylül başında yine tayfun vardı. Sondan ikinci halka Miyazaki'yi vurmuş, gölgesiyle yaz sıcağını dayanılır kılmıştı. Tekrar Kyushu'da olmak, adanın daha önce gidemediğim bu şirin kentini kıyı bucak dolaşmak mutlulukla eş anlamlıydı.
Rüzgarın tartışmasız hükmü altına girmiş tüm ağaçlar bambulara benzemişler, bulutlar tepelerini yalayıp geçerken bükülebildikleri kadar bükülüyorlardı. Her yer keskin bir ot kokusuyla kaplıydı. Kocaman damlalarla dallardan düşen ağustos böcekleri neredeyse avuç içi kadar büyümüşlerdi; gördüm. Yağmur heyecanla, telaşla hem dikey hem yatay yağarken aniden karar değiştirip kesiliveriyordu. Hava sıcaktı fakat öyle nemliydi ki! Buğulu bir atmosferden izledim çevreyi. Su buharı her şeyi ıslatıyor, aldığım soluğa sızıyor... Fırtına saçları dağıtıp şapkaları uçuruyordu ama damlar, elektrik direkleri yerli yerindeydi. Benzin istasyonlarında, yollardaki molalarda kimse gökyüzüne bakmıyordu. İnsanlar sakindi; her zamanki gibi. Hafta sonu gezisine çıkmış olanlara rastladım. Bazıları Şinto tapınağının tuğla kırmızısı siperliklerine dayanıp kabarmaya yüz tutmuş okyanusu seyrediyorlardı. Rahipler kapının gerisinde yüzyıllardır yaptıklarını yapıp niyet çektirirlerken içerideki küçük havuza beş yen atıp evlilik tanrısına dua edenler bile vardı. Tayfunun halkası yaşamın akışını engellemiyordu.

Tehlikenin dış kabuğunun içindeydim. Hem biraz ürkütücü hem de çok güzeldi.

Hiç yorum yok: