ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

29 Haziran 2010 Salı

BİNGÖL'DE İZ BIRAKANLARDAN

Bingöl'deyim. Bakanlıktan hastaneye gelen faks emri ile kırk sekiz saat içinde buradaki bir buçuk aylık geçici görevime başlamam bildirildi. Verdikleri sürenin bitmesine iki üç saat kala varmıştım; ciddiye almamak olanaksız. Haberi alış aşaması, hazırlık ve yol ayrı hikaye.

Yine kış. Kasım'ın son haftası geldim, Ocağın ortasında döneceğim. Hem yılbaşı geçecek (1999'a burada gireceğim) hem de Ramazan'ın ilk on beş günü. Zor olacak, biliyorum. Ama Bingöl'e gezmek için gelmeyi pek düşünmezdim, itiraf etmeliyim. Değerlendirmek gerek.

Ne yazık ki kent dışına çıkamıyorum. Ortalık kaynıyor. Doğu'da olduğumuz için hava da İstanbul'dakinden erken kararıyor. Hayat gün ışığıyla çok ilintili buralarda. Saat dört buçukta sokaklarda bir kişi kalmıyor. Şehrin çevresi polis ve özel tim kordonuyla çevrili, biraz uzağı, kırsalı ise orduyla. Kısacası açık hava hapishanesindeyim.

Çevrede görülecek çok yer var. İlk akla gelen kaplıca bölgesi. Biraz yıkık dökükmüş gerçi fakat yine de şifalı, sıcak suları ile keşfe değer. Sonra yüzen adalar geliyor. Küçük bir gölün içinde yüzüp duran birkaç doğal adadan bahsediyorlar. Bazen biri kıyıya yanaştığında üzerine inek çıkabildiğini, ada uzaklaşınca böğürerek orada kaldığını, tekrar aynı yere dönene kadar çobanın sabırla beklediğini anlatıyorlar. En ilgi çekici olanı ise Karlıova'dan güneşin doğuşu. "Herkes gündoğumunu seyretmek için Nemrut'a çıkıyor, aslında Karlıova'ya gelmeleri lazım" diyorlar. Vadide güneş ilk kez belirdiğinde oda kadar büyük ve elini uzatsan dokunulabilecek yakınlıkta görünüyormuş. Çoğu kişi olayın çekimine kapılıp görüntüye ulaşmaya çalışırken yardan aşağıya düşüp ölmüş.

Askerlerle, özel tim elemanlarıyla tanıştım. Yalvarıyorum beni oralara götürsünler diye; hiç tınmıyorlar. Tek söyledikleri: "Güvenliğinizi sağlayamayız". Kimliğimi yanıma almam, sizin gibi giyinirim, gündüz vakti bir gidip döneriz, falan; dinlemiyorlar. Olmadı.

Akşamları ve hafta sonları misafirhanedeyim. Bazen dolmuşla merkeze inip yiyecek alışverişi yapıyorum. Onun dışında okuyup uyuyorum. Hastaya çağrılsam da vakit geçse diye bekliyorum.

Aralık'ta kar yağdı. Çok değil, yine de tuttu. "Artık kalkmaz" dediler. "Mayıs'a kadar yerde kalır."

Gidecek lokanta, pastane falan yok. Evlerinin içine ise almaya çekiniyor insanlar. Kimse kimseye güvenmiyor. Zaten geçiciyim, sadece zorunlu vericiyim, 'çağırsak bize ne faydası var?' şeklinde düşünüyor olsalar gerek. Onların gözünden bakınca haklılar. Zaman öyle ağır akıyor ki! Çok sıkılıyorum. Ama mademki şartlar bu kadar, yetinirim. 'Gerçekçi olmak gerek' diye kendimi desteklemeye çalışıyorum.

Bir özel hastane var, yeni kurulmuş. Sahipleri Bingöllü iki genç pratisyen hekim. Henüz ameliyathanesi, doğumlar dışında girişim yapılabilecek gibi değil. Her şeye rağmen aktif; polikliniği işliyor. Arada bana da hasta çıkıyor. Bazı geceler oradaki hastalara gittiğimde oturup yemeğimi de yiyorum, ardından biraz sohbet...

Bir gün özellikle davet edildim.

Aşçı mercimek çorbası, et sote, pilav ve Kemal Paşa tatlısı yapacak. Dışarıdaki tek düzgün fırından pide gelecek. Daha ne olsun ki? Ziyafet! Sermaye sahibi pratisyen çocuklardan biri güzel saz çalıyor, küçük bir konser verecek. Güneydoğu Anadolu halkı isterse konuk ağırlamayı iyi biliyor. Kabul ediyorum elbette.

Dolmuşa binip gittim. Dönüşte kendi arabalarıyla bırakacaklar. Altı kişiyiz. İki sermayedar, birinin hemşire nişanlısı, ben, röntgen teknisyeni, bir de alaylı laboratuar teknisyeni. Doktor dinlenme odasındaki büyücek sehpanın üzeri donatılmış. Yiyecekler gerçekten lezzetli. Aşçı, döktürmüş. Pideler kıtır kıtır.

Yemekten sonra, müzikten önce laboratuar teknisyeni olan genç, soruyor: "İstanbul'da nerede oturuyorsunuz?" Söylüyorum. "Fenerbahçe'yle Caddebostan arasında sahildeki yürüyüş yolunu bilir misiniz?" Bilmez olur muyum? Yaklaşık üç sene öncesine kadar belki on kez her kış, lodos fırtınalarında yıkılıp yıkılıp tekrar yapıldı. Kimbilir kaç uyanık girişimci hiçbir şey vermeden oradan zengin oldu. Sonunda nihayet kalıcı, sağlam hale gelebildi.

"İşte orayı ben yaptım!"

Gözlerim fal taşı gibi açılıyor. Çocuk ancak yirmi iki, yirmi üç yaşlarında. Ortaokul mezunu. Askerden döneli bir yıl olmuş, olmamış. Özel hastaneye becerikli olduğu için girdikten sonra laboratuarda kanları cihaza yerleştirip çıkartmayı öğrenmiş, işsiz kalmaktan kurtulmuş. İstanbul'da Anadolu yakasının en değerli sahilini kamuya kendisinin sunduğunu iddia ediyor!

"Nasıl oldu bu?"

Anlatmaya başlıyor:

"On dokuz yaşındaydım. Kışa askere çağrılacağım yıl. Orada burada sürtmekten çok canım sıkıldı, birkaç arkadaşımın daha aklını çeldim, İstanbul'a gittik. Memleketten ilk çıkışım. Ailem istemedi tabii. Para falan yok, kazanırsak ne ala! İlkbahardayız, nasılsa mevsim ılıman, açıkta bile kalsak donmayız diye düşündük. Gerçekten de ilk geceler parklarda yatmak zorunda kaldık. Çok üşümedik. Hem genciz, macera işte. Sonra amele pazarlarını keşfettik. Değişik inşaatlarda çalışmaya başladık. Bir de bekar odası tuttuk, sekiz kişi kalıyoruz; düzene girdik sayılır. Babamlar merak ediyorlar, her gece telefon etmezsem annem baygınlıklar geçiriyormuş. Bir ayın içinde onlar da alıştı. Hava ısındı. İş çıkışı değişik semtlere gidiyoruz, büyük şehri öğreniyoruz. Fakat inşaat işi beni sarmadı. Bunu herkesin yapabileceğini düşünür oldum. Öyle bir şey bulmalıyım ki, İstanbul'da izim kalsın. Bir gün Caddebostan sahilinde adalara bakarak dolaşırken orta yaşlı bir adam yanıma geldi. 'İş arıyor musun?' diye sordu. 'İşine bağlı' dedim. O sahilin beton kaplamasıyla mendirek inşaatından sorumlu olan kişiymiş. Şimdiye kadarkiler hep yıkılmış, onunki başka olacakmış. İşçi açığı varmış. Öyle başvuruyla, tavsiyeyle değil, gözünün tuttuğu, kendi seçtiği kişileri çalıştırmak istiyormuş. 'Ancak işi benimseyerek yapanlar kalıcı bir şey ortaya çıkartabilirler. Sen iyi bir delikanlıya benziyorsun, ne dersin?' dedi. Üzerine atladım. Elbette ki sigorta falan yok. Ama yevmiyeler güzel. On üç, on dört saat çalışıyorum, bazen Pazar tatili bile yapmıyorum. O kocaman dalgakıran kalıplarını döküp denizin içinde uygun yerlere yerleştiriyoruz. Öyle ki dalga gelince yavaş yavaş kırılıp gücü kesilecek. Böylece hem sahile su çıkmayacak hem de betonlar sağlam kalacak. Bir de asıl yürüyüş yolunun altına merdivenle inilen ikinci bir bölüm daha ekleyip yukarı kısmı garantiye alıyoruz. İş sonbaharda tamamlanacak. Aileme ise söz verdim, en geç Kasım'da döneceğim. Öyle severek yapıyorum ki bitiremeden gitmek zorunda kalacağım diye korkuyorum. Dört ay çalıştım ve bitirdik. Sonra birkaç gün ben de piyasa yaptım oralarda. Döşediğim taşların üzerinde koşan, bisiklete binen çocuklar gördüm. İstanbul'da altı ay kaldım, son dört ayı hayatımın en zevkli zamanlarıydı. Üstelik para bile biriktirdim. İşte böyle. Hala sağlam, değil mi?"

Çocuğun yüzüne dikkatle baktım. Avurtları çökük, kara kuru bir oğlan. Göz bebekleri görünmeyecek kadar koyu kahverengi, iri gözleri var. İfadesi belirsiz. Ses tonu sakin, kendinden emin. Bu yaşta ne yaptığını biliyor. Tanımadığı insanların hayatlarına katkıda bulunduğunun bilincinde. Bundan gurur duymuş, paylaşmaktan mutlu oluyor. Çoğu okumuş yazmış kişi varlık bunalımı içinde sürüklenirken o, yaşamın anlamının iyi ve kalıcı iz bırakmak olduğu şeklindeki çözümlemesini yapmış, üstelik uygulamış. Başladığına göre devam eder nasılsa.

Gece misafirhaneye dönerken kendimi huzurlu hissediyordum.

Gelecekte Bingöl'e tekrar gitmek isterim. Ne zaman olur, bilemem. Önce ortalığın durulması, acıların dinmesi gerek. Dokunup geçtiğim insanların bir kısmını arar, bulur, hasret gideririm. O genç adam çoktan evlenip çoluk çocuğa karışmıştır herhalde. Karısıyla tanışır, bebelerini severim. Belki beni Karlıova'ya götürüp gündoğumunu izletirler. Sonra yüzen adalara geçip piknik yaparız. Birinin üzerinde hem yer içer hem gölde geziniriz. Ama yanımızda kayığımızı da bulundururuz ki adanın keyfine kalmayalım, istediğimiz zaman kıyıya dönebilelim. Hayal bu, bakarsın gerçekleşir!

Şimdilik sadece Fenerbahçe - Caddebostan arasında (hala son yapıldığı şekliyle bozulmadan kalan sahilde) yürüyüş yaparken oradaki günlerimi anımsıyorum. Bazen kısacık bir an ama mutlaka her seferinde...

26 Haziran 2010 Cumartesi

TOSYA'DAN ÇIKTIK YOLA: İSTİKAMET İSKİLİP

Gece arkadaşım aradı:

"Yarın davetli olduğun bir yer var mı?"

"Evet, maalesef."

"Ne dedin?"

"Sabah haber vereceğimi söyledim."

"Ben de öyle. Ne dersin, İskilip'e gidelim mi?"

"Bu kış gününde mi? Ben kendime güvenemiyorum. Senin arabayla olursa, tamam."

"Öyleyse gidiyoruz."

Ramazandayız. Yarın Pazar. Kutsal sayılan ayın ilk hafta sonu. Her birimizin davetli olduğu ve bu kasaba ortamında reddetmek için bahane bulamadığımız iftarlar var. Oruç tutmadığını söylemek yeterli değil. İnsanlar sıcak, birlikte vakit geçirmeye istekli fakat o 'keşkek' yok mu? İftar yemeklerinin ana menüsü! Kuyruk yağına alışamadım. Burada, Ramazan'da büyük toprak çömleklerde etler, buğdaylar parça parça yağ küpleriyle beraber hazırlandıktan sonra genel, devasa fırınlara veriliyor. Yemeğin içine konmuş kuyruk yağına ek olarak çömlekler de kuyruk yağı ile sıvanıyor. Sonuçta ortaya çıkan koku ve tadı kabullenmek çok zor. Bir de mide var tabii, isyan eden.

Onda çıkarız diye kararlaştırmıştık ama olmadı elbette. Hastaneye çağrıldım. Et doğrarken parmağını kesen bir kadını tedavi etmek için. Arkadaşım da burnuna leblebi sokan yedi yaşlarındaki çocuğu kurtarmakla meşgul. Kadın, dikiş sonrası arkasına bakmadan gitti. Sanki onarmadım da ben kestim parmağını! Ramazan'da çoğalan işlerini nasıl görecekmiş? "Suya sokma, pansumanı kirletme, ilaçlarını düzenli kullan yoksa yaran mikrop alır" deyince kızdı.

Bilinmeyeni keşfetme serüvenimize on bir buçuk civarında başlayabiliyoruz.

Arkadaşım: "Erkek olsaydım, tır şoförlüğünden başka meslek düşünmezdim" diyen bir KBB uzmanı. Doğma büyüme İzmirli. Orta Anadolu'yu hiç benimseyemedi. Rallici gibi araba kullanıyor. Ben çekingenim. Belki çok kaza gördüğümden, bilmiyorum, hem yollardan hem de trafikten korkuyorum. İkimiz de gezmeyi seviyoruz. İyi bir ekip oluşturduğumuzun bilincindeyiz.

Hava ürpertici, gökyüzü kar topluyor. Kenarlara yığılmış kirli beyaz, kısmen buzlu kar kümeleri erimemiş. Kargı doğrultusunda ilerliyoruz. İki yanımızda çeltik tarlaları; bu mevsimde bataklıktan farkları yok.

Kargı'nın yol üzerindeki meydanında tek bir insan bile görmedik. Ramazan'da, soğukta kadınlarla çocuklar evlerde oyalanıyor, erkeklerse kahvelerde çay içmeden tavla partileri çevirip sohbet ediyorlar.

Osmancık'tan geçerken içimiz ılınıyor. 'Burada çalışsam bir ucundan mutluluğu yakalar mıydım?' diye düşünüyorum. Arkadaşımın da aynı duyguları paylaştığından eminim. Devrez çayının bitimindeki son büyük yerleşim merkezi. Ovada, geniş, Tosya'daki kadar cami yoğunluğu olmayan (zaten olamaz; Tosya, Türkiye'de nüfus başına en çok cami düşen yer), dağlardan uzak yerleşimiyle hiç değilse ufku açık bir ilçe. Suyun üzerindeki sevimli köprüsünü arkamızda bırakmayı geciktirmek için duruyoruz. Biraz turlayınca hemen izlenimimiz değişiyor. Bakışlar tecessüs dolu, araştırıcı hatta itici. Yabancıyız biz, buralardan değiliz üstelik kadınız, öyleyse gitmemiz lazım. Gidiyoruz.

Arabayı dağlara vurduk. Köroğlu dağları! Radyo çekmiyor. Konuşmuyoruz, manzarayı seyrediyoruz. Heybetli, dik, kayalarına yapışmış çalıların ağaçlaşmayı başardığı yükseltiler. Koyu gri bulutların arasından güneş ışınları sızmaya çalışıyor. Yol hafifçe buzlanmış. Araba bazen kayıyor ama arkadaşım olaya hakim. Kıvrıla kıvrıla yükseliyoruz. Sanki dağlar da bizimle birlikte yükseliyor.

Kırkdilim! Onca korkunç otobüs kazasının meydana geldiği yer! Nihayet gördük. Aracımızı kenara çekip dörtlüleri yakarak durduk. Buradan çevreyi seyretmemek olanaksız. Niye yola çıktık ki?

Yarlar yarları kovalıyor sanki. Birbirinin ardı sıra: 'Ben senden daha haşmetliyim!' diye haykıran dağlar silsilesi. Puslu havada hayal mi gerçek mi olduğuna karar veremediğim ışıltılı, koyu yeşil, vahşi doğanın içindeyiz. Ağaç tepelerinde buz kristalleri parlıyor. Kar yok. Soldaki uçurumun dibi görünmüyor. Sağda ise eğilince, iki yüz metre kadar aşağıda, kurumadan donmuş otların kıyısında şırıltısını duyuramadan akan minik bir dere göze çarpıyor. Tam yanı başındaki kayalar, karmakarışık bir yeşile bürünmüş olarak yükseliyor. Gökyüzünde çığlık atarak uçan büyük, yabani kuşlar var. Kanat çırpmaya gerek duymadan süzülüyorlar. Sesleri yankılanıp çoğalıyor. Buralar onlara ait. Görüşleri keskin, hızlı, güçlü kartallar ya da şahinler. Bu ortamda en ufak zayıflığın ölüm anlamına geldiği besbelli. Rüzgar esiyor; dondurucu. Havada tertemiz, baş döndürüp burun sızlatan (biraz da kaşındırıp akıtan) tanımadığımız bitki kokularıyla bol oksijen... Gerçeği yansıtmayacağını bile bile resim çekiyoruz.

Kenarlardaki tahta barikatlar çok alçak. Kedigözleri ise geceleri virajda yeterli olmayabilir. Yukarıdan aşağıya doğru bir yolcu otobüsü hızla geçiyor; arkasında bıraktığı egzoz dumanıyla o güzelim kış ortamını bozarak.

Yarım saat sonra tekrar yola koyuluyoruz. Üşüdük. Bu sefer biz yükseldikçe dağlar hem alçalıp hem yakınlaşmaya başladı. Sanki iki yanımıza duvar ördüler. Asfaltla aralarındaki boşluk neredeyse bir taş atımlık mesafe. Tam karşımızdaki yoğun, mor bulutların uçlarındaki ipeksi kızıl uzantılar, güneşi arkalarında sakladıklarının ipucunu veriyor.

Kıvrıla kıvrıla tırmandığımız dağın zirvesindeyiz tıpkı sağdaki ve soldaki kardeşleri gibi. Ama yol hala devam ediyor. Son dönemeçten çıkınca bir anda irkiliyoruz. Şeytan kulaklarına benzeyen, sivri iki kayanın arası geçit gibi; cehennemin kapısı sanki. İç daraltıcı. Arkasında evler gözüküyor: İskilip!

Kapıdan girdik. Önce benzinciye uğradık. Yaklaşık beş kilometre önce ışık yanmıştı. Oysa Tosya'dan dolu depoyla çıkmıştık; garip! Neyse, üstünde durmuyoruz. Çevreyi keşfe çıkıyoruz.

Dile kolay, 10000 yıllık bir yerleşim yerindeyiz. Burayı değerli kılansa tuz. Yerliköy bölgesindeki tuz işletmesinin geçmişi bilinmiyor. İskilip, MÖ 3000'lerde Hitit uygarlığının önemli merkezlerinden olmuş. Başkent Hattuşa'ya topu topu iki saat uzaklıkta. Roma döneminde yine var. Osmanlı ele geçirmek için savaşmış. Ama giderek küçülmüş, eski uygarlığını unutmuş.

Sokaklar dar, Arnavut kaldırımlı fakat temiz. Evlerin altları taş, üstleri tahta, çok pencereli, cumbalı. Genellikle bakımsız. Birçoğunun yanlarında ahırlar var. Adamın biri eşeğini çekerek yanımızdan geçip gidiyor. Başında köylü kasketi var, Tosya'daki gibi fes benzeri püsküllü, yün bere değil. Çocuklar dondurucu havada çorapsız, ayaklarında naylon terliklerle koşturuyorlar. Ortalıkta hiç kadın görünmüyor. Rastladığımız insanlar bizimle ilgilenmiyorlar, bu çevre için değişik bir şey. Öyle yiyecekmiş gibi tepeden aşağı süzen kimse yok burada.

İçeride kapının yarattığı sıkıntı yok oldu. Arabayı bıraktık, dolanıp duruyoruz. Kaybolmak imkansız nasılsa. Devlet Hastanesi'ni, Sağlık Ocağı'nı elbette bulduk. Kaleye çıkmak için ne yazık ki geç kaldık. Biraz ileride, ağaçlık bir alandan hafifçe yükselen küçük bir vadi gerçekten var mıydı, sonradan ben: 'Olması gerekir, bu kadarı yetmez!' diye hayal mi ettim, emin değilim.

Artık alacakaranlık ve kar atıştırmaya başladı. Dönme zamanı. Bir pideciden yeni çıkmış, sıcacık peynirli, yumurtalı pideler alıyoruz. Manzaraya daldık, arada bir şeyler yemeyi unuttuk. İftara az kaldı, birazdan İskilipliler de fırınlara uğrarlar. Pideci nereden geldiğimizi, kim olduğumuzu falan sormadı. Üstelik para üstünü verirken teşekkür bile etti. Bu dağ başında geçmiş medeniyetlerin izleri hala sürüyor olsa gerek. Halk şimdilerde hem fakir hem cahil ama görgüsüz değil.

Ters taraftan çıktık. Dağın diğer yamacından yine kıvrılarak iniyoruz. Yol çok dar ve buzlu. Sağ yanımız çam ormanlarıyla kaplı bir uçurum, solumuz ise taştan duvar. Asfalt bozuk. Çukurlar bol, irice taşlar sürüyle. Arkadaşım çok dikkatli gidiyor. Arada kayıyoruz, toparlıyor. En zoru bir kamyonla yan yana geçerken oldu. Sağa çok yanaştık, bir de patinaj yapınca ikimizi de ter bastı.

Karanlık bastırdı, kar yağıyor, sis de var. Ağır gidiyoruz. Benzin deposu üçte iki oranında boşaldı, nasıl olur? Neyse, bir benzinci bulup doldurduk. Bizim rallicinin sinirleri bozuldu, söyleniyor: "Saygılı insanlar dedik, bak benzinlerine! Yabancıyız diye su sattılar herhalde. Çorum'da Karayolları yok mu? Hiç değilse buzları temizleyip taşları kaldırsalar ya! Çukurları bile kapatmamışlar. Şu düşük banketin kenarlarını çevirselermiş hiç olmazsa!" Ben de gerildim, ne desem? Cevap beklemiyor zaten. Konuştukça rahatlayıp sakinleşiyor.

'Kastamonu'ya hoş geldiniz!' tabelasıyla birlikte yol düzeldi. Kar devam ediyor fakat buzlar temizlenmiş, taşlar yok... Kastamonu'muz iyiymiş meğerse!

Saat sekizde Tosya'ya vardık. Her geceki gibi trafik lambaları kapatılmış, epileptik olsan nöbet geçirtecek sarı ışıklar yanıp sönüyor. Olsun, eve döndük! Önce hastaneye uğramaya karar veriyoruz, biz yokken arayan soran oldu mu diye. Arabayı bahçeye park ederken şaşkınlıkla deponun yine boşalmış olduğunu fark ediyoruz. Aracın altına eğilip baktığımızda, benzin damladığını görüveriyoruz. Onca ıssız yolu bu kış kıyamette delik benzin deposuyla kat etmişiz!

On dört yıl önceki o Pazar gününden belleğimde bu kadarı kalmış. Ne yazık ki pek işe yarar resimler çekememişim.

Sonraki zamanlarda İskilip hakkında iki kez basına yansıyan haber gözüme çarptı. Birincisi dört beş sene önceydi. Yapılan genel tuvaletin pisuarlarını dine aykırı olduğu gerekçesiyle kırmışlar. Diğeri ise geçen yıldı. Türkiye'nin ilk Bedri Rahmi Eyüboğlu Müzesi İskilip'te açılmış. 'Biri gerçekse ötekisi hayaldir' dedirtecek kadar zıt olaylar. Üzerimdeki izlenim, ikincisinin İskilip insanına daha uygun olduğu doğrultusunda.

22 Haziran 2010 Salı

BOLİVYA - LA PAZ (VE PERU'YA DÖNÜŞ)

Yola çıktık. Neyle karşılaşacağımızı biliyoruz, onun için tedbirliyiz. Hava çoktan karardı ve soğudu; üzerimizde kazaklar, montlar... Uyuni'de depoladığımız güneş ışınları pek işe yaramıyor. Ne de olsa çöl iklimi; gündüz kırk derece, gece ise eksi beş.

Sarsıntı başladı. Aracımız öksürüp tıksırıp ilerlemeye çalışıyor. Kumanyalar dağıtılıyor. Acıktım. Hepsini yiyorum. İkram edilen çerezlerden de alıyorum. Tabii ki hiçbir şey içmiyorum.

Beklenti içindeyim, nasılsa bir şey olacak. Nitekim oluyor, lastik patladı. Şoförler bir şeyler yapıyorlar ama krikoyu takmak, lastiği değiştirmek olanaksız. Öylece, lastiksiz tekerin üzerinde ilk yerleşim yerine kadar gideceğiz. Bu ortamın normal şartlarında sakatlanmamış bir arabada olsaydık, köye kadar bir saatlik yolumuz vardı. Şimdiyse en azından ikiyle çarpmak lazım.

Otobüs iki yana yalpalayarak, altını taşlara çarparak, bizi oradan oraya savurarak ilerliyor. Umarım başka bir şey olmaz da çölün ortasında kalmayız.
Neyse, köye gelebildik. Sağ ön lastik bitmiş, jant eğrilmiş. Aracın altından yağlar damlıyor. Epeyce duracağız, belli. Bu arada naylon penceremiz mükemmel durumda. Sadece kirlenmiş.

Yine aynı köy kahvesinin önündeyiz. Köylüler bizi tanıdılar artık, hiç ilgilenmiyorlar. Beş altı kişilik sigara ekibi toplanıp geyik muhabbetine girişiyoruz. Rehberimiz Havana purosunu yakıyor ve muhteşem taklitler yapıyor. Tiyatrocu olabilirmiş! Arkadan fıkralar başlıyor. Sonra olmazsa olmaz zararsız dedikodular. Kahkahadan kırılıyoruz. Hava çok soğuk ama gülerken fark etmiyor insan. Otobüste oturanların bir kısmı bize ters ters bakıyor. Ne var? Siz de gelin, eğlenceye katılın, değil mi? Sigara içmenizi beklemiyoruz, temiz dağ havası alırsınız. Yolda kaldıysak ağlayacak değiliz herhalde. Hem uzak da davransalar, insanların arasındayız. Geceyi burada geçirmemiz gerekirse uyku tulumlarımız hazır. Daha ne isteyeceğiz ki? Gelmiyorlar.

İki saatlik duraklamadan sonra yeniden yoldayız. Artık yoruldum. Bir uyku tulumu alıp içine girdim. Fetüs pozisyonuna gelince tulumun alt kısmı arttı, onu da üzerime çektim, koltuğa sığdım. Uyumuşum. Elbette birkaç kez düşme tehlikesi atlattım ama o sıralarda uykuyla uyanıklık arasında: 'Nasılsa kendi koltuğumla öndekinin arasına sıkışır kalırım, bir şey olmaz' diye düşündüğümü hatırlıyorum. Stabilize yola girmeden önceki şehirde durup mola verdik mi, bilmiyorum. Arkadaşım bir ara ayaklarımı göremeyince endişe etmiş, kaybolduğumu sanmış sonra üst taraftan saçlarımı fark edip rahatlamış. Gün ışıyıp uyanınca: 'Bacaklarını ne yaptın?' diye sordu. Katladığımı söyledim. O pek uyuyamamış. Perişan görünüyordu.

Torbamdan çıkarken şöyle bir silkelenip tozlarımın bir kısmını içinde bıraktım. Yolculukların 'yol' kısmından her zaman hoşlanmışımdır fakat bu kadarına pek de gerek yoktu. Yine de gözlemlerim, insanın uyumlu bir yaratık olduğu doğrultusunda. İyi dayandık; bu konuda alçakgönüllülük göstermeyeceğim.

La Paz'a vardık. Dünyanın en yüksek yerleşimli başkenti; 4200 metrede. Etrafı 6000 metrelik dağlarla çevrili, kalabalık, kasvetli bir yer. Preinkalar, İnkalar, sonrasında ise süregelen soyları neden dağ tepelerinde oturmayı tercih etmişler, anlamak mümkün değil. Bir sürü ova da var halbuki.

Otelimiz güzel. Ancak geç kaldık, saat 09.20. Günün programı 10'da başlayacak. Kırk dakika içinde hem duş alıp hem kahvaltı etmemiz gerekiyor. İşleri sıraya koyuyoruz; birimiz kahvaltıdayken diğeri duşta. Koşarak yer değiştiriyoruz, tabii ki yetişiyoruz.

Önce şehirde dolaşıyoruz. İspanyol tarzı bitişik nizam, çok renkli, üç dört katlı kolonyal evlerin bulunduğu sokaklar güzel. Bunun dışında hiç bir özelliği olmayan, gökdelenlerle sıvasız binaların yanyana yer aldığı bir başkent. Tek ilginç yanı, yolların altından nehirlerin akıyor olması. Akarsuları kurutmamışlar ve nasıl bir mühendislik bilgisiyle başardıklarını anlayamadığım şekilde caddeleri üzerlerine yerleştirmişler. Sonuçta bunca yüksekte hiç su problemi yok.

Öğle yemeğinden sonra La Paz'ın neredeyse içinde sayılabilecek yakınlıktaki Ay Vadisi'ne gidiyoruz. Titicaca'daki Ay adasını göremedik ama burayı keşfedeceğiz. Nasılsa karada! Volkanik beyaz taşların değişik şekiller oluşturduğu bir bölge. Kapadokya'yı görmüş bizler için hiç bir ilgi çekici yanı yoktu.

Çıkışta sokağın ortasında cilveleşen güvercinlerle karşılaştık. Bizden etkilenmeden uzun uzun seviştiler. Latin kuşları! Sıcakkanlı, dışa dönük, çevreye aldırmaz, sakin, korkusuz... İnsanları gibi. Resimlerini çekmemek imkansızdı.

Otele dönmeden önce rehberimiz, güneşe bakmamızı söylüyor. Önü puslanmış, çevresi altınla gümüş karışımı renklerle harelenmiş; Satürn'e benziyor. İzlediğimiz görüntü, dünya yüzünde bir La Paz'da bir de Nevada çölünde oluşurmuş. Bilimsel açıdan henüz çözümlenememiş. Kalamiti Jane: 'Biz bunu görünce, kırk sekiz saat içinde yağmur yağacağını biliriz' diyor. Her halk, anlaşılamayan doğa olaylarına kendi pratik açıklamalarını getiriyor, rahatlıyor.

Nihayet odamızdayız. Tam üç saat vaktimiz var, mükemmel bir şey! Grubun bazı üyeleri alışverişe çıkıyorlar. Biz kapımızı kapatıp günlerdir özlediğimiz şekilde rahatça oturuyoruz. Her şeyden konuşuyoruz: Peru'dan, Bolivya'dan, Türkiye'den, geçmişten, gelecekten... Sere serpe yayılıp sohbet etmek ne zevkli şeymiş!

Gece programı güzel. Hoş bir lokantadayız. Pan flütler, gitarlar, bançolar eşliğinde yerel danslar var. Derken sahnedeki dansçılardan biri gelip kolumdan çekiyor. Dansa kaldırılıyorum! Daha önce iki kez Peru'da dans etmiştim, figürler aşağı yukarı aynı, kısmen öğrendim sayılır ama... Profesyonellerle yapabilir miyim? Neden olmasın? Antonio ne demişti? 'Dans etmeyi bilmek gerekmez. Müzikten başka bir şey düşünmezsen vücudun ritmi algılar ve uyar.' Buralardaki insanların genlerine işlemiş bir ritm duygusu var. Bende yok tabii fakat deneyeceğim.

4200 metrede kırk beş dakikaya yakın süreyle uçtum sanki. Meditasyon gibi bir şeydi. Bittiğinde nefes nefeseydim, başım dönüyordu ama olsun, değdi.

Çok terledim. Sigara içmek için dışarıya çıkıyorum. Gruptan birkaç kişi de geliyor. Hepsi sırayla beni bir kenara çekiyor ve çok özel dertlerini anlatıyorlar. Şaşırıyorum. Ne oldu? Danstan sonra aydınlık, açık bir odaya benzedim sanki. İnsanlar tek tek gelip bende rahatlıyorlar. Sıkılmadım. Dinledim, duyduklarımı ise sakladım.

Otele on iki gibi dönüyoruz. Yarın Pazar ve sabah saat yedide uzun dönüş yolculuğu başlayacak. Ancak Pazartesi gece yarısı eve varabileceğiz.

Kalamiti Jane, bizi havaalanına kadar geçirdi. Onun evi La Paz'da. Biraz dinlenecek.

Aslında bu yazıyı Bolivya'yı en azından ana hatlarıyla unutmamak için planlamıştım ama dönerken Peru'da, Lima'da gezdiğimiz, Pasifiği en batıdan seyrederek içindeki lokantalardan birinde yemek yediğimiz o geniş ve çok güzel parktan kısaca bahsetmezsem olmayacak.

Denize bakan duvarları Gaudi tarzı işlemelerle bezenmiş, bakımlı çimenlerine basmanın serbest bırakıldığı bir yer. Girişine sevişen bir çiftin devasa heykeli yerleştirilmiş ve kaidesindeki metal plakaya İspanyolca: 'Aşk, en kuvvetli ışıktır' yazılmış. Çocuklar koşuşuyor, sevgililer sakınmadan öpüşüyor, yaşlılar dinleniyor...

Latin Amerika'yı sevdim. Sevmek değiştirirmiş derler. Değiştiğimi dönmeden önce fark etmiştim. Onca yorgunluktan hemen sonra bile kendimi eskisinden daha esnek ve sanki çocuk gibi yeniden şekillendirilebilir hissediyordum. 'Ben değiştiysem, hayatım da bir şekilde değişecektir' diye düşündüğümü çok iyi anımsıyorum.

Belki ileride Peru'yu da yazarım. Ya da Japonya'yı; büyük hikaye...

20 Haziran 2010 Pazar

BOLİVYA - UYUNİ (Dünyanın aynası)

Yemekten sonra ciplerle yarım saat kadar ilerledik. Uyuni'nin derinliklerine gidiyoruz. Lastik patlarsa ne olacak? Neyse, en azından burada telefonlar çekiyor.

Susuz kalmış da çatlamış toprağa benzeyen bir alana geldik ve araçlardan indik. Küçük bir bölge değil, ufka kadar her yer aynı. Pek çok Avrupa ülkesinden büyük. Yeryüzünün üstünde bulunduğumuz kısmı, kenarlardan dışarıya fışkırmaya çalışıp da başaramamış birikintilerin sınırlarını belirlediği çokgenler şeklindeki tuz kitlelerinden oluşmuş. Mor And dağlarıyla kesintiye uğramayan bölgeler bence daha etkileyici. Geçip gitmiş arabaların izleri, parlak beyaz çizgiler gibi ışıldıyor. Bir tür çekim hissediyorum. Galiba herkes aynı duygulanım içinde; değişik yönlere dağılıyoruz, uzaklaşıyoruz, yalnız kalmak istiyoruz. Manzaranın sıradışı tekdüzeliği, insanı kendi içine bakmaya zorluyor. Kaçınacak bir şey yok. Burası şimdiye kadar gördüğüm en sade doğa parçası. Canlı barındırmıyor. İzlemiyor, beklenti yaratmıyor sadece gösteriyor. Tüm biriktirilenleri ortalığa yaymak, ayıklamak, işe yaramayanlara sırtını dönüp gitmek, hafiflemiş, arınmış halde tekrar yola çıkmak için bulunmaz bir yer. On beş dakika kadar yürüyorum. Ne düşündüğümü bilmiyorum ama zihnim işliyor, farkındayım. Beynim arı kovanıymışçasına vızıldıyor (güneşin etkisi de olabilir tabii).

Yarım saat sonra tekrar bir araya geliyoruz. Rehberimiz, hinoğlu hin gülümsemesiyle: 'Yere oturun isterseniz' diyor. O daha önce Uyuni'ye gelmiş, etkisini biliyor. Artık şaşırmayacağım diyordum, büyük söylemişim. Kavurucu güneşin altında tuz, buz gibi. Şöyle bir uzanıp serinlemek gerçekten iyi geliyor. Fakat aynı anda eskisinden de fazla yandığımı hissediyorum. Uzatmaya gerek yok, kalkıyorum.

