ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

26 Ekim 2012 Cuma

BARTIN (Sabah karanlığında, Amasra yolunda)

Herhalde uçtuk. Gece yarısından sonra uykuyla uyanıklık arasında Mengen, Devrek, Çaycuma diye sayarken Bartın’a geliverdik. Yedi buçuk saatlik yolu beş saatte almışız da hızın farkına bile varmamışız. Saat sabahın altısı, gün ışımamış. Amasra dolmuşları güneş ışığını görmeden kalkmaz; ne yapacağız şimdi?

Tıslayarak açılan kapıdan en son arkadaşımla ben iniyoruz. Otogar yeni, ilin dışına yapılmış, hiç tanımıyorum. Belli ki daha tümüyle bitirilmemiş. Sis bürümüş karanlığın içinde yol kenarındaki lambalardan sızan ışıkların şekillendirdiği renksiz gölgeler halinde dizilmiş barakalar var. Her birinde tek tük insanlar… Üç dört otobüs daha, farklı firmalardan. Yolcularını çoktan boşaltmışlar ya da henüz hareket etmeleri için çok erken; hepsi boş. Zemin toprakla karışık kum, ayakkabılarımın altında gıcırdıyor. Soğuk ve nem titretiyor. Belleğim bana oyun oynamış. İliklerime işleyen ıslaklığı bu kadar saldırgan hatırlamıyordum.

“Minibüs garajına gidecek yolcular servise!”

Buna sevindim işte. Bartın’ın içinde geçmişte şehirlerarası otobüs terminali olarak kullanılan eski garaja gideceğim. Yabancılık nihayet yakamı bırakacak, içim ısınacak.

Şoför bizle beraber on dört kişiye tek tek nerede ineceğimizi sorduktan sonra yola koyulduk. Arkaya oturuyoruz; ben pencere kenarındayım. Kirli, buğulanmış camı elimin tersiyle siliyorum. Kenarlarından rüzgar üflüyor. Çenemi ve burnumu kabanımın yakasına gömüyorum. Buralılar yerli şiveyle konuşuyorlar, tekrar duymak güzel; çoğunun kucağında çuvallar… İki turist genç var, bir kız, bir erkek. Araya sıkışmışlar; biraz şaşkın, daha çok meraklı bakınıyorlar. Sarsılarak ilerliyoruz.

Hiçbir sokağı, hiçbir dükkanı, durduğumuz köşe başlarını, inenlerin vurguladığı adları, meydanı, binaları tanıyamadım. Küçük tonajlı gemilerin rahatlıkla girebildiği Bartın çayını bile fark edemedim. Belki karanlıktan, sisten, yorgunluktan; bilemiyorum. Anadolu’nun herhangi bir yerleşim yerinde gibiyim, kimliğini bilmediğim, benimle bağlantısız… Turistler ve son kalan dört yolcuyla birlikte vardığımız eski garaj da yabancı. Zaten yenisinden pek farkı yok, sadece daha küçük. Asfaltın öte yakasındaki taksi ve minibüs durağı boş. Bu yakada, bazıları kırılmış kaldırım taşlarının iç kısmında çamurlu, kumlu toprak, üç adımlık mesafede tek bir baraka ve sabahçı kahvesi, hepsi bu. Karanlık delinmedi daha; elektrik ışıkları uzun, sarı dişlerini gösteren şeytanlar sanki. Zihnimin bana oynadığı oyuna gülüyorlar. Üşümem arttı. Anımsarken ılıklığını hissettiğim o mekanlar nerede? Neyi özlemiştim ben? ‘Henüz Bartın’dayız, Amasra kadar iyi tanımıyordum zaten’ diye avunuyorum.

Herkesle birlikte önce barakaya yürüyoruz. Kalın camlı kapısının ardından hayal meyal seçtiğim kişiliksiz bankonun arkasında silik, sönük, çelimsiz bir genç duruyor. Nereye baktığı, ne düşündüğü ya da düşünüp düşünmediği belli değil. Yıpranmış koltuklarda oturan insanlar boş boş bakıyorlar. Aslında uykulular. Üşümedikleri besbelli; içerinin soba sıcağı kirli cama vurmuş, buğuyu parlatmış. Önlerinde, yanlarında olmazsa olmaz valizlerle denkler.

İkimiz de aynı anda vazgeçtik. Kahveye gireceğiz. Çekiniyoruz elbette çünkü kadınız. Kahve erkek mekanıdır, bu tanım memleketimizin tüm yerleşim yerlerinde üzerine yorum yapılmasına gerek duyulmaksızın kabullenilmiştir, gerçektir. Olsun, bu soğukta son derece geçici bir süre için genelleme görmezden gelinebilir; iki taraflı olarak.

“Çay ister misiniz?”

“Evet, lütfen.”

