ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

18 Haziran 2010 Cuma

BOLİVYA - UYUNİ (Başlangıç: Şaşkınlık)

Uyandığımda dinçtim. Ağrım, sızım, çalışmayan eklemim yok. Arkadaşım da iyi. Güne başlayabiliriz. O koşma isteği yaratan merak içimi kaplamış, 'hadi, tüm duyularını tam gaz çalıştır, hiç bir ayrıntıyı kaçırmayalım!' diye tepinip duruyor. Kalkıp odaya göz gezdiriyorum. Dün gece yorgunluktan nasıl bir yerde yattığımıza dikkat etmemiştim. Karyolaların, pencere pervazlarının, kapının hatta anahtarımızın takılı olduğu anahtarlığın bile delikli, açık kahverengi bir odundan yapılmış olduğunu fark ediyorum. Ne biçim ağaç bu?

Kahvaltıya iniyoruz. Açık büfe hiç fena değil. Herkes hazır. Rehberimiz uzun kollu tişört veya gömlek giymemizi, güneş gözlüklerimizle şapkalarımızı unutmamamızı, enselerimizi koruyacak fular veya kolsuz yelek bulundurmamızı, güneş koruyucusu sürmemizi hatırlatıyor. Sularımızı gelecek olan 4X4'lere o yükleyecek. Üzerimde kısa kollu Peru tişörtüm var. Fulardan hoşlanmıyorum. Yeleğimi yanıma almadım, şapka da güneş koruyucusu da yok. Sadece güneş gözlüğüm saydıklarına uyuyor. Ama 'bir bildiği vardır herhalde' diyerek odaya çıkıp üzerimi değiştiriyorum. Son temiz, uzun kollu tişörtüm siyah. Yeleğim de öyle. Güneşi derinden hissedeceğim, ne yapalım. Şapkayı orada satıyorlardır nasılsa, bir tane alırım. Koruyucuyu da boşver artık. Her söyleneni yapacak değilim.

Lobiye geri döndüğümde resepsiyonun önündeki küçük, minderli koltukların da aynı delikli tahtadan olduğunu görüyorum. Kalamiti Jane'e: 'Bunlar ne?' diye soruyorum. 'Kaktüs' diyor. Tabii ya, nasıl düşünemedim? Buralarda ağaç yok fakat dev kaktüsler var. Her şey kaktüsten yapılmış, ne güzel!

Ciplerimiz geldi. Biz ikimiz, grubun tek erkek elemanı bir de Kalamiti Jane aynı arabadayız. Şoförümüzle birlikte beş kişiyiz. Rehberimiz, Kalamiti'yi bize vererek torpil yaptı galiba. Yolda ondan epeyce bilgi alabiliriz. Dünkü yolculuğa gıkımız çıkmadan katlandığımızdan olsa gerek; ödüllendirildik.

Bir kez daha tekerlekler dönüyor. Stabilize bir yoldan ilerliyoruz. Kasabanın içinden geçmedik, diğer yöne doğru gidiyoruz. İki yanımızda uzanan toprak, kısmen beyazlaşmış. Aralıklı bitmiş çalılıklarda çok sayıda lama otlamakla meşgul. Sol tarafta ufku boydan boya And dağları kaplamış. Koyu mavi - mor renkleri, yumuşak kıvrımlı yükseltileriyle haşmetli görünüyorlar. Gökyüzü açık mavi. Tek tük beyaz bulutlar var; tüy gibi. Hava şimdiden sıcak.

Eyvah, arkadaşım güneş gözlüğünü unutmuş! Yapacak bir şey yok artık. Kasketinin siperliğini iyice indirip gözlerini kısarak idare edecek.

Kalamiti anlatmaya başlıyor:

Burası Bolivya altiplanosuna gidiş yoluymuş. Salar de Uyuni, 10600 kilometrekare genişliğinde ve yaklaşık 3700 metre yükseklikteymiş (demek ki biraz alçalmışız). Dünya lityum rezervinin yarısından fazlasını barındırıyormuş. Derinliği yer yer 120 metreyi buluyormuş (bunu biraz abarttı sanırım). Bir kat tuz, bir kat kil sonra yine tuz ve kil şeklinde bir yeraltı yapısı varmış. Tuzu yüzeyden topluyorlarmış. Derinlerdekini çıkartacak teknik olanaklar mevcut değilmiş. Ancak ihracatta sıkıntıları varmış. Şimdilerde yani Latin Amerika Sosyalist Birliği'ne dahil olduktan sonra, diğer yedi ülkeye yapılan dışsatımla biraz gelirleri artmış.