Öğleden sonra oldu ama hala gölgelerimiz çok kısa. Ayaklarımızın kenarında minicik, büzüşmüş, görünmemek için gövdelerimizin altına saklanmaya çalışan amorf yaratıklara benziyorlar. Kalamiti Jane: 'Hadi, resim çekelim' diyor. Beni uzaklara gönderiyor, 'yan dön, biraz ilerle, geri gel, sola git!' gibi komutlarını 'ardından ne çıkacak acaba?' diye düşünerek uyguluyorum. Arkadaşıma ise vizörün tam karşısında eli açık poz verdirtiyor. Çekilen resme ağzımız açık bakakalıyoruz. Ben, arkadaşımın parmaklarının ucunda ayakta duruyorum! Sonra o da aynı yöntemle benim avucumun içine bağdaş kurup oturuyor. Değme fotoğrafçılar fotoshopla benzerini yapsınlar da görelim!

Daha bitmedi, devam ediyoruz. Tuz otele geldik. Hava hala çok sıcak ama kuvvetli bir rüzgar çıktı. Esintiyle birlikte kavruluyoruz sanki. Şapkamı tutuyorum, uçmasın diye. Bu ortamda en değerli varlığım o.

Çok hoş bir bina. Damındaki sazı hariç her tarafı tuzdan tuğlalarla inşa edilmiş. Küçük, köşeli pencereleri var. Kenara yedek tuğlalar yığılmış. Arada lamalar buraya kadar gelip duvarları yalıyorlarmış (tuzu seviyorlar), onun için kuru mevsimde bile bazen onarım gerekiyormuş. Önünde yine elbette ki tuzdan yapılmış koltuklarla masa var. Bir de tuzlu suyla dolu havuz. İlk kez Uyuni'de su görüyoruz. Mutlaka tadına bakmalıyım. Çok tuzlu! Ne bekliyordum ki? Arkadaşım: 'Deli misin, mikrop alacaksın!' diyor. Benim direncim İstanbul'un en zengin floralı hastanesinde gelişti, tuz otelin suyundan etkilenmesi mucize olur. Nitekim ne midem bulandı ne de hastalandım.

Pencereler kirli. Yine de ardı görünüyor. Kenarlara dürülüp bükülüp kaldırılmış şilteler ve ortadaki masanın üzerinde birkaç tabak çanak gözüme çarpıyor. Bekçiyle ailesinin evi. Yaşayan bir yer. Belki de içerideydiler ama bize gözükmediler. Fazla bakmadım. İnsanları rahatsız ederim diye çekindim.

Kalamiti Jane, bana kimseye yapmadığı bir şey yaptı. Nedense beni sevdi. Tuğlaların yanına sıralanmış duran, diz boyuna ancak ulaşan tuz tepeciklerinin yanına gittik. 'Uzaklaş' komutunu verdi; belki elli metre yürüdüm. Yine sağ sol yaptırdı. Sonra yüzükoyun yere yattı ve resmimi çekti. İşte, elim şapkamda, tuz dağının zirvesine çıkmış, etrafa bakınıyorum. Teşekkür ettim. Yumuşacık gülümsedi. Gülünce güzel oluyormuş.

Otelin biraz ilerisinde bir platform var. Üzerinde birkaç direk ve direklerde değişik milletlerin bayrakları asılı. Gelenler, izlerini bırakmışlar. Bizim de küçük bir bayrağımız vardı. Rehberimiz hemen uygun yer arıyor ve bayrağımızı sıkıca bağlıyor. Artık Uyuni'de Türk bayrağı da dalgalanıyor. Ne de olsa burayı ziyaret eden ikinci Türk grupmuşuz. İlki, beş altı yıl önce gelmiş. Bolivya'ya turistik gezi yapan Türkler, La Paz çevresini dolaşıp gidiyorlarmış. Öyle bizim gibi cahil cesaretiyle bu taraftan Titicaca'ya açılan veya o yolu tepip Uyuni'yi görmek isteyen pek olmuyormuş.

4X4'lerle daha ilerilere taşınıyoruz. Tuzun nefes aldığı bölgeye.

Çokgenler silindi. Şekilsiz bir alandayız. Beyazı kirlenmiş bir tuz bataklığına benziyor ama zemin sert. Arada delikler açılmış. Küçük değil; yarım metre ile iki metre arasında. Gölcükler bile var. Derinlikleri değişkenmiş. İçleri kille karışık bulanık, ılık suyla dolu. Gerçekten de su, ritmik bir şekilde inip kalkıyor. Bazı yerlerde fokurduyor gibi. Ürkütücüydü doğrusu.

Dönerken hüzünlendim. Ne olurdu burada bir gece daha kalsaydık da yarın tekrar gelseydik?

Uyuni'ye boşuna 'dünyanın aynası' dememişler. Göl hali farklı mutlaka; doğrudan nesneleri yansıtıyor olsa gerek. O zaman belki de görüntülere kapılıp gider insan. Ama çöl hali muhteşemdi. Kişinin benliğini yansıtıyor, içini gösteriyor; apaçık. Tabii bakmak istersen.

Otele dönmeden önce tren mezarlığına uğradık. Hurda demir yığınlarına dönüşmüş lokomotiflerin çevresini çalılar bürümüş, vagonların bazıları devrilmiş... İyice hüzünlendim.

Hava karardı artık. Otelde yarım saat içinde elimizi yüzümüzü yıkayıp yola çıkacağız. Valizleri sabahtan kapatmış, lobiye indirmiştik. Öyle odaya gidip biraz dinlenmek falan yok. Otobüsümüz kapıda hazır. Kumanyalar yüklenmiş. Rehberimizi çok takdir ettim, becerikli adam doğrusu. Bize sezdirmeden uyku tulumları ayarlamış. Herkese bir tane düşüyor. En azından soğuktan donma olasılığımız ortadan kalktı. Şaşkınlıkla naylon penceremize bakıyorum; köyde son yapıldığı şekliyle duruyor. Buralarda hazır cam yokmuş. Ismarlayınca da iki üç günden önce ulaşmıyormuş.

La Paz'a gidiyoruz. O yol olmayan yoldan bu kez gece geçeceğiz.

18 Haziran 2010 Cuma

BOLİVYA - UYUNİ (Başlangıç: Şaşkınlık)

Uyandığımda dinçtim. Ağrım, sızım, çalışmayan eklemim yok. Arkadaşım da iyi. Güne başlayabiliriz. O koşma isteği yaratan merak içimi kaplamış, 'hadi, tüm duyularını tam gaz çalıştır, hiç bir ayrıntıyı kaçırmayalım!' diye tepinip duruyor. Kalkıp odaya göz gezdiriyorum. Dün gece yorgunluktan nasıl bir yerde yattığımıza dikkat etmemiştim. Karyolaların, pencere pervazlarının, kapının hatta anahtarımızın takılı olduğu anahtarlığın bile delikli, açık kahverengi bir odundan yapılmış olduğunu fark ediyorum. Ne biçim ağaç bu?

Kahvaltıya iniyoruz. Açık büfe hiç fena değil. Herkes hazır. Rehberimiz uzun kollu tişört veya gömlek giymemizi, güneş gözlüklerimizle şapkalarımızı unutmamamızı, enselerimizi koruyacak fular veya kolsuz yelek bulundurmamızı, güneş koruyucusu sürmemizi hatırlatıyor. Sularımızı gelecek olan 4X4'lere o yükleyecek. Üzerimde kısa kollu Peru tişörtüm var. Fulardan hoşlanmıyorum. Yeleğimi yanıma almadım, şapka da güneş koruyucusu da yok. Sadece güneş gözlüğüm saydıklarına uyuyor. Ama 'bir bildiği vardır herhalde' diyerek odaya çıkıp üzerimi değiştiriyorum. Son temiz, uzun kollu tişörtüm siyah. Yeleğim de öyle. Güneşi derinden hissedeceğim, ne yapalım. Şapkayı orada satıyorlardır nasılsa, bir tane alırım. Koruyucuyu da boşver artık. Her söyleneni yapacak değilim.

Lobiye geri döndüğümde resepsiyonun önündeki küçük, minderli koltukların da aynı delikli tahtadan olduğunu görüyorum. Kalamiti Jane'e: 'Bunlar ne?' diye soruyorum. 'Kaktüs' diyor. Tabii ya, nasıl düşünemedim? Buralarda ağaç yok fakat dev kaktüsler var. Her şey kaktüsten yapılmış, ne güzel!

Ciplerimiz geldi. Biz ikimiz, grubun tek erkek elemanı bir de Kalamiti Jane aynı arabadayız. Şoförümüzle birlikte beş kişiyiz. Rehberimiz, Kalamiti'yi bize vererek torpil yaptı galiba. Yolda ondan epeyce bilgi alabiliriz. Dünkü yolculuğa gıkımız çıkmadan katlandığımızdan olsa gerek; ödüllendirildik.

Bir kez daha tekerlekler dönüyor. Stabilize bir yoldan ilerliyoruz. Kasabanın içinden geçmedik, diğer yöne doğru gidiyoruz. İki yanımızda uzanan toprak, kısmen beyazlaşmış. Aralıklı bitmiş çalılıklarda çok sayıda lama otlamakla meşgul. Sol tarafta ufku boydan boya And dağları kaplamış. Koyu mavi - mor renkleri, yumuşak kıvrımlı yükseltileriyle haşmetli görünüyorlar. Gökyüzü açık mavi. Tek tük beyaz bulutlar var; tüy gibi. Hava şimdiden sıcak.

Eyvah, arkadaşım güneş gözlüğünü unutmuş! Yapacak bir şey yok artık. Kasketinin siperliğini iyice indirip gözlerini kısarak idare edecek.

Kalamiti anlatmaya başlıyor:

Burası Bolivya altiplanosuna gidiş yoluymuş. Salar de Uyuni, 10600 kilometrekare genişliğinde ve yaklaşık 3700 metre yükseklikteymiş (demek ki biraz alçalmışız). Dünya lityum rezervinin yarısından fazlasını barındırıyormuş. Derinliği yer yer 120 metreyi buluyormuş (bunu biraz abarttı sanırım). Bir kat tuz, bir kat kil sonra yine tuz ve kil şeklinde bir yeraltı yapısı varmış. Tuzu yüzeyden topluyorlarmış. Derinlerdekini çıkartacak teknik olanaklar mevcut değilmiş. Ancak ihracatta sıkıntıları varmış. Şimdilerde yani Latin Amerika Sosyalist Birliği'ne dahil olduktan sonra, diğer yedi ülkeye yapılan dışsatımla biraz gelirleri artmış.

Tabii söz politikaya geliyor. Kalamiti Jane, halkın yeni yönetimden çok şey beklediğini fakat hayal kırıklığına uğradıklarını söylüyor. Adam kayırmacılık devam ediyormuş. La Paz'da bürokrasiye yakın tanıdığın yoksa iş yaptırılamıyormuş. Şu sıralarda verimli arazilerin kamulaştırılmasına başlanmış. Ancak ekme izni, bizdeki toprak ağalarına benzer kişilere veriliyormuş. Onlar da topraksız köylüleri işçi olarak çalıştırıyorlarmış. 'Göz yummaya mecburlar,' dedi Kalamiti. 'Başkanı yaklaşık yirmi kadar güçlü aile destekliyor ve cahil köylülere istedikleri partiye oy attırabilirler. Bu nedenle hükümet, güçlülerin beklentilerini karşılamak zorunda.' Yani kısacası hep aynı şeyler.

Turizmin neden geliştirilmediğini soruyoruz. En azından yollar düzeltilebilir, aralara birkaç düzgün mola yeri yapılabilir, Uyuni yakınlarına havaalanı bile planlanabilir, değil mi? Turizmden sorumlu hükümet sekreterinin, başkanın uzak akrabalarından emekli bir İngilizce öğretmeni olduğunu söylüyor. 'Belki ileride olur,' diyor.

Bir anda sohbet kesiliyor. Görüntü değişti. Toprak aşağı yukarı tamamen beyaza yakın artık. And dağları biraz uzaklaştı ve sanki alçaldılar. Hemen önlerinde boydan boya uzanan, parlak beyaz, kalınca bir çizgi var. Denizdeki ufuk çizgisi gibi. Ama ufuğun ardı görünüyor burada. Dağların etekleri havaya kalkmış; ayakları yerden kesilmiş denir ya, öyle. Lamalar yine otluyor fakat bir eksiklik var. Çalıların da lamaların da gölgeleri yok!

'Uyuni'de ışık farklıdır' diyor Kalamiti. 'Öyle resimler çekeceğiz ki şaşıracaksınız.' Sonra lamaların ne kadar değerli hayvanlar olduklarından bahsediyor. 'Otları köklerinden koparmazlar, böylece bitkiler tekrar büyüyebilir. Uzun mesafe yük taşımacılığında da çok önemlidirler. Eski devirlerde lama kervanları varmış.'

Ne değişik bir yer burası! Havalanmış kocaman sıradağlar, kendisini bu bulutsuz gökyüzünde nereye sakladıysa, yüzünü göstermeden çılgınca ışınlarını savuran güneş, ondan etkilenmeden nazikçe çalı yiyen gölgesiz, dayanıklı, doğaya saygılı hayvanlar... Bir de olağanüstü uyum yetenekleriyle dört bin metrelerde var olmayı seçip büyük uygarlıklar kurmuş, her şeyin yerle bir olmasını seyretmiş, kalan küllerinden yeniden doğmaya çalışan gayretli bir halk. Müzikleri de öyle güzel ki! Bolivya'yı sevmeye başladım.

Yol bitti yine. Tuzun içinde ilerliyoruz. Şoför hangi doğrultuda gideceğini nasıl biliyor? Her yanımız bembeyaz. Cipte herkes suskun. Üstelik Kalamiti hariç hepimiz şaşkınız. Tuz üzerimde tuhaf bir etki yarattı. Büyülendim sanki. Gözlerimi beyazlıktan alamıyorum. Deniz gibi değil, hareket etmiyor. Durgun ve sessiz. Tümüyle açık; olduğu gibi. Bir şey söylemeye çalışmıyor, sadece var ve yansıtıyor. Görmek istiyorsan, kendini görebilirsin.

Bir buçuk saat gittikten sonra üzeri saz damlı, duvarları taşlarla desteklenmiş beyaz tuğlalı, döküntü görünümlü bir barakayla yine saz damlı üç dört kulübenin yanında durduk. Önümüzde aniden beliriverdiler. Varlıklarını uzaktan fark etmedik. Araçlardan indik. Güneşi hiç böylesine yakıcı hissetmemiştim. İki kere yakıyor; bir yukarıdan bir de tuzdan yansıyarak aşağıdan. En kısa sürede şapka bulmalıyım!

Rehberimiz ileride, belki iki yüz metre uzakta çalışan işçilerle birkaç kamyonu gösteriyor. Bulundukları yerde tuzdan yapılmış ufak tepecikler var. Tuzu küreklerle kamyon kasalarına yüklüyorlar. Barakada ise paketleme işi yapılıyormuş. İşçiler çalıştıkları sürelerde buradaki kulübelerde kalıyorlarmış. Yakından çekim yapmamamız için uyarılıyoruz. Çalışanların hepsi yerli halktan ve resim çekildiğinde ruhlarının fotoğrafın içine hapsolduğuna inanıyorlar.

Barakanın içi loş. Anne, baba ve dokuz on yaşlarında bir erkek çocuktan oluşan aile, torbalara tuz dolduruyor. Bizimle ilgilenmiyorlar. Kulübelere gitmiyoruz. Zaten onlar ev olarak kullanılıyor; özel mekan.

Neden tuğlaların beyaz olduğunu soruyorum. Tuzdan yapıldıkları içinmiş. Burada yapı malzemesi olarak da tuz kullanılıyor. Tuz otel de varmış. Hatta bir süre işletilmiş bile. Fakat yağmur yağdığı zaman doğal olarak eridiğinden hem güvenlik nedeniyle hem de çok bakım gerektirdiği için kapatılmış. Şimdilerde sadece bekçi, ailesiyle birlikte içinde oturuyormuş. Öğleden sonra gidip görecekmişiz.

Barakanın önünde güneş eko yaparak bizi kavururken, kışın karda üşüyormuşuz gibi poz verip resim çektiriyoruz.

Tekrar 4X4'lerimize bindik. Bu kez hedefimiz, öğle yemeğimizi de yiyeceğimiz, yüz bin civarında dev kaktüsten oluşan ormanlık bir alan. Elbette ki tuzun göbeğinde.

Kaktüs ormanı! Seksen metrelik bir tepeciğin her yanını kaplamışlar. Yine bir iki kulübe var; daha düzgün. Tepenin başlangıcına lokanta yapılmış. Önünde küçük, sıkıştırılmış tuzdan oluşturulmuş setlerde hediyelik eşyalar. Seçici algılamayla önce şapkaları görüyorum. Hemen bir tane alıp giyiyorum. Artık diğer satılanlara bakabilirim. Her şey tuzdan. Küçük kutular, heykelcikler, vazolar, kül tablaları... Sonuncusu çok ilgimi çekiyor tabii fakat almıyorum. Alınca kullanmak isteyeceğim, kirlenecek. Yıkayamayacağım çünkü eriyecek. Maddenin geçiciliği, aynı zamanda tekrarlanabilirliği, yeniden şekillendirilebilir oluşu, o tuzdan kül tablaları aracılığıyla kafama vuruluyor sanki.

Tepeye tırmandık. Biz nerelere çıktık, seksen metrelik tepe nedir ki? 1200 yaşındaki ölü kaktüsü gördük; hala ayaktaydı, devrilmemiş. 900 yaşındaki ise yaşıyordu üstelik çiçek açmıştı. Güney yarımküredeyiz, Ekim ayı ilkbahar buralarda. Hemen hemen tüm kaktüsler çiçeklenmiş. Tepelerine yakın birer tane kocaman, bir yerlere uzanmak istermiş gibi duran, beyaz çiçekleri var. Tuz kadar beyaz değil, biraz pembe tonu karışmış içlerine. Her şey dışa dönük bu alemde. Kaçınmıyorlar, saklanmıyorlar. Varlıklarını olduğu gibi sergiliyorlar.

Tepeden, kaktüslerin arasından Uyuni'ye baktık. Arabaların tekerlek izleri, sonsuzluğa uzanan yollara benziyor. Dağlar yine eteklerinin uçlarını yukarıya çekmişler, dans etmeye hazır, mor elbiseli kadınlar gibi bekliyorlar. Mutlak sessizlik, insanı duyma yetisi olduğundan şüpheye düşürüyor. Kaktüsleri görmesem dünyada beyazdan başka renk olmadığını düşüneceğim.

Japonya'da Aso yanardağının kükürdünü fokurdatıp dumanlar çıkarttığı aktif kraterinin içine bakmıştım. O zaman bile bu kadar etkilendiğimi hatırlamıyorum. Tuzun güzelliği, yalınlığından geliyor.

Yemekten sonra daha derinlere gideceğiz. Şaşkınlık bitti artık. Bundan sonra dinginliği hissedeceğim, biliyorum. Bu muhteşem doğayı olduğu gibi kabullenip tuzdaki geçici varlığımın keyfini çıkartacağım.

16 Haziran 2010 Çarşamba

BOLİVYA - UYUNİ YOLU

Sabah otobüse binerken yer kavgası çıktı. Herkes öndeki iki sırada oturmak istiyor. Biz karışmadık. Arkaya yakın iki koltuğa geçip ortalığın durulmasını bekledik. Tek tek oturulabilecek kadar büyük otobüsümüz. Ağız dalaşı sonrası rehberimizin yüzü renk değiştirdi. Morardı. Kalamiti Jane, en arka sıraya yerleşip sessiz kalmayı yeğledi. İşin gerçeği, dünkü Titicaca macerasından sonra tüm grubun sinirleri bozuldu.

İki şoförümüz var. Saçları siyah, tenleri güneşte kavrulmuş gibi görünen esmer, genç adamlar. Kumanyalar yüklendi. Aslında onlara pek gerek yok. Herkesin yanında öyle çok çerez, kuru meyve, bisküvi, çikolata falan var ki yolun ortasında kalsak ve kimse bizi kurtarmaya gelmese bile hepimize bir hafta yeter. Ben en çok grup arkadaşlarımın bunca yiyeceği nereye koyduklarını merak ediyorum. Onların çantaları da bizimkiler kadar. Üstelik hem bizden daha çok yedek giysi almışlar hem de daha fazla alışveriş yapıyorlar. Peki, o valizler nasıl hep aynı büyüklükte kalabiliyor? Mutlaka gizli bölmeleri var.

Tekerlekler döndü. Copa Cabana'yı arkamızda bıraktığımızı sanırken kasaba sahilinin başka bir kısmına gelip durduk. Rehberimiz: 'İnin' dedi. Canı sıkkın. Asıl yol, gölün dar bölümünden geçtikten sonra karşı yakada başlayacakmış. Buranın arabalı vapurları kenarlıklı sallara benziyor, güvenliksiz. O nedenle insanlar ayrı, araçlar ayrı geçiyor.

İçimizde derin izler bırakan gezi motorumuzun az büyüğüne bindik. Otobüsümüzse kendi salına yüklendi. Resmini çektik tabii. (Yukarıda) Eşyalarımızla birlikte batacak olursa suya gömülmeden önce tekrar çekeceğiz. Yapacak başka bir şey yok.

Neyse, sağ salim karşı yakaya vardık; hem bizler hem de otobüs. Karada olmak gerçekten güzel. Asıl yolculuk başladı. Yol stabilize taş. Bizim Anadolu yollarının çoğu da öyledir ya. Bir gidiş bir geliş olarak düzenlenmiş. Öyle çok geniş sayılmaz. Kısmen düzlük bir arazide ilerliyoruz. Otobüsün süspansiyonu pek iyi değil, sarsıyor. İçerideki tuvalet hafif hafif kokuyor. Ama şimdilik öyle önemli bir problem yok.

Pencereden etrafa bakıyorum. Yerleşim bölgeleri bitti, çorak araziden geçiyoruz. Bazı yerler çölleşme belirtileri göstermeye başlamış. Bolivya'nın iç kısımlarına doğru ilerliyoruz. Akarsu seçilmiyor. Tekdüze görüntüler. Biraz çektiğimiz resimleri inceliyoruz, 'İstanbul'da şu anda neler yapıyor acaba bizimkiler?' diye sohbet ediyoruz, saat farkına göre tahminlerde bulunuyoruz (sekiz saat gerideyiz, Türkiye'dekiler her şeyi bizden önce yaşıyor); vakit geçiyor. Ondan itibaren hava ısınmaya başladı. Önce montlar sonra kazaklar çıktı. Herkes tişörtleriyle terlemeye başlayınca klimanın açılmasını rica etmek gafletinde bulunduk. Elbette ki otobüsün kliması bozuk. En iyisi uyumak.

Öğle oldu. Orta büyüklükte bir şehre girdik. Derme çatma, sıvasız yapılar burada da var. Caddeler dar, trafik kaotik. Hareketli, gürültülü, düzensizliği ilke edinmiş bir yer. Yolda sıkışıp yarım saat oyalandıktan sonra lokantaya vardık. Madem burada yemek yiyecektik, kumanyalara ne gerek vardı? Arkadaşım: 'Herkes senin gibi değil. Normal insanlar dört saatte bir acıkırlar' diyor. Topu topu altı saatlik yolumuz kaldı. (Gerçekten mi?)

Yemekte ilginç şeyler var. İçi sebzeyle doldurulmuş kuzu budu, Alpaga eti ve tavuk seçeneklerinden sonuncusunu tercih ediyorum. Diğerlerinden de tadıyorum. Hepsi lezzetli. Hatta Alpaga ile kuzunun tabaklardaki resmini bile çekiyorum. Bira içebilir miyiz? Tabii. Bu bölgenin 'Huari' diye bir birası var, güzel içimli. Ben büyük şişe istiyorum. Nasılsa yolda arada durur, ihtiyaç molası veririz, değil mi? Hem otobüsün de tuvaleti var.

O yemek ve bira bugünkü yolculukta yaşayacağım son güzel şeyler oluyor. Şehirden çıkar çıkmaz yol bitti. Çöle girdik ve neye uğradığımı şaşırdım. Girmek de ne kelime? Saplanmamak için çırpınmaya başladık demek daha doğru olur. Otobüs hırıltılarla debelenirken biz de içinde sağa sola savrulmayalım diye koltukların kenarlarına sıkı sıkı yapışıyoruz. Ufka kadar her yan taş, toprak. Üstelik Titicaca'nın dalgaları gibi inişli çıkışlı, düz değil. Güneş tepemizde. Camları açmıştık fakat öyle bir toz doluyor ki içeriye, hepsini aceleyle kapatıyoruz. Bantlasak mı acaba? Zıplarken nasıl yapacağız? Bazıları üstlerini silkelemeye çalışıyorlar. Ne anlamsız bir uğraş! Maske takanlar bile var. Bu konuda haklı olabilirler. Rehberimize çıkışanlar, çölün göbeğinden geçeceğimizi söylemediği için sitem edenler dolu. Adamcağızın yüzü tekrar morarıyor. Ama toz bulutu, içerisini tek boşluk bırakmayacak şekilde kapladığı için pek belli olmuyor. Birbirimize bakıyoruz. Olduğu gibi kabullenmek en iyisi. Başımızı soktuk bir kere, ne yaşayacaksak yaşayacağız artık.

Bir saatin içinde hem de öylesine sarsılırken beş altı kişi tuvalete gitti. Ben de mi gitsem acaba? Bira etkisini göstermeye başladı, mesanem doluyor. Ama böyle zıplarken olmaz ki! Nasılsa dururuz, biraz daha dayanırım.

Gürültüyle yalpalıyoruz ve neyse ki devrilmeden durabiliyoruz. Ön kapının üzerindeki cam patladı. Taş sıçradı herhalde. Önde oturanlar kucaklarındaki cam kırıklarını temizlemeye çalışıyorlar. Neyse, kimse yaralanmadı. Rehberlerimizle şoförlerimiz ortalığı toparlayıp durum tespiti yapıyorlar. Hazır durmuşken tuvalete gitmeli. Fakat benden önce davranan bir grup elemanı kötü haberi veriyor. Sifon çalışmıyor artık. Musluktan su da akmıyor. Hayır, gidemem. Dayanmaya devam.

Öylece yola çıkmaya karar veriliyor. En fazla iki yüz metre gidip tekrar duruyoruz. Tozdan boğulacağız. Şu camsız pencereyi bir şekilde kapatmak lazım.

Otobüsün kliması çalışmıyor, tuvaleti iptal oldu falan ama baş üstü setlerde kocaman naylonlar hazır. Şoförler önlem almışlar. Demek ki bu bölgede olaysız yolculuk imkansıza yakın. Kalın bantlar bile var. Hemen işe girişiyorlar. Naylonlar uygun boyutta kesiliyor, hazırlanıyor. Kalamiti Jane de yardım ediyor. Bu tür işlere alışık görünüyor, eli yatkın. Aralarında Aymara dilinde, Türk rehberimizle de İspanyolca konuşuyorlar. Son derece sakinler. Kalmış kırık parçalar temizleniyor. Suni camımız oluşturuluyor. Fena değil. Motor çalışıyor, tekerlekler bir kez daha dönüyor.

En fazla beş kilometre gidebiliyoruz. Naylon penceremiz önce aralanıyor sonra bantlarından kurtulup özgürlüğünü ilan ediyor. Tekrar duruyoruz. Bu kez daha dikkatli bir işlem gerçekleştiriliyor ve elbette ki daha uzun sürüyor.

Gidiyoruz ya da gitmek için gayret gösteriyoruz. Otobüs sarsıla sarsıla taşların üzerinden geçiyor. Herhalde saatte on kilometreyle falan ilerliyoruz. Yakınmalar sırasıyla: 'Belim ağrıdı, kollarımın gücü kalmadı, sırtım gerildi, tozdan boğulacağım, tansiyonum çıktı, ayaklarım şişti' şeklinde geliyor. Arkadaşım bana bakıp: 'Nasılsın?' diyor. Endişeli. Lokantada bira şişemin resmini çekmişti. Utanıyorum. 'Fena değilim, merak etme' diyorum.

Gözlerimi kapattım. Ben gereğinde on dört saat tuvalete gitmeden idare etmiş bir insan değil miyim? Gerçi öyle zamanlarda sıvı alımını durdururum ama bedenim de eğitimlidir. Böbreklerime: 'Yeter artık, süzmeyin!' emrini veriyorum. Mesaneme: 'Çabuk genişle!' diyorum. Söz dinliyorlar. Beni yarı yolda bırakmıyorlar.

Kaç saat sonra tekrar durduk, hatırlamıyorum. Çölde eski bir yapının yanında. Taştan, kulübemsi bir yer. Preinkaların ölülerine hazırladıkları ev benzeri mezarlardan biriymiş. Dört beş kişiyle birlikte ben de iniyorum. Biraz ayakta durmak iyi gelecek. Bir de sigara içiyorum.

Artık hava serinlemeye başladı. Hatta hızla soğuyor demek daha doğru olacak. Alacakaranlıkta çölün orta yerine atılıvermiş gibi duran bir köyün içinden geçtik. Okulun bahçesinde basketbol oynayan çocuklar vardı; kız erkek karışık. Tepesine bavullarla birlikte bisiklet bağlanmış külüstür bir otobüs çaprazımızdan kayıp gitti. Başkaları talep etti ihtiyaç molasını; ben hiçbir şey söylemedim. Cevap olumsuz. Burada genel tuvalet bulamazmışız.

Karanlık bastırdı. Titriyoruz ve toz soluyoruz. Sarsıntıya alıştım. Tesadüfen düz yola çıkacak olursak yadırgayacağım. Acıktığını söyleyenler oldu. Kalamiti Jane kumanyaları dağıttı. İkimiz hariç herkes iştahla yedi. Şaşkınlıkla bakakaldım.

Saat yedide ikinci köye vardık ve durduk. Tekrar adamakıllı sızdırmaya başlamış olan naylon penceremiz tamir görecek. Bu arada belki genel tuvalet de bulabilirmişiz. Şoförlerle birlikte rehberimiz keşfe çıktılar. İnip bakınıyorum. Bir köy kahvesinin önündeyiz. İçeride televizyon seyredip yemek atıştıran birkaç kişi var. Bizimkilerin gittiği yöne seğirtiyorum. İşte oradalar! Baraka benzeri döküntü binaların önündeler. Ümitle ilerliyorum; üçü birden karşıma dikiliyorlar. Şoförler: 'No, no!' derken rehberimiz iki kolunu birden açıp dehşetten büyümüş gözlerini gözlerime dikerek: 'Sakın gitme!' diye adeta haykırıyor. Ne biçim bir yerse, onlar bile girememişler. Çaresiz geriye dönüp bir sigara yakıyorum.

Yeni suni camımız çok güzel oldu. Hem içten hem de dıştan naylonlu, gergin, kenarları geniş bantlı... Köyden kimse yardım etmedi. Sadece seyrettiler. Kahveye de buyur etmediler. Sessizce süzüldük. Belki düşmanca değil ama dostça da değil. Yerli halk, beyazlara güvenmiyor. Haksız sayılmazlar; İspanyollar atalarını silip süpürmüş.

Otelimizin de bulunduğu küçük kasabanın ışıklarını görmek öylesine mutluluk vericiydi ki! Ümit kadar insana dayanma gücü veren hiçbir şey yok, anladım.

Saat dokuzda oteldeydik. Düşünceli arkadaşım valizlerimizi getireceğini söyledi ve anahtarı elime tutuşturduğu gibi beni odaya yolladı. Buralarda öyle yardımcı personel falan yok. 'Hepsini ikinci kata nasıl taşıyacaksın?' diye sordum. 'Boşver, sen git' dedi. Gerçekten de olmayan personeli bulmuş, halletmiş. Ben de ona duş sıramı verdim. Beklerken halının üzerine oturdum. Başka bir yere değil oturmak, dokunamayacak kadar kirli üstüm başım. Bedenimle gurur duyduğumu fark ettim. Bir litre birayı içine alıp dokuz saat boşaltmadan dayandı. Diğer zorluklar devede kulak. Asistanlığımın ilk gününde: 'Buraya gelen yüzme bilmiyor demektir. Biz çömezi öylece denize atarız. Suyun üstünde kalabilirsen her şeyi öğrenirsin' diyen hocalarımı ve güç tasarrufuyla denetim mekanizmalarının inceliklerini sakınmadan gösteren, zarar görmeden nasıl yararlı olabileceğimin tiyolarını veren kıdemlilerimi tek tek, minnetle andım.

Onda yemeğe indik. Herkes yedi. Ben ne yaptım, hatırlamıyorum. Ama hiçbir şey içmediğimden eminim.

Yarın sabah biraz geç kalkacağız; sekizde. Bunca eziyeti Uyuni'yi görmek için çektik. Değecek mi acaba?

14 Haziran 2010 Pazartesi

BOLİVYA'DA İLK GÜN (Ekim 2009 - DEVAM)

Bolivya fakir, belli oluyor. Copa Cabana'ya dar bir sokaktan girerken üstü başı dökülen çocuklarla boyanmamış dört beş katlı apartmanları görünce anlıyorum. Rehberimiz, binaları özellikle boyamadan, sıvalarıyla bıraktıklarını, böylece vergi ödemediklerini anlatıyor. Paraları yeterli olsa neden üç kuruş vergi için böylesine çirkin görünümlü, bakımsız yerlerde otursunlar ki? Zorunluluklar insanları estetikten uzak, çabuk yıpranmaya mahkum evlerde yaşamaya zorluyor anlaşılan.

Yol tatlı bir eğimle göle doğru iniyor. Titicaca'ya bakan hoş bir binanın önünde duruyoruz; boyalı. Otelimiz! Peru'dakiler gibi değil elbette ama idare eder, temiz. Odalar küçük, gösterişsiz. Penceremizi açtığımızda gölle karşı karşıyayız. Ufak bir balıkçı barınağının önündeyiz. Kayıklar suyun üzerinde hafifçe salınıyorlar. Çok güzel!

Öyle uzun uzun manzara seyretmeye, düşüncelere dalmaya falan vakit yok. Bavulları bırakıp yarım saat içinde yemeğe iniyoruz. Ne yediğimi unuttum doğrusu. Herhalde ya tavuk ya da balık yemişimdir. Belki de sadece tadına bakmışımdır, emin değilim.

Kıyıya vardık. Gezi teknesi diye bindiğimiz arkadan dümenli motor, Peru'dakine hiç benzemiyor. Her an dağılıverecekmiş gibi bir izlenim bıraktı üzerimde. Nitekim bindik ve tekne karaya oturdu. Uzun sopalarla falan ittiler ama işe yaramadı. Aralıklı tahtaları yer yer çürümüş iskeleye inmemizi istediler; atladık. On beş kişinin ağırlığı eksilince motorumuz yüzdü ve hafifçe ilerledi. 'Hadi, binin!' dediler, bir kez daha atladık. Neyse kimse suya düşmedi. Çevikmişiz.

Yola çıktık. Kaptanımız arkada, dümeni ayağıyla idare eden genç bir adam. Yaşı on yedi ile otuz yedi arasında olabilir. Yüzü esmer, sert ve duygusuz. Geceleri bu tekne ile belki silah belki de işlenmiş koka yaprağı kaçakçılığı yaptığını düşünüyorum. Titicaca'nın avlanmalarına izin verilmeyen bazı balıklarını avlamak gibi daha masum bir kanunsuz iş de yapıyor olabilir. Bu tekne belli ki idareten gezi teknesi olmuş.

Bir buçuk saat yol alıyoruz. Titicaca'nın engin, derin ve soğuk sularındayız. Soğuk olduğunu çok iyi biliyorum çünkü Peru'da elimi soktum. Parmaklarımdan tüm vücuduma yayılan ürpertiyle elektrik çarpmış gibi titredim. Bir de yine Peru'da, gruptaki tek erkek arkadaşımız suya girdi. İki kulaçtan sonra morarmış halde kendisini karaya zor attı. Yani bir kazaya uğrarsak Titicaca bizi boğmadan önce dondurarak kısmen rahat bir ölümle içine alacak.