Kır bıyıklı, iyi yüzlü kahveci çaylarımızı bırakıyor. Nasıl da sıcak! Bergamot kokuyor. Tavşankanı, yeni demlenmiş, belli. Her masaya aynı ince belli bardaklarla birer ikişer üçer dağıtıldı. Kenarlarına hafifçe çay suyu taşmış bardakaltları her yerdekilerin aynısı. Kırmızılı beyazlı, ne olduğu bakılmayınca unutulan, görür görmez hatırlanan figürlü, çok yapraklı çiçek şekilli, plastik. Bunları hangi firma üretiyorsa yıllarca önce köşeyi dönmüş olmalı. Yine de pazarlamadaki başarılarına toplu bir alkış gerek.

Terlemeye başlayınca kabanımı çıkarttım. Tahta masayı kaplayan yeşil çuha örtünün üzerine uzanmış sol elimde parmaklarımı ısıtan bardağım, çevreye göz gezdirmeye başladım.

Burası rasgele bir binanın alt katı. Duvarları eskimiş sarı boyalı, yer yer sıvaları çıkmış, bakımsız görünümlü ama yerler temiz. Tavana yakın kısımlarda çıkıntılar var ve üstlerinde düzenli aralıklarla dizilmiş kocaman gaz lambaları. Belki eskiden elektrik kesildiği için bulunduruluyorlardı, bugün için işlevlerini kaybetmişler, sadece dekor olarak kalmışlar. Beyazdan griye dönüşmüş tavandan sarkan çıplak ampullerin çiğ ışığı göz alıyor. Çay ocağının hemen karşısına, iyice yükseğe eski model, küçük bir televizyon konmuş, sesi ardına kadar açık. Tam önündeki masada takım elbiseli, kravatlı, paltolu bir adam başını yukarıya kaldırmış, dikkatle, kıpırdamaksızın televizyonu izliyor. İnsan merak ediyor doğrusu; sabahın bu kör karanlığında, bu soğukta, o adam neden evinde değil de giyinmiş, kuşanmış buraya gelmiş?

Altı ahşap, üstü aylardır silinmemiş cam kapı gıcırdayarak açılınca başımı sağa çevirdim. Genç turist çift çekingen adımlarla ilerleyip hemen girişteki masaya çöktüler. Yüzleri kızarmış, elleri morarmış. Hemen çay servisleri yapılıyor. Diğer masalarda okey veya tavla oynayanlar, derin sohbetlere dalmış olanlar, konuşmadan oturanlar, uyuklayanlar falan hiç oralı olmadılar. Demek ki bu kahveye sabah saatlerinde Amasra dolmuşu bekleyen dolu insan geliyor, adamlar alışık; hem yolculara hem de kapının iniltili gıcırtısına.

İkinci kez aynı sesi duyduğumda içeriyi taze simit kokusu kapladı. Arkadaşımla birbirimize baktık. Simitçi bakışımızı gördü ve tüm kahve halkından önce yanımıza yanaştı, bir şey söylemeden üç simit uzattı. Hepsi sıcacık. Fırın çok yakın herhalde, satıcı tablayı doldurur doldurmaz soluğu kahvede almış. Doğru da yapmış, beş dakika içinde üçte ikisini sattı. Arkadaşım yola çıkmadan önce evde sandviç hazırlamış; onların içlerindeki kaşar peynirlerini çıkarttık, çaylarımız tazelendi, masamızın üzerine simitçinin bıraktığı büyücek kağıdı serdik ve mükemmel bir kahvaltı yaptık. Keyfim yerine geldi. Isındım, doydum, en önemlisi Bartın’ın simidini Bartınlılarla birlikte yedim. Gün de ışımaya başladı. Yabancılık hissim yavaş yavaş uzaklaşıyor; hissediyorum.

Güneş ışınları sisi çok ağır ve zor deliyor, sabırla bekliyoruz. Pencereden bakıyorum. Durağa bir minibüs yanaştı fakat şoför kontağı kapatıp kararlı adımlarla barakaya doğru yürüyerek kayboldu.

“İlk dolmuş yarım saat sonra. Çay doldurayım mı?”

Kahveciyi sevmeye başladım. Burada geçirdiğim zamanı da.

Dörder çay, birer buçuk simitten sonra kalkma vakti. Kabanımı giyerken etrafıma evimden çıkarken bakındığım gibi alışkın hatta sevecen göz atıyorum. Her şey ve herkes aynı da şu bir buçuk saatte ben değiştim. Tanışıklık, paylaşma duygusu insana nasıl da güven veriyor!

Kahveci bizi kapıya kadar uğurladı. Bahşiş vermek istedik, reddetti.

“Hiç olur mu öyle şey, iyi yolculuklar” dedi; utandık, defalarca teşekkür ettik.

Sisin yoğunluğu nedeniyle tam aydınlanamayan sabahın ıslak soğuğuna tekrar kavuşunca bir anda baştan ayağa titredim. Yine de otobüsten indiğimdeki his gibi değil, kısmen ılık. Bu arada biz içeride neyle ısındık? Soba mı kalorifer mi vardı, hiç hatırlamıyorum.

Minibüse şoförle aynı anda yürüyoruz. Turistler, barakadan çıkan diğer yolcular da birer ikişer geliyorlar. Yarım saat sonra Amasra’da olacağız. Bakalım eski beldemi nasıl bulacağım?

Hiç yorum yok: