ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

8 Aralık 2012 Cumartesi

ASSOS

Bozcaada’dan Truva’ya, oradansa kıyı şeridi boyunca Aleksandra Troias, Apollon mabedi ve çevresinde yeni keşfedilen antik şehir gezisi falan derken öğlenden beri yoldayız. Arabayı ben kullanıyorum, yollar virajlı, dar, stabilize, hava sıcak, kopilotum yabancı; yoruldum. Behramkale köyüne ulaştığımızda araba sanki “öf, pöf” diyor. Aslında o hiçbir şey söylemiyor, kiralık olmasına rağmen bana uyum sağladı, direksiyonu ellerimde uysalca dönüyor, gaz da fren de sağ ayağımın emirlerine uyuyor; ehli, dengeli, güvenilir. Tepeden, sağda Ege’nin pembe ve turuncuyu kendi mavisine yedirmiş hafif çalkantılı sularına bakarken gerginliği boynunda hisseden benim. Asfalt çok dar, büklümler arttı üstelik yokuş aşağıya iniyoruz. Kontrolü kaybediverecekmişim de o güzel görüntüye doğru uçacakmışız gibi bir izlenime kapıldım. Ürküntümün anlamsızlığını biliyorum, önceden araştırdım. Limana varan yol öylesine tehlikeli ki çok uzun zamandır hiç ciddi kaza olmamış. Elli kilometrenin üzerine çıkan araç yok. Karşıdan gelenler açısından hiçbir yerde gösterilmeyen dikkati sürücüler burada gösteriyor. Fakat manzara büyüleyici, insanı adeta kendisine doğru çekiyor. Korktuğumu belli etmeden yavaş yavaş sürüyorum; arkadaşımsa denizin enginliğine, Midilli adasının ‘elini uzatsan tutuvereceksin’ yakınlığına gözlerini kaptırmış, dalıp gitmiş.

Assos’a on dokuz yıl önce gelmiştim; beş günde yediğim balığın miktarı altı aya bedeldi, alerji olmuştum. Bu kez daha temkinli davranacağım diye kendi kendime sözüm var. Yüzmeyi çok istiyorum ama suyun soğukluğu belleğimden silinmemiş, pek kendime güvenemiyorum. Otellerin restore edilmiş o güzel taş yapılarını görmeyi özlemiştim. Bu minicik, havuz benzeri limanın daha doğrusu balıkçı barınağının içinde dolaşıp korunan binlerce yavru balığıyla birlikte kendine özgü tuhaf bir gizemi var. Eski tarihle dolu bereketli doğanın arkadaşımı da sarıp sarmaladığını hissedebiliyorum.

Rezervasyon yaptırmamıştık ama sorun değil çünkü Eylül sonu ve hafta içi; sıradan sormaya başladığımızda ikinci otelde yer buluyoruz. Odaya girince şaşırıverdim. Dekorasyonda toprak renginin tonlarını öylesine uyumla kullanmışlar ki sanki açık havada ulu bir ağacın altında, gölgedeyiz de dalların, meltemin fısıltılarını dinleyerek uyuyacağız. Kapının soluna asılmış büyük levha, şu dört duvara zekice, bilgiyle verilen anlamdan bahsediyor. Homeros destanının içindeyiz, odamızın adı: Penelope. Odysseus’un karısı. Öldü sanılan kocasını beklemekte kararlı, çıkan taliplerini başından savabilmek için örgüsünü bitirme bahanesini bulup gündüz ördüğü yünü geceleri sökerek vakit kazanan kadın. Sadakatin temsilcisi. Penceremizden limana demirlemiş alçakgönüllü tekneler görünüyor, denizin ritmik sesi kulaklarımıza ulaşıyor. Tertemiz yatağa uzanıyorum, iyi ki geldik diye düşünüyorum.

Akşam yemeğinde, kıyıdaki masamıza oturmuş mezelerimizle birlikte çipuralarımızı yiyip biralarımızı içerken arkadaşım: “Yarın burada kalalım, dönmeyelim” dedi. “Tekne gezisine çıkalım. Denizden çevreye bakalım.” Demek ki gerçekten hoşuna gitti, sevindim. Yalnız bana yeni bir sorumluluk yükledi. Tekneyi nereden bulacağım? Sabaha çaresine bakarım herhalde, şimdilik gecenin tadını çıkartalım. Gündüzün sıcağı kalmadı, tatlı bir serinlik sarmaladı etrafımızı. Hırkamı giydim. İçim huzur dolu, kendimi Assos’un parçası gibi hissediyorum. Zihnimde antik çağın büyük destanı bölük pörçük dolaşıyor. Odysseus’un maceralarıyla Penelope’nin inançlı sabrındaki bütünlüğü yakalamaya çalışıyorum. Bir de Aşık Veysel düştü aklıma. ‘Benim sadık yarim kara topraktır’ der ya, ben onu hep toprağın bereketinden bahseder diye düşünmüşümdür. Ne yaparsan yap hatta hiçbir şey yapmasan, görmezden gelsen, beslemesen bile verici olan toprak… Sona gelindiğinde ise ne olursan ol kabul eden toprak... Tıpkı buralar gibi. Zeytin ve meyve ağaçlarının ekilmeden bittiği, bakılmadan dallarını yere dokunduracak kadar ürün verdiği yerler. Mezarlarında yatanlarıysa sessizce barındıran mekanlar. Aşık Veysel Homeros’u tanımazdı sanırım. Yine de dehaların vardığı sonuç aynı: Toprak sadıktır. Penelope de sadakatin temsilcisi diye toprak renklerine bürünmüş herhalde. Standart rahatlığı ve temizliğiyle kabul görebilecek bir otel odası sıra dışılığıyla kahverengiyi, bereket kaynağının rengini Anadolu’nun bereket sembolü ‘kadın’la üstelik sadık bir eşle kutsuyor. Gerçi Penelope Anadolulu değil, Kybele de Yunan Tanrıçası değil ama Ege’nin iki yakası yakın, çağrışımlar çok da boşuna uçuşmuyor kafamda. Epeyce dalgın, tabağımdaki kılçıkları çatalımla eşelerken garson yanımıza geliyor ve çekinerek bana doktor olup olmadığımı soruyor. Yayınlanan tüm sağlık programlarını izlermiş ve beni birkaç yıl önce televizyonda gördüğünden eminmiş. Yine şaşırdım. Adamdaki hafıza müthiş! Arkadaşım gülüyor, meşhur olduğumu söylüyor. Birlikte gülüyoruz. Oradan oraya atlayarak sohbet ediyoruz. Gece koyulaşırken göz kapaklarımın ağırlaştığını sezinliyorum.

Deliksiz uyumuşum. Rüya gördüysem de hatırlamıyorum. Dinç ve günü yaşamaya tam gaz istekli kalktım. Sabahın pırıl pırıl aydınlığı ilerleyen saatlerde havanın sıcak olacağını haber veriyor. İlk sürprizle deniz kenarında kahvaltımızı ederken karşılaşıyoruz. Berrak suların içinde, hemen yanı başımızdaki kayalarda ağır ağır ilerleyen kocaman bir ahtapot! Arkadaşım fark ediyor, resmini çekerken elbette lokantanın görevlileri de neye bakıyoruz diye geliyorlar. Sonrasındaysa bizim açımızdan hem merak hem hüzün, onlar açısındansa hem sevinç hem av telaşı yaşanıyor. Uzun sopanın ucundaki kancayla dışarıya alınan ahtapot, aşçının eline tüm gücüyle yapışıyorsa da kendisini bekleyen sondan maalesef kurtulamıyor. Salata yapılmak üzere mutfağa götürülüyor. İki kilo gelecek kadar büyük zavallı. Birbirimize bakıp akşama ahtapot salatası yememeye karar veriyoruz.

Resepsiyondaki genç çocuğa tekne bulup bulamayacağımızı soruyorum. Şansımız iyi; gencin babası balıkçıymış, irice bir motoru varmış. Öğleden sonrayı bize ayırabileceğini öğreniyoruz. Odada bekleyeceğimize dolaşmaya çıkıyoruz. Hava iyice ısındı artık; içimde mayom, üzerimde havlu şort ve tişörtüm var. Denize girme umudu taşıyorum. Fakat lokantaların bittiği yerdeki tahta iskeleli, çakıllı plajda ayaklarımı suya sokunca beynime kadar ürperiyorum. Ne kadar soğuk! Olmayacak. Teknelerin demirlediği akrep kuyruğu benzeri kıvrılan mendirek boyunca yürüyerek kayaların üzerine oturuyoruz. Turkuaz renkli, ışıltılı Ege sularını fotoğraflıyoruz. Yandığımızı hissedince kalkıp otellerin ötesindeki patika yola dalıyoruz. Hayatında ilk kez zeytin ağacı gören arkadaşımın resmini zeytinlerin gölgesinde durup gülümserken çekiyorum. O da nedense benim çömelip toprağa dokunmamı istiyor ve öyle basıyor makinenin düğmesine. Küçük dükkanlardaki hediyelik eşyalara göz atıyoruz. Mevsim sonu, pek bir şey kalmamış. Dayanıklı taş yapılara baka baka dönüyoruz.

İrice, üzeri mavi – beyaz tenteli balıkçı motorumuzun sahibi eski bir tır şoförü. Emekli olmaya karar verdikten sonra rastlantı sonucu dokuz yıl önce buraya yerleşmiş. Orta yaşlı, kısa boylu, tıknaz, yanık tenli, güler yüzlü, kendisiyle barışık bir insan. İstanbul’dan nefret ediyor. Kızının Silivri’de oturduğunu, torunlarını görmeye sadece oraya kadar gittiğini, asla kentin içlerine girmediğini anlatıyor. Eşi arada gidip kızlarında kalıyormuş ama o İstanbul havasına dayanamıyormuş. “O gürültüde, kargaşada boğuluyorum” dedi. “Assos’ta denizin sesini dinleyip yiyebileceğim kadar balık tutmak gibisi yok. Bazen şansım yaver gidiyor, üç beş kuruş kazanacak kadar bereketli avlarım da oluyor. Çok derinlere açılmam, Yunan karasularına yaklaşmam. Yazın seçerek birkaç turist gezdiririm. Oğlumun işi iyi, sağlığım yerinde, mutluyum.” Kesintisiz uzanan ufuklara bakmaya alışmış, çok gezip çok görmüş, ne istediğini bilen bir adam. Sıkıntılarını büyütmemeyi öğrenmiş.

Teknemiz ağır ağır mendireğin dışına çıkıyor. Soldaki burna doğru ilerliyoruz. Motor gürültülü, birbirimize sesimizi zor duyuruyoruz. Hafif çırpıntılı sularda seyrederken oteller bölgesine bakıyorum. Bu açıdan hiç görmemiştim. Sırayla dizilmiş eski palamut ambarları… Taşlar diyarı, korsan barınağı. Limanın ardında yükselen dik yamacın tepesinde antik şehrin kalıntıları göze çarpıyor. Oradan güneşin batışını izlemek vardı ama bu kez olmayacak, bir sonraki sefere… Belki de her şeyi tek dokunuşta tüketmemek, eksik bırakmak daha iyidir. Bıraktığın yerden devam etmeyi özendirir, özletir, beklenti yaratır.

Burnu dönünce nefis bir koy çıkıyor karşımıza: Kadırga. Elimi suya sokuyorum ve Assos’taki soğukluğu değil, sadece serinliği algılıyorum. Burada denizin ısısı üç dört derece daha fazla, şaşılacak şey! Kıyıya yanaşmayı deniyorsak da ölü dalgalar yüzünden imkansız; açıkta demirliyoruz. Kıç güvertesinden kendimi Ege’ye bırakıyorum. Sahile kadar yüzüyorum, oradan arkadaşıma el sallıyorum. Tekrar derinlere kulaç atıp ilerideki otelin iskelesine yaklaşıyorum. Sırtüstü yatıyorum. Güneş ışınları yüzümü okşarken kendimi tertemiz suyun ritmiyle salınmaya bırakıyorum. Neredeyse uykuyla uyanıklık arasındayım. Tuz hafifçe cildimi dalayıp serinlik ürpertmeye başlayınca tekneye dönüyorum. Bir saate yakın yüzdüm, yenilendim, tüm yorgunluğum martıların kanatlarında uzaklara uçtu.

Kadırga’dan sonra burnumuzu Midilli’ye çevirip on beş dakika yol alıyoruz ve tekrar demirliyoruz. Türk karasularının sınırındayız. Sardalyeler hazır, balık tutacağız. Yedi yaşındayken bir kez babam ve iki tanışıyla Çanakkale’de kayıkla balığa çıkmıştık. Beş saatte yedi balık tuttuğumuzu ve çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Arkadaşımsa çok uzun yıllar öncesinden deneyim sahibi ama ırmakta. Rehberimize güveniyoruz ve oltalarımızı salıyoruz. Dibe vurup çok az yükseltmeyi öğreniyoruz. Tuttuk! İkimiz de birer Barbunya yakaladık, yenebilecek büyüklükte. Küçükleri iğneden kurtarıp denize geri veriyoruz. Su kuşları çığlık çığlığa kapıp götürüyorlar. Tır şoförü teknecimiz Karagöz yakalıyor hem de üç tane. Orada iki saat süreyle aklımızdan avlanmak dışında her şeyi silip atarak arınıyoruz.

Motoru limana doğru yönlendirdikten sonra yeni dostumuz dümeni bize bırakıyor. Ben bu işten biraz ürktümse de arkadaşım hemen benimseyiverdi. Yanaşma kısmı hariç bizi mendireğe kadar o getirdi. Hiç fena değildi. Teşekkür ederek, telefonlarımızı verip alarak ayrılıyoruz. Üç buçuk saatin nasıl geçtiğini anlamadık bile. Çok güzeldi, unutulmazdı.

Akşam yemeğinde kendi tuttuğumuz balıkları yedik. Üstelik dostumuz Karagözleri de hediye etmişti. Lezzetli ve doyurucuydular.

Dönüş gününün sabahında içimde ayrılık hüznü var. Çabucak toparlanıp hızlıca kahvaltımızı yapıyoruz. Otelden ayrılırken ön büro müdürüne oda dekorasyonunun özgünlüğünü çok beğendiğimi söylüyorum. “Her odamız farklıdır, memnun kaldığınıza sevindim. Farklı bir konsept denedik” diyor. Vedalaşmanın ardından arabamıza biniyoruz. Onu özlemişim. Ne de olsa iki gündür kullanmadım. Yolu ağır ağır tırmanıp Behramkale’nin içinde park ediyoruz. Dar, arnavut kaldırımlı, dik sokaklardan tepeye, antik kente yürüyoruz. Taş evlerin önlerine örtüler, el işi oyuncaklar, zeytinler, kekikler, naneler, sabunlar dizilmiş. Köylüler alalım istiyorlar. Bir iki şey alıyoruz elbette ama asıl isteğimiz Aristo’nun üç yıl ders verdiği o surların içine girmek.

Gezdik. Athena tapınağının önünde resimler çektik. Tüm bölgede taşlar aynı; pembemsi ve dayanıklı. Yüzyıllardır kullanılıyor, hala işe yarıyor. Yabancı turistlerden başka Türk gençler de vardı, onları gördüğüme sevindim. Geçmişini öğrenmek şimdiye çok şey katıyor, bunun bilincine erken yaşta varanlara hayranlığım sonsuz. Orada, açık havada verilen felsefe derslerini hayal ettim. Eski zamanın çarşısını, tanrıçalarına adaklar sunan insanları belleğimde canlandırmaya çalıştım. Gözüm sık sık Ege’nin ışıldayan sularına takıldı. Hafif buruşmuş yüzeyiyle nasıl da turkuaza çalan, özel bir mavisi var! Midilliyse dokunulacak kadar yakın. Doğa, köy, kent kalıntıları, liman, hepsi uyumla bir aradalar. Öyle olduğu için de bereket sürüyor, insanlar doyuyor.

Kenara kadar gidip bir kayanın üzerine çıktım ve antik yerleşimin tepesinden limanı fotoğrafladım. Zeytin ağacının biri de dallarını uzatıp görüntüye giriverdi. Bence en güzel resim bu oldu.

Assos’a tekrar gitmek istiyorum. Güneşin batışını Aristo’nun mekanından izleyeceğim. Artık o zaman arabayı başkası kullanır; karanlıkta aşağıya inmek benim yapacağım iş değil.

11 Kasım 2012 Pazar

BOZCAADA

 Akvaryum koyunun büyücek bir havuzdan az farklı, içi ormanlık, benden başka kimsenin yüzmediği kısmındaki berrak sularından çıkarken ‘bu ada beni tekrar çağıracak, eminim’ diye düşündüm. Dar ağzına terkedilmiş izlenimi veren beyaz bir yelkenli demirlemiş, hep orada olmalıymışçasına yakışmış. Numaralı sualtı gözlüklerim yanımda değil, kayaları kaplayan yemyeşil bitkilerle denizkestanelerini ayırt edebildim fakat varlıklarını tahmin ettiğim küçük balık sürülerini seçemedim. Sadece kıyıdaki yosunlu taşların oyuklarında dolaşan tırnak boyundaki yengeçle selamlaştım, o kadar.

Arkadaşımın arabasıyla geldik, günübirlikçiyiz. Geyikli sapağından sapıp dönemeçli, dar yolda birçok sevimli köyden geçerek Odunluk iskelesine ulaştık. Geyikli hoş bir yer, uzun kumsalı göz alıcı. Kıyıdaki çay bahçeleri feribot bekleyenlerle dolu. Biz de oturup çaylarımızı, tostlarımızı ısmarlıyoruz. Hava açık, sıcak, rüzgarsız. Ağustos ayının ortasındayız, Ramazan sürüyor, çok kalabalık değil. Ege pırıl pırıl, Bozcaada yayvan, eflatun ve birkaç kulaçta ulaşılabilecek kadar yakın görünüyor.

Feribottan tipik bir ada meydanına indik. Arnavut kaldırımlarını hep sevmişimdir, burada da rastlayınca içim ılınıyor. Çarşının önünde kare şeklindeki balıkçı barınağında renk renk motorlar demirlemiş, ağlar asılmış, kimi kuruyor kimi temizlenip onarılmayı bekliyor. Sağdaki tepede yükselen heybetli kale şaşırtıcı; çok büyük üstelik neredeyse hiç harap olmamış. Diğer araçların peşinden ilerlediğimiz sokağın iki yanında üç katı aşmayan binalar var, kaldırımlarda kendiliğinden bitmiş zeytin ağaçları… Hafifçe yukarıya doğru eğimli ana yol asfalt. Arabalar oraya buraya sapıp kayboldular; pencereleri açıyoruz, içeriye keskin bir kekik kokusu doluyor.

Önce Ayazma’ya uğradık. Üstte yiyecek, içecek yerleri, altta ise geniş sayılabilecek uzun kumsalı ile gerçekten güzel. Ama klasik plaj burası; farklı bir yer arıyoruz.

Diğer yöne sapınca deniz sağda kaldı, solda ise bağlar boy göstermeye başladı. Aralarda meyve ağaçlarıyla zeytinler. Kekik kokusu devam ediyor. Ege tarafında her biri oda kadar minik birkaç koy gördüm, kendi özel daracık kumsallarıyla ışıltılı sulara kucak açmışlar. Çok çekicilerse de kimseler yok, buraları tanımıyoruz, böylesine insansız, ufak alanlarda duraklamaya çekindik. Derken Akvaryum koyuna vardık.

Bir yanı genişçe hilal şekilli kumsalıyla turkuaz renkli denize bakıyor, diğer yanıysa lacivert bir havuz. İşte burası! Kumların üzerine yerleşiyoruz. İyice ısındıktan sonra kendimizi Ege’nin kucağına bırakıyoruz. Serin ve tertemiz. Bayıldım. Geçirdiğimiz iki saat boyunca diğer tarafa benden başka giren kimse olmadı, nedenini anlayamadım. Eğer orada yüzmeseydim ‘keşke’si hayatım boyunca ara sıra belleğimi yoklardı.

Tekrar çarşıya döndüğümüzde acıkmıştık. Yerel ev yemekleri yapan bir lokantaya girip sebze ağırlıklı menümüzü ısmarladık. Ege otlarıyla zenginleştirilmiş gözlemeyi açmadan önce yapacak olan kadın aşçı hemen masamızın yanındaki bahçeye girdi, gözümüzün önünde yiyeceğimiz otları topladı, içeride kavuruverdi ve yufkasına katıp pişirdi. Her şey son derece lezzetliydi. Dolma yaprağının incecik, damarsız dokusuna ve ekşimsi, mükemmel tadına hayran kaldım. Ancak satın aldığım küçük bidondan farklı, kalın, bol damarlı yapraklar çıktı.
Dolaşmaktan yorulup soluklandığımız kafede bugüne kadar içtiğim en güzel limonatayı ağır ağır yudumladım. Ne tatlı, ne ekşi, tam kıvamında. İçindeki iri böğürtleni ve taze nane yaprağı ile inanılmaz zenginleşmiş. Turuncu pipeti, turuncu peçetesiyle görüntüsü ‘beni seyret, çabuk tüketme’ diye adeta sesleniyor. Arkadaşımla kızı koruk suyu ile gelincik şerbetini de denediler. Ben, ‘bir dahaki sefere’ dedim. Gerçekten bir dahaki sefer oldu.

Her meyvenin reçelini yapıyorlar, beş çeşit aldım hem de tadarak. Şarap da aldım. Dışarıya ihraç edemiyorlarmış, ancak oradan temin etmek veya kargo ile göndermelerini istemek mümkünmüş. Mis kokulu doğal sabunlar buldum. Gelinciğin reçel, lokum, şerbet ve sabun halinde değerlendirilebildiğini gördüm. Çavuş üzümü bal gibi, kabuğu incecik, ağızda eriyip gidiyor. Ondan üretilen beyaz şarap çok değişik, kokusuz. İnsanda alkolsüzmüş izlenimi bırakıyor, lıkır lıkır içme isteği uyandırıyor. Fakat çabucak çarpıyor tabii. Çarşıda yan yana sıralanmış hediyelik eşya stantlarında kıyıya vuran tahta parçalarıyla yapılmış heykellerden tutun da dantel gibi örülüp kolalanmış küpelere, küçüklü büyüklü rüzgar güllerine, camdan balıklara, kekik ballarına, zeytinyağına kadar akla gelen gelmeyen her şey var. Birkaç seramik sanatçısı dükkan açmış, kendi eserlerini hem sergiliyor hem satıyorlar. Naylon poşet kullanımı yasaklanmış üstelik yasağa titizlikle uyuluyor. Herkes elinde kalın kağıttan veya bezden torbalarla, filelerle alışverişe çıkıyor. Römork bağlanmış traktörler belediyenin çöp arabaları. Epeyce özel araç gördümse de korna sesi duymadım. İnsanların yüz ifadeleri sakin ve mutlu.

Döndükten sonra Bozcaada’yı merak edip biraz araştırdım. Türkiye’nin köyü olmayan tek ilçesi olduğunu, kuvvetli rüzgarlar nedeniyle sonbahar ve kış aylarında anakara ile bağlantısının sık sık kesildiğini, mevcut on yedi rüzgar türbininin yalnız biri ile tüm elektrik gereksinimini karşıladığını öğrendim. Dalmayı sevenlerin uğrak yeri, balığı bol, serin taş evlerde yaşayan bin beş yüz kişilik yerli Türk ve Rum halkıyla çekici bir Ege adası. Antik Yunancada adı Tenedos. Truva’nın tam karşısında. Mitolojiye göre tahta at kente sokulduğunda Akha denizcilerinin gemileriyle saklanıp son baskın için bekledikleri koy burada, güneyde bir yerdeymiş. Son yıllarda turizm gelişmiş, pek çok butik otel ve pansiyon açılmış; kötü yanını da söyleyeyim, konaklamak epeyce pahalı. Tek bir sağlık ocağı var, hastane gibi yirmi dört saat hizmet veriyor. Eczaneyle benzin istasyonu birer tane. Balıkçılık halen devam ediyor, adalıların olmazsa olmaz mesleği. Şarapçılık inatla sürdürülüyorsa da gelişemiyor çünkü nedeni anlaşılmaz ihraç yasağı ile karşı karşıyalar.

Bağların, toprağın, kumun, denizin renk uyumunu, kokuları, özellikle her yeri kaplayan kekik kokusunu, tatlardaki incelikli ayrıntıları ve çeşitliliği oraya gitmeden bilmem olanaksızdı. İtiraf etmeliyim ki beni çarptı. Topu topu bir buçuk ay sonra, Eylül sonunda yolumu tekrar oradan geçirdim, bir gece kaldım. Turistik mevsim sona erdiği için çarşı tenhaydı, dükkanların çoğu da kapanmış. Yine de akşam vakti arkadaşımla birlikte sokağa sıralanmış tahta masalardan birine oturup ağa o gün takılmış iri iki lüferi balık çorbası ve özenle hazırlanmış mezeler eşliğinde yediğimiz sevimli bir lokanta bulabildik. Ertesi sabah pansiyonumuzun asma çardaklı, çiçekli, minik bahçesinde yaptığımız kahvaltının ardından büyücek bir ada turuna çıktık. Ardından koruk sularımızı içtik; Gelincik şerbetiniyse satın aldım. Kaleyi dolaştık, fotoğraf çektik (buradaki resimler her iki geziden ama benim değil, arkadaşlarımın arşivlerinden). İlki gibi bu ziyaretim de maalesef çok kısa oldu.

'Bir dahaki sefer' yine olacak sanırım; denizlerin efendisi Tanrı Poseidon’un torunu Tenes’in mekanında daha keşfedecek dolu kıyı köşe var.

28 Ekim 2012 Pazar

AMASRA (25 yıl sonra)

Dönemeçler tam anımsadığım gibi ama Bakacak’tan geçerken özlemle görmeye çalıştığım Amasra gizlenmiş. Sis öyle kalın ki lacivert deniz bile siluet halinde. Çok üşüyorum.

Yolda Şah mahallesinden itibaren dizilmiş binalara şaşıp kaldım; ne kadar çok! Müze uçuşan beyazlığın içinden belli belirsiz yüzünü gösterdi ve hemen kayboldu. İnince biraz yokuş aşağı, belki yüz metre yürüyoruz, ellerimizde küçük de olsa valizlerimiz… İşte meydan! Solda Kafe Kumsal; büyümüş. Küçük limanın yumuşak çizgileri aynı. Burnuma yosun kokusu doluyor, neredeyse tuzlu su soluyorum. Kimseler yok.

Dolaştık, açık dükkan bulamadık. Titreyerek Kafe Kumsal’a oturduk. Deniz kenarına değil, daha içeriye. Donuyoruz, sanki denizden biraz uzaklaşırsak titrememiz azalacak!

Hayal kırıklığı içindeyim. Saçma olduğunu bilsem de sıcacık bir karşılama bekliyordum. Kimden? Burası büyücek bir sahil kasabası, Karadeniz sonbaharının sabahında, saat sekizde henüz uyanamamış… Benim minik beldem olmaktan çok uzaklaşmış.

Arkadaşımın akıllı telefonu ortam ısısının bir derece olduğunu gösteriyor. Açıkta çay içiyoruz. Olmayacak bu iş, kalktık. Kapalı bir yer bulmamız lazım.

Sağa saptık ve bir pastane fark edip daldık. Sahibinin gözleri mahmur. Fırına yeni bir şeyler atmış. Çayı ot kokuyorsa da sıcak. Ayaklarımı hissetmez oldum. Parmaklarım bardağa yapışıyor sanki. Otele gidelim, giriş yapamasak bile lobide otururuz diye düşünüp eyleme geçiyoruz.

Meydandaki tek taksi durağında bir araç var. Şah mahallesindeki otelimizin adını söylüyoruz, yola koyuluyoruz. Şoför Amasra’lı genç bir adam. Hesaplıyorum, ben buradayken üç – dört yaşlarında olmalı. Belki de annesi soğuk algınlığı veya ne bileyim başka bir şey için bana getirmiştir. Topu topu iki taksi olduğunu, yaz aylarında bile yettiğini söylüyor. Sakin ve halinden memnun görünüyor.

Otelde güzel bir sürpriz bizi bekliyor. Erken giriş yapabileceğiz. Odamız hazırlanana kadar verandaya çıkıyoruz. Burası da açık hava ama daha ılık. Aşağıya baktığımda o sis bulutunu, etkisini hatırladığımı sandığım fakat aslında unuttuğum o vahşi, ısırıcı kümeyi yavaş yavaş yükselirken görüyorum. Masada çaylarımız, mendirek ve koyu mavi deniz arkada, resim çekiyorum.

Odada ne kadar kalın kazağımız varsa hepsini üst üste giydik, yedek battaniyeleri dolaptan çıkarttık ve yataklarımıza yatıp yaklaşık sekiz saat uyuduk. Uyandığımda ısınmış ve acıkmıştım. İçim kıpırdamaya başladı; keşfe hazırım.

Tekrar meydandayız. Artık insanlar dolaşıyor, akşam olmak üzere. Önce soldaki bakkala giriyoruz; sigara alacağım. İşte ilk hoş sürpriz! Birisi arkamdan adımla sesleniyor. Dönüyorum ve mühendis arkadaşlarımdan birisiyle yüz yüze geliyorum. Emekli olmuş, Çekiciler çarşısının girişinde küçük bir hediyelik eşya dükkanı açmış. Ayaküstü konuşuyoruz. Çok sevindim. Buralarda hala beni tanıyan birileri var!

Yemeğe tabii ki Canlı Balığa gidiyoruz. Kalabalık üstelik herkes balık yiyor ama ortalıkta ne yağ ne de balık kokusu var. Servis mükemmel, lezzet de öyle. Salata sanat eseri. Ballı yoğurtsa tam kıvamında, harika. Burası eski minik meyhaneden kocaman bir lokantaya dönüşmüş ama amatör ruhunu kaybetmemiş. Çok keyiflendim. Artık yarınki büyük tura hazırım.

Sabahın geç saatlerinde dolaşmaya başlıyoruz. Önce Büyük liman. Evimi bulamadım. Yıkılmış, yerine dört katlı yeni bir bina yapılmış. Mendireğin başlangıcından itibaren sıra sıra lokantalar ve kafeler dizilmiş, deniz onların arkasında kalmış. Plajın da kapısı var artık, etrafı tellerle çevrili, doğrudan ulaşılamıyor. Küçüklü büyüklü otel ve pansiyonlar gördüm. Anlaşılan halk tümüyle turizmden geçinir olmuş.

Büyük limanı arkamıza alıp kale içine dalıyoruz. Kabanım sırtımda ama üşümüyorum. Hava öfkeli olmak isteyip de beceremeyen sevecen bir baba gibi suratsız. Birazdan ısınacak, denizin ışıltısından belli. Daracık sokaklara girip çıkıyoruz, kale duvarlarının ardına gizlenmiş bahçelerin yaratıcı çiçek düzenlemelerine hayran kalıyoruz. Tünel gibi bir aralıktan tekrar denizi görmek mutluluk veriyor. Küçük limanın başlangıcındayız. Kemere Kahvesi’ne oturup orta şekerli iki kahve söylüyoruz. Güneş yüzünü gösterdi, az katlı binaların camlarında yansıyan ışınları Küçük limanın berrak sularında mücevher gibi pırıldıyor. Buradan Sormagir mahallesinin evleri görünüyor, çok tanıdık. Eskisi gibi burunlarını denize uzatmışlar, neredeyse yürüyüp ayaklarını suya sokacaklar. Hayretle Kemere köprüsünden araba geçtiğini görüyorum. Amasra motorize olmuş!