Güneş adasına vardık. Saat dört buçuk. Kıyıya çıkıyoruz. Bir köy meydanına benziyor. İri kumlar ve taşlarla bezeli küçük alanda tek tük satıcılar, ellerinden tuttukları çocuklarıyla yürüyen kadınlar, bir iki lama... Burası yerleşim yeri, inanılmaz! İnsanlar neyle geçiniyorlar acaba? 'Balıkçılık' diyor rehberimiz. Kaçakçılığın adı anılmıyor ama başka geçim kaynağı yok, belli.

Yine tırmanacağız. Yüz elli basamak. Bazıları gelmiyor. Ben elbette ki çıkacağım. Arada durup soluklanarak adım adım gidiyorum. Kendime şaşıyorum. Ne dayanıklıymışım! Gerçi gerilla eğitimi aldım sayılır ama bu kadar etkili olduğunu bilmiyordum. Peru ve Bolivya gezisini elli yaşından sonra yapmak tehlikeliymiş. Neyse, öncesinde yakaladık.

Çıktık nihayet. Soluğum kesilmek üzere. Başım dönerken şöyle bir bakınıyorum: Topu topu bir tane çeşme var karşımızda. Üç musluğundan biri az, biri orta, biri çok su akıtıyor. Başında sürüyle bidon var. Bir çocuk kendi bidonuna su dolduruyor. Kutsal çeşmeymiş; Kalamiti Jane söyledi. 'Yalan söylemeyeceksin, tembellik yapmayacaksın, temiz olacaksın!' diyerek akıyorlarmış. Ama sırası neydi, az akanla çok akan hangisini söylüyorlardı, unuttum. Ter içinde kaldık. Çeşmelerde yüzümüzü yıkıyoruz, iyi geliyor. Yerel halk, Titicaca'nın suyunun buraya yükseldiğine ve temizlenerek aktığına inanıyormuş. Gruptaki bir mühendis, kaynak olduğunu ve suyun nasıl bu yükseklikte akıyor olabileceğini ayrıntılarıyla açıklıyor; hiçbir şey anlamıyorum.

Manzara güzel. Ada manzarası işte! Daha da çıkacağımızı söylüyor Kalamiti Jane. Bu arada Türk rehberimiz aşağıda kaldı. Kustu. Bu zamana kadar dayanması mucizeydi zaten. Sorumluluk sahibi bir insan olarak yükseklik hastalığına herkesten sonra tutuldu. Bakalım yukarıya gelebilecek mi?

Bazıları çıkmıyor ya da çıkamıyor. Biz, altı yedi kişi patika bir yoldan tırmanıyoruz. Tepeye vardık: Tam bir hüsran. Aşağı yukarı hiçbir şey yok. Birkaç köy evi ve neredeyse yıkıntıları bile kalmamış bir Preinka yerleşim yeri. Bir de puma şeklinde olduğu rivayet edilen fakat pumaya benzetebilmek için hayal gücünü gereğinden fazla zorlamanın gerektiği bir kaya. Sunak da var. Preinkalar insan kurban etmezlermiş. Hayvan sunağı olduğunu söylüyor Kalamiti Jane. Zavallı lamalar! Yaşlıca bir köylü kadın sunağın yakınına oturmuş, bohçasını açmış, el işi örtüler, Alpaga yünü karışık kazaklar, eldivenler satıyor. Çok ucuz. Sonradan o kadından alışveriş yapmadığıma pişman oluyorum. Asıl bir şey alınacaktıysa bu gölün ortasındaki adanın en tepesinde, yerde oturup el dokumalarını satmaya çabalayan inanılmaz ümitli kadından alınmalıydı. Tezgahını açtığı bölge, herhangi bir ticaret için dünyanın en elverişsiz yerlerinin ilk beş sırası içinde sayılabilir bence.

Türk rehberimiz nefes nefese bize yetişiyor. Karnı şişmiş, yüzü beyazlaşmış, ter içinde. Acıyorum. Hangi işi hakkıyla yapmaya çalışırsan zor, bir kez daha anlıyorum. Aniden rüzgar çıkıyor, gökyüzü kararıyor. Adamcağızın yukarıya çıkmasına değmedi. Hep birlikte aşağıya iniyoruz. İniş çok daha kolay.

Biz inene kadar rüzgar iyice şiddetlendi. Daha yoldayken Titicaca'nın koyu mavi - mor dalgalarını görüyoruz. Kıyıda biraz soluklanırken ve rehberlerimiz kaptanımızla durum değerlendirmesi yaparlarken on yaşlarında spastik bir çocuk yanımıza yaklaşıyor. Benim kafadar arkadaşım: 'Bunlar dünyanın neresine gitsen seni buluyorlar' diye dalga geçiyor. Çocuk el örgüsü, ince bileklikler satıyor. Annesi yapmış olabilir. Bir tane alıyorum.

Güneş adası, imparatorların evlendikten sonra geldikleri bir tür balayı merkeziymiş. Ay adasında seçkinler için yetiştirilen genç kızlardan seçtikleriyle Güneş adasında evlenir ve bir süre burada tatil yaparlarmış. Her ne kadar bu kültürde ana tanrıça hakim gibi görünse de erkeklerin rahatı o zamanlarda da yerindeymiş anlaşılan. En azından hükümdarların. Halkta eşitlik olduğu söyleniyor. Şöyle anlatıldı: 'Kadınlarla erkeklerin işleri ayrı olduğu için söz hakları da kendi sorumluluk alanlarıyla sınırlı kalıyordu'. Sanırım en önemlisi cinsellik çok doğal ve sakınmasız yaşanıyormuş. Saldırganlık hiç yokmuş. İd tıka basa doyurulunca ego geride kalmasını biliyor olabilir mi? Psikologlar, sosyologlar, antropologlar değerlendirsin. Sonuçta mutlu toplumlardan söz ediliyor buralarda.

Kaptanımız gölün dalgaları nedeniyle Ay adasına yanaşamayacağımızı söylüyor. Zaten saat de beş buçuk oldu. Birazdan hava kararacak. Oy birliğiyle geriye dönmeye karar veriyoruz.

Tekrar teknemize bindik. Felaket sallanıyor. Hava alacakaranlık olduktan sonra on dakika içinde karanlık bastı. Açıldık. Etrafta tek ışık yok. Kaptana teknenin ışıklarını neden yakmadığını soruyoruz; bozuk olduğunu söylüyor. Ayrıca pusula yok, telsiz yok ve telefonlar da çekmiyor. Dünyanın bize göre diğer ucunda, dağların tepesindeki denizden bozma bir gölde doğanın insafıyla (varsa?) baş başa kaldık. Herkes panikledi. Ben de. Fakat sakin olmaya, kafayı çalıştırmaya gayret ediyorum. Işık bulmalıyız. Bu adam mutlaka gece göle çıkmaya alışkındır ama herhalde on beş yabancıyla değil. Soruyorum feneri olan var mı diye, birinin cebinden küçük bir şey çıkıyor. Kaptana veriyoruz. Minnettar kaldığı belli. O sert yüzü fenerin cılız ışığında gölgeli de olsa aydınlanıyor. Gölde kayalar var. En azından birine toslama olasılığımız azaldı. Yine de bu dalgada rahatlıkla alabora olabiliriz. Kimi ağlıyor, kimi söyleniyor, kimi küfrediyor, kimi gözlerini kapatmış belki de dua ediyor. Tur lideri olan genç kadın yola çıkarken teknenin tepesine tırmanmıştı (orada da oturacak yer var), aşağıya inemiyor. Sallanırken suya düşmeyeceğini sadece umuyoruz. Biz iki arkadaş susup düşünüyoruz. Ben ne anlamsız bir ölüm olacağını düşünüyorum. Ne diyecekler? 'Ne işleri vardı o derme çatma motorda? Hiç mi akılları yoktu?' diye hem söylenip hem üzülecekler. Doğru. Soğuktan nefret ederim. Anneannem de sıcaktan nefret ederdi. Yirmi altı sene önce Ankara'nın kuru Ağustos sıcağında öldü. Bir gün Hacettepe'nin morgunda kalmıştı. Morgun soğutucusu bozukmuş. Gömülmek için tabuttan çıkartıldığında kokuyordu. Kuzenimin cenazeyi mezara yerleştirirkenki yüz ifadesini gayet iyi hatırlıyorum. Derin derin nefes alıyordu, kusmamak için. Annemin teyzesi yani anneannemin kardeşi ise soğuktan nefret ederdi, benim gibi. Yirmi dört sene önce karlar İstanbul'u kaplamışken, o yılın en soğuk gününde öldü. Mezar yeri donmuştu. Kazıp çukur açmak için az uğraşmadılar. 'Bu örneklere bakarsak ve şimdiki ölümün soğuk suda gerçekleşeceği düşünülecek olursa burada hayatımın sonuna çok yakınım' diye anlamsız bir düz mantık yürütüyorum. Yine de aklım başımdayken, güneş tamamen batmamışken dalgaların resmini çekebildim. 'Acaba fotoğraf makinem kurtulur mu?' diye geçiyor aklımdan. Öyle film şeridi gibi hayatım falan hiç geçmiyor.

İki saat çalkalandık sanırım. Sonunda kimse zarar görmeden kıyıya vardık. Karaya ayak basmak güzel bir duyguymuş. Çoğunluk kendi derdine düşmüşken gruptaki üç doktor, rehberimizi sakinleştirmeye çalışıyoruz. Teknede soğukkanlı kalmayı başaran adam, iskeleye çıkar çıkmaz çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir yandan da Kalamiti Jane'e sövüp sayıyor. 'Bu ne sorumsuzluk? Bunca insanın hayatı böyle tehlikeye atılır mı? Neden teknenin ışığı yok, telsizi yok? Bunu bildireceğim!' diye tepiniyor neredeyse. Rahatlatmaya çalışıyoruz. Kendimizi unuttuk. Aslında unutmadık. O saçma ve utanılacak ölümden kurtulduk ya, işin yorgunluğu pek de önemli değil artık. Doktor olmak ne tuhaf şey! İnsanın içine işlemiş, otomatiğe bağlanmış bir denetim mekanizması aniden ortaya çıkıveriyor. Normal insanlar tehlike bitince daha çok kendilerine döndüler. Geçip gideni bir kez daha üstelik galiba içinde oldukları zamandan daha yoğun yaşamakla meşguller. Bizlerse artık her şeyin anı olduğunu başkalarına hatırlatmakla yükümlü sayıyoruz kendimizi. Gruptaki üçüncü doktor ki yıllar önce mesleği bırakmış, bir anda aynı davranış kalıbının içine giriveriyor.

Gece yemekte epeyce içtik. Kalamiti Jane ağladı. Üzüldüm. Daha doğrusu hem kızdım hem üzüldüm. Suya düşseydik ağlamaya fırsat bulamayacaktı; düşüncesiz kadın! Ülkesine alışık olabilir ama buraya gezmek için gelenlere de yeterli güvenlik önlemlerini sağlaması gerek. O ve bağlı olduğu yerel turizm şirketi. Anladı sanırım. Bir dahaki sefere daha dikkatli davranacağından eminim.

Saat on bir gibi odalarımıza çekiliyoruz. İkimizin de banyo yapacak hali yok. Elimizi yüzümüzü yıkayıp yatıyoruz. Öyle tehlike atlattık falan diye torpil yok. Sabah altıda kalkacağız, yedide yola çıkacağız. Önümüzde on iki saatlik bir otobüs yolculuğu var. O da her şey denk giderse tabii. Uyuni'ye gideceğiz. Dünyanın Çin Seddi ile birlikte uzaydan fark edilebilen iki oluşumundan doğal olanına. Neil Armstrong'un: 'Bu ayna da neyin nesi?' diye merak edip Bolivya'da geldiği yere. Dünyanın en büyük tuz gölü ya da çölüne. Biz kuru mevsimde gidiyoruz yani çöl halini göreceğiz.