Karanlıkyer dehlizinin altından tekrar yürüyünce yapmam gereken önemli bir eylemi gerçekleştirdiğim hissine kapıldım. Kemere köprüsünde, arkamda tavşan adası, resim çektirdim. Yirmi beş yıl önce oturduğum yerde oturdum. Neredeyse aynı pozu vermişim. Sormagir mahallesine girip tren yoluna benzeyen Arnavut kaldırımlı tek sokağının sonuna kadar gittim. Yani Küçük limanın en güzel göründüğü yere. Kemere köprüsünü fotoğrafladım. Boztepe’ye doğru yükselirken Ağlayanağaç’ta mola verip rüzgarın ve denizin sesine kulak vererek çay içtim. İki gündür Karadenizli gibi çay içiyorum. Oradaki tezgahtan incecik, rengarenk bir şal aldım; burada kullanamayacağım kesin. Tekrar yola düzülünce Boztepe’nin çalılıklarına daldım. Islak ot kokusu her yerde. Aşağıda Amasra, 90 – 60 – 90 ölçüleriyle kendini sergiliyor. Bugün sisin ardına gizlenmiyor. Aynı haşin denize üç ayrı karakter bahşeden büyülü mekan! Küçük limanda doğal durgunluk, Büyük limanda mendireğin dizginlediği heyecan ve kayalıklarda olağan Karadeniz öfkesi. Evler sanki rüzgara göre şekillenmişler, kırmızı damları birbirlerinin üzerine eğilmiş gibi duruyorlar. Tavşan adasıyla kayalıklar rüzgarın ve denizin diliyle karşılıklı söyleşiyorlar, evler dinliyor. Tanıdığım, anımsadığım, çok özlediğim o uyumlu uğultuyu ben de dinliyorum. Mutluyum.

İnince Sormagir Kafe’de soluklandık, gözleme yedik. Sonra Çekiciler Çarşı’sını dolaştık. Ağaç oyma işleri çeşitlenmiş, yanına desenli cam eşyalar eklenmiş, güzel olmuş. Tabii ki birkaç hediyelik seçtik. Meydanı kat edip müzeye gittik. Bahçesindeki eski eserlerin arasında tekrar dolaşmak çok heyecan vericiydi. Cumhuriyet Bayramı olduğu için bir sergi düzenleniyordu, eser sahiplerinin ve görmeye gelenlerin arasına biz de karıştık.

Akşam yemeğini Çeşm’i Cihan’da yedik. Güzeldi ama Canlı Balık gibi değil. Ne bileyim, ben Küçük Liman tarafını daha çok seviyorum galiba.

Ayrılış vakti. Otelimizde bir üniversitenin eski mezunları da konaklıyordu. Ellinci yıllarını kutlamaya Amasra’ya gelmişler. Ön büro müdürümüz çok esprili bir adamdı. Yaşlıları yanlışlıkla otobüslerinin kalkış vaktinden bir saat önce uyandırıp gönderdiğinden bahsederek bizi güldürdü. O gün saatlerin değişme zamanıydı, şaşırmış ama olan olmuş. “Umarım memnun kalmışsınızdır, tekrar bekleriz” dedi. Gerçekten memnun kaldık ve elbette tekrar gelmek isteriz.

İçinde iki yıl yaşadığım beldemde iki gün de olsa tekrar kalabilmek güzeldi. Değişmişse değişmiş, ben de değiştim! Kömürün etkisi azalmış, turizminki artmış. Hala büyüleyici. Üstelik esas karakterini koruyor, temiz ve ufku açık.

Ne tuhaf! Bu yazıyı Amasra gezisinden tam bir yıl sonra kaleme almışım. Her şey tekrar anı olduktan sonra. Belleğim yine gerçeklerle oynayıp bazı değişiklikler yapmıştır diye düşünüyorum.

26 Ekim 2012 Cuma

BARTIN (Sabah karanlığında, Amasra yolunda)

Herhalde uçtuk. Gece yarısından sonra uykuyla uyanıklık arasında Mengen, Devrek, Çaycuma diye sayarken Bartın’a geliverdik. Yedi buçuk saatlik yolu beş saatte almışız da hızın farkına bile varmamışız. Saat sabahın altısı, gün ışımamış. Amasra dolmuşları güneş ışığını görmeden kalkmaz; ne yapacağız şimdi?

Tıslayarak açılan kapıdan en son arkadaşımla ben iniyoruz. Otogar yeni, ilin dışına yapılmış, hiç tanımıyorum. Belli ki daha tümüyle bitirilmemiş. Sis bürümüş karanlığın içinde yol kenarındaki lambalardan sızan ışıkların şekillendirdiği renksiz gölgeler halinde dizilmiş barakalar var. Her birinde tek tük insanlar… Üç dört otobüs daha, farklı firmalardan. Yolcularını çoktan boşaltmışlar ya da henüz hareket etmeleri için çok erken; hepsi boş. Zemin toprakla karışık kum, ayakkabılarımın altında gıcırdıyor. Soğuk ve nem titretiyor. Belleğim bana oyun oynamış. İliklerime işleyen ıslaklığı bu kadar saldırgan hatırlamıyordum.

“Minibüs garajına gidecek yolcular servise!”

Buna sevindim işte. Bartın’ın içinde geçmişte şehirlerarası otobüs terminali olarak kullanılan eski garaja gideceğim. Yabancılık nihayet yakamı bırakacak, içim ısınacak.

Şoför bizle beraber on dört kişiye tek tek nerede ineceğimizi sorduktan sonra yola koyulduk. Arkaya oturuyoruz; ben pencere kenarındayım. Kirli, buğulanmış camı elimin tersiyle siliyorum. Kenarlarından rüzgar üflüyor. Çenemi ve burnumu kabanımın yakasına gömüyorum. Buralılar yerli şiveyle konuşuyorlar, tekrar duymak güzel; çoğunun kucağında çuvallar… İki turist genç var, bir kız, bir erkek. Araya sıkışmışlar; biraz şaşkın, daha çok meraklı bakınıyorlar. Sarsılarak ilerliyoruz.

Hiçbir sokağı, hiçbir dükkanı, durduğumuz köşe başlarını, inenlerin vurguladığı adları, meydanı, binaları tanıyamadım. Küçük tonajlı gemilerin rahatlıkla girebildiği Bartın çayını bile fark edemedim. Belki karanlıktan, sisten, yorgunluktan; bilemiyorum. Anadolu’nun herhangi bir yerleşim yerinde gibiyim, kimliğini bilmediğim, benimle bağlantısız… Turistler ve son kalan dört yolcuyla birlikte vardığımız eski garaj da yabancı. Zaten yenisinden pek farkı yok, sadece daha küçük. Asfaltın öte yakasındaki taksi ve minibüs durağı boş. Bu yakada, bazıları kırılmış kaldırım taşlarının iç kısmında çamurlu, kumlu toprak, üç adımlık mesafede tek bir baraka ve sabahçı kahvesi, hepsi bu. Karanlık delinmedi daha; elektrik ışıkları uzun, sarı dişlerini gösteren şeytanlar sanki. Zihnimin bana oynadığı oyuna gülüyorlar. Üşümem arttı. Anımsarken ılıklığını hissettiğim o mekanlar nerede? Neyi özlemiştim ben? ‘Henüz Bartın’dayız, Amasra kadar iyi tanımıyordum zaten’ diye avunuyorum.

Herkesle birlikte önce barakaya yürüyoruz. Kalın camlı kapısının ardından hayal meyal seçtiğim kişiliksiz bankonun arkasında silik, sönük, çelimsiz bir genç duruyor. Nereye baktığı, ne düşündüğü ya da düşünüp düşünmediği belli değil. Yıpranmış koltuklarda oturan insanlar boş boş bakıyorlar. Aslında uykulular. Üşümedikleri besbelli; içerinin soba sıcağı kirli cama vurmuş, buğuyu parlatmış. Önlerinde, yanlarında olmazsa olmaz valizlerle denkler.

İkimiz de aynı anda vazgeçtik. Kahveye gireceğiz. Çekiniyoruz elbette çünkü kadınız. Kahve erkek mekanıdır, bu tanım memleketimizin tüm yerleşim yerlerinde üzerine yorum yapılmasına gerek duyulmaksızın kabullenilmiştir, gerçektir. Olsun, bu soğukta son derece geçici bir süre için genelleme görmezden gelinebilir; iki taraflı olarak.

“Çay ister misiniz?”

“Evet, lütfen.”

Kır bıyıklı, iyi yüzlü kahveci çaylarımızı bırakıyor. Nasıl da sıcak! Bergamot kokuyor. Tavşankanı, yeni demlenmiş, belli. Her masaya aynı ince belli bardaklarla birer ikişer üçer dağıtıldı. Kenarlarına hafifçe çay suyu taşmış bardakaltları her yerdekilerin aynısı. Kırmızılı beyazlı, ne olduğu bakılmayınca unutulan, görür görmez hatırlanan figürlü, çok yapraklı çiçek şekilli, plastik. Bunları hangi firma üretiyorsa yıllarca önce köşeyi dönmüş olmalı. Yine de pazarlamadaki başarılarına toplu bir alkış gerek.

Terlemeye başlayınca kabanımı çıkarttım. Tahta masayı kaplayan yeşil çuha örtünün üzerine uzanmış sol elimde parmaklarımı ısıtan bardağım, çevreye göz gezdirmeye başladım.

Burası rasgele bir binanın alt katı. Duvarları eskimiş sarı boyalı, yer yer sıvaları çıkmış, bakımsız görünümlü ama yerler temiz. Tavana yakın kısımlarda çıkıntılar var ve üstlerinde düzenli aralıklarla dizilmiş kocaman gaz lambaları. Belki eskiden elektrik kesildiği için bulunduruluyorlardı, bugün için işlevlerini kaybetmişler, sadece dekor olarak kalmışlar. Beyazdan griye dönüşmüş tavandan sarkan çıplak ampullerin çiğ ışığı göz alıyor. Çay ocağının hemen karşısına, iyice yükseğe eski model, küçük bir televizyon konmuş, sesi ardına kadar açık. Tam önündeki masada takım elbiseli, kravatlı, paltolu bir adam başını yukarıya kaldırmış, dikkatle, kıpırdamaksızın televizyonu izliyor. İnsan merak ediyor doğrusu; sabahın bu kör karanlığında, bu soğukta, o adam neden evinde değil de giyinmiş, kuşanmış buraya gelmiş?

Altı ahşap, üstü aylardır silinmemiş cam kapı gıcırdayarak açılınca başımı sağa çevirdim. Genç turist çift çekingen adımlarla ilerleyip hemen girişteki masaya çöktüler. Yüzleri kızarmış, elleri morarmış. Hemen çay servisleri yapılıyor. Diğer masalarda okey veya tavla oynayanlar, derin sohbetlere dalmış olanlar, konuşmadan oturanlar, uyuklayanlar falan hiç oralı olmadılar. Demek ki bu kahveye sabah saatlerinde Amasra dolmuşu bekleyen dolu insan geliyor, adamlar alışık; hem yolculara hem de kapının iniltili gıcırtısına.