11 Haziran 2010 Cuma

PERU'DAN BOLİVYA'YA YOL (Ekim 2009 yolculuk izlenimleri)

Sabah Antonio ile sarılıp öpüşüp vedalaştık. Antonio, Peru'daki yerel rehberimizdi. On gündür birlikteydik. Tek tük kalmış Peru Kızılderililerinden. Katolik fakat Amazon'un bebek hali Urubamba nehrine bereketi artsın diye yemeğinden bir parça sunabiliyor. Quechua dili ve İspanyolca iki ana dili. Ayrıca İngilizce ve Fransızca biliyor. Hayatında ilk kez Türk görmüş (biz de ilk kez Peru Kızılderilisi gördük). Biz gelmeden önce epeyce tedirginmiş nedir bunlar diye. Ama on günde öyle içli dışlı olduk, öylesine yakınlaştık ki ayrılırken hepimizin gözleri doldu. Antonio ise açık açık ağladı. Ne de olsa Latin Amerika'dayız, duyguları gizlemek değil, açığa vurmak doğal burada.

Türk rehberimiz yine yeşillerini giymiş. Sakal traşını olmuş, güne hazır. Otobüste hepimizi sayıyor. İlkokul çocukları gibi sayıma alıştım buralarda. Turla yolculuk deneyimim pek yoktu. 1997'de ilk kez yurt dışına çıktığımda üç arkadaşımla birlikte Anadolu'nun bir kasabasından Viyana ve Budapeşte'ye gitmiştik ama dört kişi olduğumuz için turu pek takmayıp kendimiz dolaşmıştık. Ondan sonra defalarca yurt dışına çıkmış olmama rağmen turistik gezi nedir bilmedim. Bu aslında benim için ilk bilinçli tur deneyimi. Peru'da her şey tıkır tıkır işledi. Bakalım Bolivya'da ne olacak?

Antonio'suz otobüs yolculuğu tuhaf geldi. Buralardaki benliğimde o sessiz varlığıyla ne çok alan kaplamış meğerse! Önden ikinci sırada oturuyoruz; biz iki kafadar. Titicaca'yı görerek gidiyoruz. Arada içerilere sapıyoruz, gölün uzantılarını oluşturan su birikintileriyle gölü kısmen besleyen küçük ırmakların kenarlarından geçiyoruz. Tek tük köy benzeri yerleşimler var. Pek köy de denemez, düzenli değil. Patates tarımının elverdiği ölçüde evler topluluğu demek daha doğru olur. Çalı çırpı benzeri yabani otlar, birkaç otlayan lama, çevremizde dağlar... Çok yüksek değil elbette, en fazla iki bin metre kadar yüksektirler. Ne de olsa biz de dört bin iki yüz (4200) metredeyiz. Yol hafif bir eğimle daha da yükseliyor.

Sınıra gelmeden iki kez durduk. Birinde yol kenarındaki taşların üzerine yakın zamanda işlenmiş İnka ve Preinka figürlerini görmek için diğerinde ise bu gezide bulunacağımız en yüksek yerde bir süre konaklayıp hediyelik eşya bakmak için. 4338 metredeyiz. Bunun gerçek olduğunu algılayabilmek amacıyla yüksekliği gösteren tabelanın önünde resim çektiriyoruz. Hediyelik eşyalar her yerde gördüklerimizden. Alpaga şallar, şapkalar, atkılar, yün kazaklar, taştan takılar bir de daha önce rastlamadığımız yoğunlukta Pan flütler. Defalarca dinledik, çok güzel ses çıkartıyorlar, yarım avuç kadar küçük olanlarından adam boyunu aşanları bile var, biliyoruz. Çekinerek orta boydaki bir tanesini elime alıyorum. Hafif, iki katlı bir şey. Satıcı nasıl üfleyeceğimi gösteriyor, üflüyorum. Ses çıkmıyor. Tekrar tekrar deniyorum; imkansız! Almam için cesaretlendiriliyorum; öğrenirmişim. Ses çıkartmayı beceremediğim bir çalgıyı çalmayı nasıl öğreneceğim? Almıyorum elbette. Üflemeye çalışırken çekilen resmim bana yeter. (Yoksa buraya Antonio ile birlikte daha önce mi gelmiştik?)

Unutuyordum, bir kez daha durduk. Tekrar Titicaca gölünü tüm genişliğiyle gördüğümüz bir yerde. Bir yanımız Peru, diğer yanımız Bolivya. Önünde yine resim çektiriyoruz. Ne de olsa insan iki ülkeyi aynı anda gördüğü, dünyanın en büyük ve en yüksek gölüne daha da yüksekten baktığı bir mekana sık sık gelemez.

Sınıra vardık. Bir adet Red Kit kasabası burası. Küçücük. Meydanında on kişi var yok. Her sınır kasabası gibi göbeğinde heykeli, çevresinde çimenleri, tek düzgün yoluyla terkedilmiş ya da unutulmuş izlenimi veren bir yer. Sağdaki sokağın hemen girişine bir kamyon park etmiş. Biraz ilerisinde manav var. Manavın arkası bitkisiz bir tepe. İnsanlar bizimle ilgilenmiyorlar. Yolcuyuz, gidiyoruz, belli. Gelenler olsak belki ilgilerini çekerdik.

Otobüsten indik. Otobüsümüz ayrı, biz ayrı geçecekmişiz. Yani Peru ile Bolivya arasındaki sınırı yürüyerek geçeceğiz. Arada tabelalar var, İspanyolca. Daha çok para birimlerini ve basit kuralları hatırlatıyorlar. İki sınır kasabasındakiler yalnız kimlik göstererek giriş çıkış yapabiliyorlarmış. Onun dışında pasaport bürolarına uğramak gerekiyor. Peru tarafındakine giriyoruz, kısa sürede çıkış damgalarımız basılıyor. Artık ara yerdeyiz. Peru'dan çıktık diye bakılıyor ama henüz Bolivya'ya girmedik.

Yürümeye başlıyoruz. Şimdiye kadar çoktan alıştığımız gibi hafif bir eğimle yukarıya doğru. Yol dar bir asfalt. Etraf boş. Sağdaki tepe sanki bizi seyrediyor. Hava sıcak. Üzerimdeki kısa kollu T shirt bile terletiyor. Kazağım ve montum sırt çantamda. Bu yükseklikte en ufak gölgede katları sırasıyla giymem gerektiğini öğrendim artık.

Yolun yüz metre kadar ilerisinde yarım daire şeklinde bir çeşit geçit (kapı) görünüyor. Ötesi Bolivya. Merakla yaklaşıyorum. Yalnız ben değil, herkes meraklı. Ülkeden ülkeye yürüyerek geçmek bana çok ilgi çekici geldi. Sınırların tümüyle insan yapısı olduğunu öyle iyi belirtiyor ki! Kapıya on, on beş metre kala Bolivya tarafından gelen küçük, üç tekerlekli arabacıklar görüyoruz. Kutsal vadideki Peru Kızılderili köyü Ollaylantambo'dakilerin aynı. Belki yirmi tane ardı ardına geçidin altından geçiyorlar. Çoğu mavi. Bir kısmının arka kapıları sarı boyalı. Tümü çiçeklerle süslü. Çok sevimliler. Hepsinin içinde bir ya da iki kişi var. Bugün burada yerel bir kutlama varmış. Neyi kutladıklarını öğrenemedim ama Bolivya'dan Peru'ya neşeyle geçen yerli halkı ve bu hoş arabaları görmek gerçekten güzeldi.

Kapının altından geçtik. Artık Bolivya'dayız. Bu tarafta yakınlarda yerleşim yeri yok gibi görünüyor. Arabalar nereden geldi acaba? Sağdaki tepe de bize eşlik etti, burada devamı var. Solda kulübemsi bir binaya giriyoruz; gümrükmüş. Gümrük memuru yok. İnsan istese kolayca, koşarak Bolivya sınırını geçebilir diye düşünüyorum. Pek gözleniyormuşuz ya da beklenmeyen konuklara karşı önlem alınmış gibi bir hisse kapılmadım. Hep beraber şaşkın şaşkın etrafımıza bakınırken başında kovboy şapkası, üzerinde dar kot pantolonu ve uzun kollu gömleğiyle dağlardan, Che'nin yanından inivermiş gibi görünen genç bir kadın yanımıza yaklaşıyor. Yüzü asık, kaşları çatık. Uzun siyah saçları şapkasının altından özgürce fışkırıyor. Rehberimiz olaya el koyup İspanyolca konuşmaya başlıyor. Meğerse Bolivya'daki yerel rehberimizmiş gelen. Kalamiti Jane. Asıl adını maalesef öğrenemedik. Ya da takma adı öyle uydu ki ben unuttum.

Yemeğe ya da uzun bir tuvalet molasına gitmiş olan gümrük memuru dönüyor. İçerideki tahta ama resmi masasının arkasına oturuyor. Yüzü asık. Fakat gerçek değil bence, öyle düşünüyorum. Rolü gereği asıyor suratını. Hepimiz küçük birer form dolduruyoruz. Sonra tek sıra oluşturmamız isteniyor, yapıyoruz. Pasaportlarımız damgalanıyor. Tamam galiba. Hayır! Bir kişinin Amerikan pasaportu var ve sorun çıkıyor. Ne de olsa sosyalist, Küba ile ittifak halindeki bir ülkeye giriyoruz. Amerikan pasaportu ile almıyorlar. Kızcağız yırtınıyor. Benim yalnız babam Amerikalı, ben aynı zamanda Türküm, Türk pasaportum da var diye ama ona da vize almamış. Giremeyecek gibi görünüyor. İlk kez Amerikan pasaportunun bu dünyada geçerli olmadığı hatta bulundurulmasının sorun olduğu bir yer görüyorum. Hoşuma da gitmiyor değil, ne yalan söyleyeyim.

Amerikan pasaportlu arkadaşımızla rehberimiz birlikte Peru'ya geri dönüyorlar (tabii yürüyerek). Bizler sıkı sıkı tembihliyiz sakın uzaklaşmayalım diye. Nereye gideceğiz ki? Bu arada otobüsümüz de geldi. Bazıları girip içinde oturuyor. Ben kulübenin dışındaki iki ağaçtan az gölge vereninin altındaki taşa tüneyip bir sigara yakıyorum. Kalamiti Jane hepimizi süzüyor. O bekçimiz. İkinci sigaramı da bitirdikten sonra yeter diyorum. Gölgesi çok olan ağacın altına geçip kazağımı giyiyorum.

Bir saat bekledik. Sonunda geldiler. Başarmışlar. Hem Peru gümrüğünde hem de Bolivya gümrüğünde gereken rüşveti verip işlemleri tamamlamışlar. Ama Bolivya'dayken bir daha Amerikan pasaportunu ortaya çıkartmaması için arkadaşımız dikkate değer bir öğüt almış.

Otobüse yerleşiyoruz. Kalamiti Jane'e 'merhaba' demeyi öğretiyoruz ve Copa Cabana'ya doğru yola çıkıyoruz. Bolivya'nın Copa Cabana'sı elbette. Turistik ama buraya göre. Küçük, on bin nüfuslu bir kasaba. Titicaca'nın kıyısında. Yemeğimizi yiyip gölün Bolivya tarafında tekne gezisi yapacağız. Güneş ve Ay adalarına gideceğiz. Yola çıkmak üçü geçecek diye geçiriyorum içimden. Gümrükte şu Amerikan pasaportu derdi yüzünden çok zaman kaybettik. Altıda hava kararıyor buralarda. Öyle romantik, uzun gün batımları falan yok. Biraz alacakaranlık sonra hemen ardından karanlık basıveriyor. Ülke değişti ama doğa değişmedi. Hala aynı yerdeyiz. Geçidin bu yakası pek tekinmiş gibi gözükmedi gözüme. Issız. Beklenmedik olaylara gebe sanki. Bakalım nelerle karşılaşacağız? Şöyle bir içimi yokluyorum. Korkuyor muyum? Hayır! Merakın doruk noktasındayım ve her dakikayı fark ederek yaşıyorum. Uzun zamandır geçmişten ve gelecekten kopuk olarak 'şimdi'de yaşamamıştım. Şu anda tam da onu yapıyorum. Çok hoşuma gidiyor. Derinlerde bir yerlerde ufak bir tedirginlik yok değil, itiraf etmeliyim ama pek aldırmıyorum.