İkinci kez aynı sesi duyduğumda içeriyi taze simit kokusu kapladı. Arkadaşımla birbirimize baktık. Simitçi bakışımızı gördü ve tüm kahve halkından önce yanımıza yanaştı, bir şey söylemeden üç simit uzattı. Hepsi sıcacık. Fırın çok yakın herhalde, satıcı tablayı doldurur doldurmaz soluğu kahvede almış. Doğru da yapmış, beş dakika içinde üçte ikisini sattı. Arkadaşım yola çıkmadan önce evde sandviç hazırlamış; onların içlerindeki kaşar peynirlerini çıkarttık, çaylarımız tazelendi, masamızın üzerine simitçinin bıraktığı büyücek kağıdı serdik ve mükemmel bir kahvaltı yaptık. Keyfim yerine geldi. Isındım, doydum, en önemlisi Bartın’ın simidini Bartınlılarla birlikte yedim. Gün de ışımaya başladı. Yabancılık hissim yavaş yavaş uzaklaşıyor; hissediyorum.

Güneş ışınları sisi çok ağır ve zor deliyor, sabırla bekliyoruz. Pencereden bakıyorum. Durağa bir minibüs yanaştı fakat şoför kontağı kapatıp kararlı adımlarla barakaya doğru yürüyerek kayboldu.

“İlk dolmuş yarım saat sonra. Çay doldurayım mı?”

Kahveciyi sevmeye başladım. Burada geçirdiğim zamanı da.

Dörder çay, birer buçuk simitten sonra kalkma vakti. Kabanımı giyerken etrafıma evimden çıkarken bakındığım gibi alışkın hatta sevecen göz atıyorum. Her şey ve herkes aynı da şu bir buçuk saatte ben değiştim. Tanışıklık, paylaşma duygusu insana nasıl da güven veriyor!

Kahveci bizi kapıya kadar uğurladı. Bahşiş vermek istedik, reddetti.

“Hiç olur mu öyle şey, iyi yolculuklar” dedi; utandık, defalarca teşekkür ettik.

Sisin yoğunluğu nedeniyle tam aydınlanamayan sabahın ıslak soğuğuna tekrar kavuşunca bir anda baştan ayağa titredim. Yine de otobüsten indiğimdeki his gibi değil, kısmen ılık. Bu arada biz içeride neyle ısındık? Soba mı kalorifer mi vardı, hiç hatırlamıyorum.

Minibüse şoförle aynı anda yürüyoruz. Turistler, barakadan çıkan diğer yolcular da birer ikişer geliyorlar. Yarım saat sonra Amasra’da olacağız. Bakalım eski beldemi nasıl bulacağım?

4 Mayıs 2012 Cuma

MUTLULUK

Aile Bakanlığı’nın on iki bin hanede yaptırdığı anket sonucunda katılımcıların yüzde altmışı mutlu olduğunu söylemiş. Ara durumlar, çekimser kalanlar falan hayli çok. Açıkça mutsuz olduğunu belirtenlerin oranı ise yüzde ikiyi bile bulmuyor. Bunu öğrendiğim andan itibaren Türk halkını çoğunlukla mutlu kılan etmenleri düşünmeye başladım. Önce bilgilenmek istedim tabii, yorum aradım; bir televizyon kanalında başka bir anketçiyle yapılan söyleşi dışında ne görsel ne de yazılı medyada sosyolojik bir değerlendirme bulamadım. Yaşım elverse tekrar üniversite sınavına girip sosyoloji bile okuyabilirim. O kadar merak ettim. Sonuçta yazarak anlamaya çalışmanın şu şaşkın beynime iyi geleceğine karar verdim.

Ülkemizde maddi güçsüzlük içinde olanların elli milyona dayandığını, yüksek işsizlik oranını, hapishanelerin dolup taştığını, çocukların eşit fırsatla eğitim göremediğini, okullaşmadaki göreceli artışa rağmen eğitim kalitesi açısından dünyanın sondan beşinci ülkesi olduğumuzu, kadınlara şiddet ve tacizin yaygınlaştığını, etnik kavgaları, mezhep çekişmelerini, trafik kazalarındaki dünya birinciliğimizi, yüzde on beş engelli vatandaşın genelde evlerin arka odalarında kilitli tutulduklarını, çocuk istismarlarını, gençlerin geleceğe karamsar baktıklarını falan biliyorum. Türkiye çalkalanıp duruyor. Dışa bağımlılık had safhada. Neredeyse üzerinde yürüdüğümüz kaldırımlar bile satışa çıktı; Telekom, Tekel, limanlar satıldı. Daha saymayacağım, sinirleniyorum. Bu durumda insanların yüzde altmışı mutlu, yüzde otuz sekizi ise en azından mutsuz değil!

Serinkanlı olacağım. ‘Mutluluk nedir?’ diye sorarak başlamak en iyisi. Bedensel ve ruhsal açıdan sağlıklı, hem kendisi hem çevresiyle uyum içinde, temel gereksinimlerini karşılamış, bireysel gelişme olanaklarını yakalamış, benliğine ve içinde yaşadığı toplumun bireylerine güvenen, saygınlığını hisseden, seven, verici olan, yarınına umutla bakan kişi mutludur. Elbette bu benim fikrim. Anlaşılan ezici çoğunluk aynı kanıda değil.

Bir ev kadını düşünüyorum. On yaşından itibaren ağabeyi gibi sokakta oynamaması gerektiği belletilmiş, güzel yemek yapmayı öğrenmiş, okuldan eve – evden okula derken liseyi bitirmiş, hoşlandığı, işi gücü yerinde bir gençle evlendirilmiş, biri kız diğeri erkek iki çocuk doğurmuş. On sekiz yıldır ailesiyle yoğruluyor, yaz tatiline gidebiliyor, evi var, hali vakti yerinde. İçinde yaşadığı toplum onu yeterli ve değerli buluyor, mali gücü ortalamanın üzerinde. Peki, kendisi? Kocasını ne kadar seviyor? O çok hoşlandığı delikanlı beklentilerini ne derece karşıladı? Çocuklarının okul gereksinimleri ve haytalıkları dışında konuşuyorlar mı? Kaçınılmaz akraba görüşmeleri haricinde ortak arkadaşları var mı? Koca maça giderken, arada erkek erkeğe toplantılar yaparken o hangi yakın arkadaşlarıyla görüşebiliyor? Evdeki musluğu tamir edebiliyor veya telefon edip tamirci çağırabiliyor mu yoksa bu işi halletmesi için kocasını mı arıyor? Neden menü hep evdekilerin istekleri doğrultusunda hazırlanıyor da örneğin onun burnunda tüten ama diğerlerinin tercih etmediği bamya hiç sofraya gelmiyor? Kocasıyla iki haftada bir kez on dakikalığına yaşadığı cinsellikten memnun mu? Bunu hiç karşılıklı konuşuyorlar mı? Elektrik, su parası otomatik ödemeden çıkarsa ve kocası hastalanırsa kayınbiraderini mi devreye sokacak? Bireyselliği olmadan, kendisinin şu hay huy dışında ne yapabileceğini bilmeden nasıl mutluyum diyebiliyor?

Bir iş kadını düşünüyorum. Erkek kardeşlerinin oyunlarına katılması on beş yaşından sonra ikna yöntemiyle engellenmiş ama flörtlerine pek ses çıkartılmamış. Okumuş, üniversiteye gitmiş, iş bulmuş, sınıf arkadaşıyla evlenmiş. Bir oğlu olmuş. On iki yıldır hem çalışıyor, hem evine bakıyor. Kocasının işleri yoğun, artık pek görüşemiyorlar. Çocuksa bakıcıyla ya da okulda; onu da pek sık göremiyor. Yine de işler bitmiyor. Akşam sekiz civarında eve geliyor; oğlan yemeğini yemiş, bilgisayar başında. Yatılı kadını denetliyor, arkadaşlarıyla telefonlaşıp ‘çok iyiyim, BMW’mi değiştirdim, yenisi tam otomatik, en yakın fırsatta brunch’a gidelim’ diyor, televizyonun karşısında uyukluyor, çoğu zaman kocası gelmeden yatıp uyuyor. Otomatiğe bağlanmış hayatında mutluluğu nasıl tanımlayabiliyor?

Bir köylü kadın düşünüyorum. On dördünde evlendirilmiş. Kocası on dokuz yaşındaymış o zaman, askere gidecekmiş. İçini gıcıklayan yakışıklı delikanlı zifaf gecesi amansızca üstelik defalarca üstüne abanınca çok korkmuş, canı yanmış, ondan o anda soğumuş ama kimselere söyleyememiş. Dört çocuk doğurmuş, üçü erkek, biri kız. Daha fazla olmasın diye gizlice spiral taktırmış; günah söylemiyle zorla çıkartmasınlar istiyor. Kaynanası ve kayınpederiyle oturuyor. Kocası onu kendince seviyor, anasının sövmesine olmasa da dövmesine izin vermiyor, haftada üç kez arzuluyor. Oysa adamın altında kıpırdamadan yatıp bir an önce bitmesini bekliyor. Sabah beşte kalkıp çalışmaya başlıyor, akşam yatağa girinceye kadar işi tamamlanmıyor. Hatta yattıktan sonra da. Banyo suyunu ısıtmak onun görevi. Tüm gücünü dayanabilmek için harcıyor, başka bir şey düşünecek hali yok. Çocukları eğitimsizse de sağlıklı. Bunun için mi mutlu acaba?

Kente gelip gecekondu yapmış, tapusunu almış, ailesinin güvencesini sağlamış bir erkek düşünüyorum. Karısı temizliğe gidiyor, kendisi takside şoför olarak çalışıyor. Kazançları vergisiz üstelik iyi sayılır. Üç çocuğu var, hepsi okuyor. Karısını kendi seçip istetti; köylüsü. Güzel kadın, onu seviyor ama yatak ve çocuklar hariç paylaştıkları bir şey yok. Hatta onu tanımıyor sayılır. Hangi rengi sever, çiçekten hoşlanır mı, yaptığı şakaları beğeniyor mu? Hiçbir fikri yok, umursamıyor da. Daha doğrusu böyle şeylere kafa yormuyor. Kadın namuslu, bu yeterli. Çocuklar küçük daha, yaşları da birbirine yakın, azıyorlar. Gürültü etmesinler diye azarlıyor, bazen bir iki tokat vuruyor. Arada onları gezdiriyor, dondurma alıyor. Yazın ayda bir falan pikniğe gidiyorlar. Düğünde, oğlanın sünnetinde gelen altınları biriktirdiler; karısı tutumlu. Araba alacaklar. Kendisini iyi hissediyor, aile reisi!

Bir erkek düşünüyorum, altmışını geçmiş, emekli. Belirgin bir hastalığı yok, sağlığı yerinde. Küçük bir evi var, başını sokmuş. Otuz sekiz yıllık evli, üç çocuğunu büyütmüş, ikisini evlendirmiş. Küçük de başka kentte iş bulup evden ayrılmış zaten. İki torunu var, biri kızından diğeri oğlundan. Arada getirip bırakıyorlar, onları gezdiriyor. Karısıyla baş başa kalmak istemiyor, çok dırdır ettiğini düşünüyor. Birinin yaptığı her şey diğerine batıyor. Araya soğukluk gireli çok oldu, belki yirmi yıl ama idare ettiler işte; bunu başarı sayıyor. Maaş az, geçim zor fakat hanımın kirada evi var babadan kalma, destek oluyor. Karısı temiz üstelik iyi yemek yapar. Bulmacasını çözüyor, kumandayı asla kaptırmıyor, isteyince çıkıp yürüyüş yapıyor. Biraz canı sıkılıyorsa da doğal kabul ediyor; kenara çekildi, eski memuriyetindeki gibi sabahtan akşama onu meşgul edecek bir işi kalmadı. Zaten büroda da sıkılırdı. Çok sıradan bir işti yaptığı, hiç benimsememişti ama değiştirmeyi düşünmedi. Zaman nasıl da akıp gitti diye hayıflanıyor. Başka derdi pek yok.

Bir genç düşünüyorum. Erkek, henüz on dokuz yaşında. Bu yıl istediği bölüm olmasa da üniversiteyi kazandı, hem de büyük kentte. Baba evinden çıkacak, yurtta kalacak. Heyecanlı. Kazandığı fakülteyi bitirince nasıl bir iş bulacağını hatta iş bulup bulamayacağını bilmiyor ama pek önemsemiyor. Şu anda gideceği kenti düşünüyor. Yeni arkadaşları olacak, kızlarla tanışacak, spor yapacak. Ailesi nasılsa para verecek, eksiklerini karşılayacak. İsteyerek dünyaya gelmedi ya, görevleri. Annesinin yemeklerini özleyecek ama o kadar olur. Arada gelir zaten, hem kirli çamaşırlarını da getirir. Babası öğüt verir, ‘kötülüğe bulaşma, içkiden uzak dur’ der, belki uzatır fakat o katlanır. Yeter ki kendi hayatı olsun, nasıl olursa olsun!

Bir genç kız düşünüyorum, on sekizinde, nişanlı, kasabalı. Bir yıl öncesinden çoğu arkadaşı nişanlanmıştı, evde kalacağı korkusu içini sarmıştı. Şimdi memnun. Nişanlısı otuz yaşında, akraba, çocukluğundan beri tanıyor, beğeniyor. Esnaf; ona iyi bakacak. Lise ikiden ayrıldı, okumayacak. Hem okuyup da ne oluyor ki? Evinin kadını olur, gerekirse dükkanda kocasına yardım eder, geçinip giderler. Annesinden çok şey öğrendi; kocasını idare etmek için nasıl suyuna gitmesi gerektiğini biliyor. Babası az sinirli adam değil, gene de annesinin bir dediğini iki etmez. Çamaşır makinesi bozulunca ustaları seferber eder, yaptırır, arada ırmak kenarındaki aile çay bahçesine götürür, hiç dövmez… O da becerecek. Üstelik kendi evi olunca babaannesine bakmaktan da kurtulacak. Hep birlikte oturdular, huysuz kadındı. Sonunda yaşlandı, aklını yitirdi. Ocağı açık bırakıyor, hırsızlar altınlarımı çaldı diyor, evden kaçıp gidiyordu. Arka odaya kilitlediler. Avaz avaz bağırıp pisliğiyle oynamaya başladı. Odayı temizlemek onun göreviydi, artık bu işi iki yaş küçük kız kardeşi üstlenecek. İyi olur, bundan sonra şımarıklık neymiş, görür. Sevinecek çok şeyi var.

Bunlar ülkemizin ‘düzgün’ ailelerinin insanları. Bir de şu yüzde elli beş kayıt dışı ekonomiyi yaratan diğerleri var. Çalıştıkları mekanlardan işyeriyse en masumu kalem, defter, çay, şeker, evse et, peynir, yağ, giysi alıp götürenler, pazarda kesekağıtlarına çürük domates dolduranlar, küflenmiş peynirleri eritip taze kaşar diye satanlar, sahte içki üretip milleti kör edenler, evlerini akrabalarının üstüne geçirip belediyeden yardım, devletten yeşil kart alanlar, üç kadınla imam nikahlı yaşayıp on dokuz çocuk sahibiyim diye övünen ve erkek olan onunu bebekkenden korucu yazdıranlar, hemşerisinin gasp ettiği başkasına ait arsada otopark bekçiliği yapanlar, oy vaadiyle gecekondusuna tapu alıp üstüne altı kat çıkanlar, dilenciler, tefeciler, falcılar, büyücüler, cinci hocalar, cenazelerdeki profesyonel ağıtçılar… Çok sayabilirim ama yeter bu kadar.

Son olarak yerine hakkıyla gelmeyenler ve yerinin hakkını veremeyenler var. Bunlar okumuş yazmış kesim elbette. Koro halinde hangi iktidar gelirse onu destekleyen basın mensupları, hiç ders vermedikleri ve vermeyecekleri fakültelere bir günlüğüne gidip profesör olan hocalar, ‘aman sürerler sonra’ diye gözleri önünde konu anlatmaktan başka özelliği olmayan üniversite öğretim üyeleri, tartışmalar sırasında mevcut yönetimi yermekte birinci ama onların yandaş şirketlerinde bol kazançlarla çalışmakta sakınca görmeyen meslek sahipleri, ‘emirleri yerine getiriyorum’ diye işkence yapan hapishane müdürleri, komiserler, dili güzel kullandığı halde suya sabuna dokunmayan yazarlar, onları alkışlayan yayınevi editörleri, sıradan pop müziğinde karar kılıp meşhur olan değerli opera sanatçıları, uyuşturan televizyon dizilerinde oynayan tiyatrocular, meslek odalarının seçimine gitmeye üşenen doktorlar, mühendisler, mimarlar, eczacılar…

Tüm saydıklarım ve saymaya dilimin varmadıkları bu ülkenin vatandaşları. Şu on iki bin hanede böyleleri yoktu da nasıl insanlar vardı acaba? Diyelim ki çok kötümserim, anketçiler böyle tiplere hiç rastlamadılar. Peki, bunlarla yan yana, aynı apartmanda, mahallede, köyde, kentte yaşayanlara da mı rastlamadılar? Kimse yanındakinin ne olduğunu bilmiyor, suskunluğundan, baskısından, haksız kazancından, zulmünden, boş vermişliğinden, ezikliğinden rahatsız olmuyor mu? Bunca insan nasıl mutlu olur?

Bireyselliğini kazanamamış, biat kültürünün egemenliğindeki toplumların bireyleri ait olabildikleri oranda mutlu oluyorlar herhalde. Bir de alabildiğine bencil davranabildiklerinde. Hırslarını denetimsizce sergilediklerinde, başkalarını kendi yetersizlikleri ve eziklikleri ölçüsünde ezdiklerinde yastığa başlarını rahat koyuyorlar. Sevgi ve saygı mı? Bu çok daha uzun başka bir yazının konusu bence.

Aynı ankette hiç kitap okumayanların oranının sadece yüzde kırk dört olduğu belirtilmiş. Bu konuda iki yıl kadar önce psikiatristin birinden dudağımı uçuklatan bir monolog dinlemiştim. Adam gerilerek karısının gerçeklikten uzaklaşmasını önlemek için kitap okumasını engellediğini, kendisininse yıllardır tek bir kitap okumadığını söylemişti. Şaşkınlıktan verecek yanıt bulamamıştım. Başka dünyalara girip çıkmaktan, farklı bakış açılarıyla karşılaşmaktan, etkileşimde bulunmaktan korkan ‘sözde’ aydınlar! Ortalama vatandaşınsa doğru söylemediğinden eminim (yine de saklama gereğini duyduklarına göre seçimlerinde utanılacak bir şey olduğunu fark etmişler demektir). Ülkemizde herhangi bir konuda altı ayda bir kitap okuyanların oranının yüzde yirmiyi geçtiğini bana kanıtlasınlar, araştırmacıların ellerinden öpeceğim.

Ümidim yüzde ikide yani mutsuzlarda. Gergedanlaşamayanlarda. Ionesco’yu saygıyla anıyorum. İstanbul tiyatro festivalinde Gergedan’ı bir kez daha izleyeceğim.

30 Nisan 2012 Pazartesi

HELSİNKİ (Buzlar ülkesinin başkenti)

Uçaktan inerken kendimi soğuğa öylesine hazırlamıştım ki kabanım sıcak geldi. Oysa hava bir santigrat derece (Nisan’ın ortasındayız), pek de hafif olmayan dondurucu rüzgar yüzüme üflüyor üstüne üstlük nem had safhada, yağmur çiseliyor.

Havaalanı tenha görünümlü. Halbuki aynı anda dolu uçak indi. ‘İşte uygarlık bu’ diye düşünüyorum. ‘Mekanı öyle düzenleyeceksin ki kalabalık dağılıp gidecek, gürültü nasıl olduğunu anlamadan emilecek, fısıltıyla konuşmaya kendini zorunlu hissedeceksin ve çıkış kapısına zorlanmadan ulaşacaksın.’ Dışarıdayım. Burnum soğuğu algılayıp akmaya başladı. Etrafa bakınıyorum. Sol yanımda sıralar ve yanlarında kül tablaları (onca uçtuktan sonra önemli); önümde, biraz ileride taksi ve otobüs durakları. Acele eden yok, bağırarak yakınlarına seslenen, koşan kimseyi göremiyorum. İnsanlar ellerinde valizleriyle sakince dağılıyorlar. Bir sigara yakıyorum. Hava hem aydınlık hem bulutlu. Şu ötede uzanan sonu belirsiz ormanın sarı yapraklı ağaçları geçen hafta gördüğüm Sibirya’da geçen Rus filmindekilerin aynısı.

Yolda taksiciyle biraz konuşup bilgi alıyorum. Helsinki’nin nüfusunun bir milyon olduğunu söylüyor. Aralık, Ocak ve Şubat aylarında ısı eksi yirmi beşle elli arasında değişirmiş. Havaysa sabah dokuz gibi aydınlanır, üç buçukta kararırmış. “Şimdi bahar, ısı arttı, günler de uzadı” diyor. “Sabah altıda aydınlanıp dokuzda kararıyor. Temmuz’da dört buçukta gün ışır, gece on ikiye kadar aydınlıktır. Kuzeydeki bölgelerde kışın üç ay hep karanlıktır. Yazınsa tam tersi, üç ay hiç hava kararmaz. Oralar hala kar altında. Mayıs sonundan önce baharı göremeyecekler.” Yorum yapmıyorum ama içimde burada yaşayanlara karşı ılık bir acıma duygusu kabarıyor. Çok ama çok zor bir doğada var olma savaşı veriyorlar.

Otelim bir hostel. Fena değil, idare eder fakat pahalı. 2012 Helsinki’nin Avrupa tasarım başkenti olduğu yıl. Üstelik öyle bizdeki gibi bol bol bina olmadığına dair de bilgi sahibiydim. Buna rağmen kongre kaydımı geç yaptırdım, topu topu bir ay önce. Sanırım bir hafta daha tereddüt etseymişim yer bulamayacakmışım. Kapının önünde biraz oyalanıyorum. Saat iki olmalı ki içeriye girebileyim. Yağmur damlaları arada savrularak yüzüme vururken yabancılığımdan kurtulmak için bakınıyorum. Yollar düzgün parke taşlı. Trafik sakin. Tek tük yaya var, ortalık terkedilmiş gibi. Binalara göz gezdiriyorum. Genellikle tuğla döşemeleriyle, kendi doğal renklerinde bırakılmışlar. En yükseği beş katlı. Çatılar sivri ve düzgün kiremitli. Hepsi birbirine uyumlu. Ancak bir arada oldukları zaman güzel görünebilecek bir bütünlük sergiliyorlar. Pencereler küçük, hepsinin perdeleri ardına kadar açık, çoğunun pervazında (içeride) çiçekli saksılar var. İsveç’te, Göteborg’da da aynı şeyi görmüştüm. Perdeler, saksılarla bezenmiş pencereleri gece gündüz kapatmıyor.

Yerleşip biraz dinlendikten sonra aynı otelde kalan arkadaşımla birlikte keşif gezisine çıkıyoruz. İçime ikinci kat kazağımı giydim, atkımı sardım, şapkam başımda, eldivenlerim ellerimde, kabanım sırtımda. Yağmur hızını azalttı, şemsiye açmaya gerek kalmadı. Sokağımızın devamından ilerliyoruz; işte Baltık denizi! İsveç’ten gelmiş dört katlı, kocaman bir yolcu gemisi limana demirlemiş. Lokanta-bar olarak kullanılan küçük tekneler, adalara giden feribotlar mendireğin içinde. Öyle az insan var ki dolaşan, inanılır gibi değil. Güzel bir meydandayız. Bir yanımız deniz, diğer yanımız kent. Birkaç derme çatma görünümlü seyyar dükkan toparlanma aşamasında. Geyik postları ve kürk şapkalar dikkatimi çekiyor. Burası daha sonra keşfedeceğimiz açık Pazar ama saat dört buçuk şimdi, demek ki kapatma zamanı.

Kongre otelini bulduk. Çok zevkli bir bina. Tam karşısında ise kongre merkezi; otelin toplantı ünitesi olarak inşa edilmiş. Kaldığımız otele taş çatlasın yüz elli metre mesafede. Bu iyi işte, sabah erkenden koşuşturmak zorunda kalmayacağız. Çevredeki büyük caddelerin birinden diğerine geçip ara sokaklara girip çıkarak üç saat kadar dolaşıyoruz. Büyüğü ve küçüğüyle iki market keşfediyoruz hem de otelimize yakın. İyi, aç kalma korkumuz kalmadı. Bir kafede soluklanıp Fin kahvesi (bildiğimiz filtre kahve) eşliğinde buraya has biri somonlu, diğeri sebzeli iki hamur işi ısmarlıyoruz. Nasıl anlatsam… Nötr kelimesinin gerçek karşılığıydılar. Sevmedim diyemeyeceğim ama sevdiğimi de söyleyemeyeceğim.

Otele döndük. Dış kapıdan girer girmez soğuk kayboldu. Yarım metre kalınlığında izolasyonlu tuğla duvarlar, beş santimlik camlar (abartmıyorum) ve korunaklı çerçevelerle ısı kaybını neredeyse sıfıra indirmişler. Kaloriferler ılık. İyi ki öyle yoksa sıcaktan bunalırdım.

Saat sekiz buçuğa kadar bekledim, alacakaranlık olmadı. Hava saat ikide nasılsa aynen öyle aydınlık. Akşam yemeğini gün ışığında mı yiyeceğiz yani? Acıktım. Gelirken 2011 yılının en iyisi seçildiği girişinde yazan lokanta dikkatimi çekmişti. Fiyatları diğer lokantalardan daha pahalı değil. Arkadaşımla orayı deneyeceğiz. Tekrar sarınıp büründüm; çıktık.

Deniz kenarındaki mekanın girişi kafe gibi düzenlenmiş. İçerisi mis gibi kahve kokuyor. Dört metreden daha yüksek tavanlı, ferah bir yer. Lokanta kısmında ahşap dekorasyon hakim. Her şey çok sade ve çok şık. Yere kadar uzanan camlı bölmenin gerisi mutfak. Yemekler göz önünde hazırlanıyor. Diğer yandaki camdansa Baltık suları görünüyor. İçerisi alacakaranlık, dışarının aydınlığı yok edilmiş. Elma ve kabağın püre haline getirilip sütle sulandırıldığı çorbayı pek tutmadım. Şarapta bekletilerek Fin usulü pişirilmiş yaban ördeği ile Fin birası ise güzeldi.

Saat onda lokantadan çıktık. Hava kararmış ama bildiğimiz karanlık değil, beyaz bulutların ilerlediği pek de güzel görünüyor. Şöyle bir denize doğru yürüyelim, genişçe bir tur atıp otele sonra dönelim dedikse de bunun pek iyi bir fikir olmadığını üç adımda anladık. Baltıktan esen dondurucu rüzgar içimize işleyip yüzümüze öyle bir şamar savurdu ki sırtımızı dönüp neredeyse koşarak hostelimize vardık. Doğa çok sert burada, bildiğimiz ağır aksak akşam yürüyüşü falan yapmaya izin vermiyor.

Odama girdikten sonra hiç üşümedim. Gece yarısına kadar oturup yerel televizyon kanallarını izledim. Reklamlar öyle bizdeki gibi çeşitli ve ileri derecede yaratıcı değil, daha çok ürünü tanıtıp bırakıyor. Birkaç dizi gözüme çarptı ama Fince oldukları için anlayamadım. Amerikan filmleri burada da revaçta anlaşılan; Fince alt yazı ile orijinal dilinde yayınlanıyorlardı. Haberler gerçek haber şeklinde, bir sonra söylenecek olanın ön görüntüsü falan verilmeden, araya reklam sokulmadan birbiri ardı sıra sunuluyor. Uykum geldiğinde saat bir olmuştu. Dışarıya baktım; bildiğimiz karanlık nihayet gelmiş. Perdelerimi kapatırken arkalarının kalın naylon kumaşlarla kaplı olduğunu gördüm. Uyuyanların erkenden aydınlanacak günden etkilenmemesi için olsa gerek diye fikir yürüttüm.

Sonraki yağmursuz ve az rüzgarlı (ama aynı derecede soğuk) günlerden birinde yine aynı arkadaşımla birlikte beş saatliğine kongreyi kırdık ve birer toplu taşıma kartı alıp tramvayla tüm kenti kıyı bucak dolaştık. Helsinki’de raylı sistem hem yeraltında hem yer üstünde işliyor. Ayrıca otobüsler de var. Metroyu boş verip yeşil tramvaylarla (yazın bunlara bir de kırmızısı ekleniyor, kahve veya bira ikramı eşliğinde kent gezisi düzenleniyormuş) banliyölere kadar gittik. Merkezden uzaklaştıkça nispeten daha mütevazi diyebileceğimiz semtlere ulaştık fakat buradaki şehirleşme de düzenliydi. Çoğu bahçeli, sırt sırta vermiş iki katlı evler ve az katlı apartmanlar, sık, küçük, sevimli parklar, sebze-meyve yetiştirmek için hazırlanmış ufak tarım alanları… Sibelius parkındaki modern heykel çok dikkat çekiciydi. Tramvayların içinde pencere kenarlarındaki tutamaklara asılı gazeteliklerde metro dergileri var. İsteyen alıp okuyor sonra yerine koyuyor, isteyen daha sonra okumak üzere bir tanesini çantasına atıyor. Tramvay makinistleri (şoförleri mi demeliyim yoksa?) üniformalı değil. Saçlarını punkçu gibi kestirip kulağına üç küpe takmış olanı en dikkat çekicisiydi. Son durakta herkes inince o da indi ve bir sigara yaktı. Yanına gidip nerede olduğumuzu sordum, bekleme kulübesinin iç kısmına asılmış haritadan yerimizi gösterdi. Çok güleryüzlüydü. Ondan in, diğerine bin derken yönümüzü kaybettik tabii. Herhangi bir durakta bekleyen herhangi bir yolcuya Baltık kıyısına nasıl gideceğimizi sorduk. Kaç numaralı tramvaya binmemiz gerektiğini kibarca söyledi ve kenarda asılı olan tabelaya bakmamızı, orada bizim bineceğimiz tramvayın kaç dakika sonra geleceğinin yazdığını belirtti. Tüm duraklarda bu elektronik cihazlardan mevcut. Tramvaylar geç kalmıyor ama bazen yarım dakika kadar erken geldikleri oluyor. O zaman sensörler algılıyor ve zamanı sıfırlıyor. Bu arada kentte yeni bina inşaatı hiç gözüme çarpmadı. Sadece üç restorasyon çalışması gördüm. Çevreleri güvenlik çemberine alınmış ayrıca örtülmüşlerdi. Toz toprak olmuyor. Kaldırımlardaki tek kirlilik sigara izmaritleri. Finliler bizim kadar sigara içiyorlar ve tıpkı bizim gibi izmaritlerini yere atıp yürüyüp gidiyorlar.

Tramvay turundan sonra acıktık. Toplantıya gitmeden önce ilk gün kapanışına denk geldiğimiz açık pazara girmeye karar verdik. Hediyelik eşya dükkanları cıvıl cıvıl. Bugün rüzgar az ya, insanlar ortalığa çıkmış. Tahtadan yapılmış birkaç küçük, sevimli geyik figürü aldım. Ayı yontucusuyla karşılaştım, sohbet ettim (bir önceki yazıda anlatmıştım). Derken yiyecek içeceğe ayrılmış alanlardan birinde, kenardaki kamyonetin üzerinde ‘Lapland’den gelen balıklar’ diye bir yazı dikkatimi çekti. Yemeği hazırlayan kadın otuzlarında, zayıf, çok esmer ve çekik gözlü. Bir Suomi (Eskimo). Arkadaşım sütlü somon çorbasını denerken ben de yanında garnitür olarak hem kızarmış hem haşlanmış patates bulunan kocaman bir dilim kuzey somonu yedim; çok lezzetliydi. Ekmek olarak koyu renkli peksimetlerden istediğimiz kadar alabildik. Tek kullanımlık tabak, kase, çatal, bıçak ve kaşıklarımızı ise çöp kutusuna attık; bitti. Orada, o öğlen vaktinde, Baltık kıyısında, tahta, uzun masanın derme çatma sırasına oturup kabanım, şapkam ve eldivenlerimle buz gibi fakat pırıl pırıl açık havada kutup çizgisinden gelmiş yerli kadının hazırladığı yemekle doydum. Bir kez daha dünyanın çok renkli olduğunu düşündüm.

Kongrenin düzenlediği şehir turu otobüsle ve rehberliydi. Gezdirdikleri yerlerin yüzde seksenini bizim tramvay turundan zaten tanıyordum. Fakat rehberin anlattıkları ilginçti.

Finlandiya’daki beş milyon nüfus aynı anda sıcak banyo yapmak istese herkese yeterli gelecek binlerce kaplıca varmış. Tüm Finliler en az haftada bir gün kaplıcaya giderlermiş. Otel veya apartman yapılmadan, plaj alanı düzenlenmeden önce Fin hamamı inşa edilirmiş. Helsinki çevresindeki göl sandığımız durgun sular, Aralık ve Ocak aylarında buz tutan denizin oluşturduğu lagünlermiş. Büyücek birinde bazı yaşlılar yeni yıla girerken yüzer ve bunu sağlıklarını devam ettirmek için yaptıklarını, gençleştiklerini iddia ederlermiş. Zorunlu eğitim kesintisiz dokuz yıl olup okula başlama yaşı yedi, temel eğitimi bitirme oranı ise yüzde yüzmüş. Bundan sonra üç yıl lise ve daha sonrasında gençlerin yönelimlerine göre meslek okulu veya üniversite tercih ediliyormuş. İlköğretimin üçüncü sınıfından itibaren yabancı dil eğitimine başlanıyor ve ilk öğretilen dil İngilizce oluyormuş (tramvay makinistinden ayı yontucusuna kadar neden herkesin düzgün gramer ve aksanla İngilizce konuşabildiği böylelikle açığa çıktı). Beşinci sınıfta İsveççe başlıyor, lise düzeyindeki öğrenciler seçmeli olarak üçüncü ve dördüncü dilleri de öğrenebiliyorlarmış. Finlandiya iki yüz elli sene önce İsveç’ten ayrılmasına rağmen hala halkın yüzde altısının ana dili İsveççeymiş. Kitap okuma oranı çok yüksek olup (Japonya’dan sonra dünya ikincisi) önünden geçtiğimiz sekiz katlı kitapçıda otuz bir dilde ve her konuda kitap bulmak mümkünmüş. Eğer mevcut olmayan dillerden bir esere ulaşmak isteniyorsa ısmarlanabiliyor, bir hafta içinde de getirtilebiliyormuş.

Bütün bunlara ne yorum yapabileceğimi bilemedim. Galiba başka bir boyutta yaşıyorlar.

Son gün hava güzeldi. Isı dört santigrat dereceye ulaşıp bir de Cumartesi’ye denk gelince Finliler kapalı mekanlardan çıktılar. İncecik pardesüler giyip düğmelerini açtılar. Ben hala kabanımlaydım ama atkımı gevşetip şapkamı ve eldivenlerimi çıkartmıştım. Kafelerin önüne masalar kondu, dondurmacılar satış yapmaya başladı. Kongre bitmişti artık, yarım gün dolaşmaya fırsatımız vardı. Şu herkesin çıktığı binaların içini görelim dedik ve mükemmel düzenlenmiş alışveriş merkezleri, ayaküstü yeme içme yerleri, iğne atılsa yere düşmeyecek kadar dolu kitapçılar keşfettik. Bir kafede klasik müzik konseri veriliyordu, kahvelerimizi yudumlayarak dinledik. Dört gündür içinde yaşadığım kentin sakinleriyle herhangi bir hafta sonunun keyifli birkaç saatini paylaşmak iyi geldi.

Finliler diğer kuzey Avrupa ülkelerinin insanları gibi soğuk değiller. Çok uygar ve ölçülüler ama sıcakkanlılar. Sohbet etmekten hoşlanıyorlar. Irkçılık lehine hiçbir şey görmedim. Başları acımasız doğayla dertte, o kadar. Bunu da kongrede bile buzlu su ikram ederek, yeni yıla girerken buzlu suda yüzerek veya tam tersi durmadan Fin hamamına giderek falan aşmaya çalışıyorlar. Şu biyoritmi bozan uzun aydınlık ve karanlıkla nasıl baş ettiklerini ise pek anlayamadım. Tevekkülle kabullenilebilecek kadar kolay bir durum değil doğrusu. Fakat belli ki memleketlerini seviyorlar ve gelişmeyi hayatın anlamı olarak algılıyorlar. Sanatseverler. Helsinki’nin ondan fazla konser salonunda Kasım’dan Mayıs’a kadar her gün ayrı bir klasik müzik konseri veriliyormuş. Kent duvarları zevkli süslemelerle dolu. Kongre açılış kokteylinin düzenlendiği salondaki etkileyici mermer heykeli de anmadan geçemeyeceğim.

Buradaki insanlar tüm dünyayı tanımak istiyorlar. Açık yürekli ve iyi niyetliler.

Tek bir polise rastlamadığımı (trafik polisi dahil), tek bir ağız dalaşı veya kavgaya denk gelmediğimi, spor amaçlı olanlar hariç koşan, acele eden insan görmediğimi, korna sesi duymadığımı yazarak bitirmek istiyorum.

Darısı başımıza!

25 Nisan 2012 Çarşamba

AYI YONTUCUSU (Finlandiya'lı ahşap heykel ustası)

Uzun zaman geçmiş, bloğuma tek kelime yazmamışım. Çeşitli gerekçelerim olabilir elbette; bahane bulmak o kadar da zor değil. Ama burası var olduğumu bana hissettiren beynimin bazı üretimlerini sergilediği bir yer. Bu kadar da boş bırakmak olmaz ki!

Profilime yazdığım cümleleri okudum, duygulandım. Günlükten söz açmışım. Hiç günlük tutmadım, doğru, burada belki başlarım diye düşünmüşüm. O sözcükleri seçerken samimiydim. Hadi bakalım, biraz cesaret!

Bir hafta önce kongre nedeniyle Helsinki’ye gittim. Baltık kıyısında, kuzeyden esen dondurucu rüzgarın altında atkım, şapkam, eldivenlerim, kabanımla dolaşırken açık pazara girdim. Eskimoların derme çatma kulübelerde tertemiz ayıklayıp pişirdikleri Lapland somonunu tattıktan sonra hediyelik eşya tezgahlarını dolaşırken bir ayı yontucusuyla karşılaştım. Bizim seyyar satıcıların Finlandiya’daki meslektaşlarından biriydi. Kumral, sakallı, uzun yüzlü, durgun tavırlı, altmışlarında bir adam. Bir santigrat derecede ince rüzgarlığının önü açık, içindeki yıpranmış kazak pek de kalın görünmüyor. Elinde kocaman bir bıçakla oralarda yetişen bir ağacın odunundan minik ayılar şekillendiriyor. İlgimi çekti, fiyatlarına baktım; pahalı. “Neden?” diye sordum. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:

“Tahtadan ayı heykeli yapma sanatı Finlandiya’nın bin yıllık geleneğidir. Ama şimdilerde bunu devam ettiren iki üç kişi kaldık. O nedenle pahalı.”

“Özelliği nedir?”

“Hepsi oturmasına rağmen hiçbirinin yüz ifadesi ve oturma şekli birbirine benzemez. Burunları, gözleri, kulaklarının ve pençelerinin uçları siyahtır fakat boyanmazlar. Özel fırınlarda renklendirilecek şekilde ısıtılarak böyle olurlar. Heykellerin altında yapanın adının baş harfleri yazılıdır. Ayı Finlandiya’da çok önemli bir figürdür. Barışı simgeler. Oturuşu sükunet telkin eder. Bizler ondan örnek almışızdır. Hepimiz sakin insanlarız.”

“Ayıyı tehlikeli bir hayvan olarak tanıyorum. Bu yorum çok ilginç.”

“Gerçekten tanımadığınız için öyle düşünüyorsunuz. Siz nereden geldiniz?”

“Türkiye’den.”

“Türkiye nerede?”

“Akdeniz kıyısında. Yunanistan’ın yanında.”

“Ah, anladım, İstanbul’un olduğu yer!”

“Doğru.”

“İstanbul çok ilgi çekici bir kent, biraz okudum. Bizans, Osmanlı sonra batı işgali ve Cumhuriyet… Uygarlıkların üst üste geliştiği, birbirinden etkilediği, birbirinin etkisiyle şekillendiği belki de en önemli merkez. İki film izledim. Biri yerli televizyon kanallarından birinde yayınlanan uzunca bir belgeseldi. Renkliliğine ve karmaşık insan yapısına hayran kaldım. Diğeri ise sinemada, belki siz de görmüşsünüzdür, ‘Yalnız Gezegen’. Pek çok kişi politik açıdan değerlendirdi ama ben onlar gibi düşünmüyorum. Mekanın güzelliği ve farklılığı açısından baktım. İnsanda görme isteği uyandırıyor.”

“Belki bir gün gelip görürsünüz.”

“Tabii, neden olmasın? Karım gitti zaten, gördü. Evde de pek çok İstanbul resmi var, epeyce fotoğraf çekmiş. Önümüzdeki yıllarda yaz tatili için ben de planlıyorum.”

Bu konuşmayı İngilizce yaptık. Sonuçta bir ayı aldım tabii. Küçük, şeffaf bir naylon torbaya koydu, elime tutuşturdu. Gülümseyerek ve birbirimize iyi günler dileyerek ayrıldık. Kongreye birlikte geldiğimiz arkadaşımın İngilizcesi yeterli olmadığı için sohbete katılamadı üstelik konuşulanların yarısını da maalesef anlayamadı.

Yılda bir kez ve her seferinde Avrupa’nın değişik kentlerinde yapılan uluslararası toplantımızda elli dört ülkeden katılımcılar vardı. On sekiz ülke bildiriyle katılmıştı ve bunların arasında Türkiye sonuncu sıradaydı. Çoğunu kıdemsiz uzmanlık döneminden tanıdığım, şimdi profesör olmuş arkadaşlarım elleri boş gelmişlerdi. Ben mi? Üç yıl öncesine kadar epeyce çalışma götürdüm. Artık bir poliklinik doktoruyum. Bilimsel çalışma uygun ortam ister. Kongrelere (böyle seçkin toplantılara tabii, hepsine değil) bilgi tazelemek için gidiyorum.

Dönüşte bazı meslektaşlarım aktarma ile ülkemizin sıcak bir kentindeki başka bir kongreye gidiyorlardı. Çoğunun orada konuşmaları varmış. Onlara iyi yolculuklar diledim, bavuluma koyduğum ayımla birlikte evimin yolunu tuttum.

Toplumların gelişmişlik düzeyleri tek tek vatandaşlarının gelişmişlik düzeyleriyle çok bağlantılı. Bizdeyse… Körler ve sağırlar, birbirini ağırlar.