Tabii söz politikaya geliyor. Kalamiti Jane, halkın yeni yönetimden çok şey beklediğini fakat hayal kırıklığına uğradıklarını söylüyor. Adam kayırmacılık devam ediyormuş. La Paz'da bürokrasiye yakın tanıdığın yoksa iş yaptırılamıyormuş. Şu sıralarda verimli arazilerin kamulaştırılmasına başlanmış. Ancak ekme izni, bizdeki toprak ağalarına benzer kişilere veriliyormuş. Onlar da topraksız köylüleri işçi olarak çalıştırıyorlarmış. 'Göz yummaya mecburlar,' dedi Kalamiti. 'Başkanı yaklaşık yirmi kadar güçlü aile destekliyor ve cahil köylülere istedikleri partiye oy attırabilirler. Bu nedenle hükümet, güçlülerin beklentilerini karşılamak zorunda.' Yani kısacası hep aynı şeyler.

Turizmin neden geliştirilmediğini soruyoruz. En azından yollar düzeltilebilir, aralara birkaç düzgün mola yeri yapılabilir, Uyuni yakınlarına havaalanı bile planlanabilir, değil mi? Turizmden sorumlu hükümet sekreterinin, başkanın uzak akrabalarından emekli bir İngilizce öğretmeni olduğunu söylüyor. 'Belki ileride olur,' diyor.

Bir anda sohbet kesiliyor. Görüntü değişti. Toprak aşağı yukarı tamamen beyaza yakın artık. And dağları biraz uzaklaştı ve sanki alçaldılar. Hemen önlerinde boydan boya uzanan, parlak beyaz, kalınca bir çizgi var. Denizdeki ufuk çizgisi gibi. Ama ufuğun ardı görünüyor burada. Dağların etekleri havaya kalkmış; ayakları yerden kesilmiş denir ya, öyle. Lamalar yine otluyor fakat bir eksiklik var. Çalıların da lamaların da gölgeleri yok!

'Uyuni'de ışık farklıdır' diyor Kalamiti. 'Öyle resimler çekeceğiz ki şaşıracaksınız.' Sonra lamaların ne kadar değerli hayvanlar olduklarından bahsediyor. 'Otları köklerinden koparmazlar, böylece bitkiler tekrar büyüyebilir. Uzun mesafe yük taşımacılığında da çok önemlidirler. Eski devirlerde lama kervanları varmış.'

Ne değişik bir yer burası! Havalanmış kocaman sıradağlar, kendisini bu bulutsuz gökyüzünde nereye sakladıysa, yüzünü göstermeden çılgınca ışınlarını savuran güneş, ondan etkilenmeden nazikçe çalı yiyen gölgesiz, dayanıklı, doğaya saygılı hayvanlar... Bir de olağanüstü uyum yetenekleriyle dört bin metrelerde var olmayı seçip büyük uygarlıklar kurmuş, her şeyin yerle bir olmasını seyretmiş, kalan küllerinden yeniden doğmaya çalışan gayretli bir halk. Müzikleri de öyle güzel ki! Bolivya'yı sevmeye başladım.

Yol bitti yine. Tuzun içinde ilerliyoruz. Şoför hangi doğrultuda gideceğini nasıl biliyor? Her yanımız bembeyaz. Cipte herkes suskun. Üstelik Kalamiti hariç hepimiz şaşkınız. Tuz üzerimde tuhaf bir etki yarattı. Büyülendim sanki. Gözlerimi beyazlıktan alamıyorum. Deniz gibi değil, hareket etmiyor. Durgun ve sessiz. Tümüyle açık; olduğu gibi. Bir şey söylemeye çalışmıyor, sadece var ve yansıtıyor. Görmek istiyorsan, kendini görebilirsin.

Bir buçuk saat gittikten sonra üzeri saz damlı, duvarları taşlarla desteklenmiş beyaz tuğlalı, döküntü görünümlü bir barakayla yine saz damlı üç dört kulübenin yanında durduk. Önümüzde aniden beliriverdiler. Varlıklarını uzaktan fark etmedik. Araçlardan indik. Güneşi hiç böylesine yakıcı hissetmemiştim. İki kere yakıyor; bir yukarıdan bir de tuzdan yansıyarak aşağıdan. En kısa sürede şapka bulmalıyım!

Rehberimiz ileride, belki iki yüz metre uzakta çalışan işçilerle birkaç kamyonu gösteriyor. Bulundukları yerde tuzdan yapılmış ufak tepecikler var. Tuzu küreklerle kamyon kasalarına yüklüyorlar. Barakada ise paketleme işi yapılıyormuş. İşçiler çalıştıkları sürelerde buradaki kulübelerde kalıyorlarmış. Yakından çekim yapmamamız için uyarılıyoruz. Çalışanların hepsi yerli halktan ve resim çekildiğinde ruhlarının fotoğrafın içine hapsolduğuna inanıyorlar.

Barakanın içi loş. Anne, baba ve dokuz on yaşlarında bir erkek çocuktan oluşan aile, torbalara tuz dolduruyor. Bizimle ilgilenmiyorlar. Kulübelere gitmiyoruz. Zaten onlar ev olarak kullanılıyor; özel mekan.

Neden tuğlaların beyaz olduğunu soruyorum. Tuzdan yapıldıkları içinmiş. Burada yapı malzemesi olarak da tuz kullanılıyor. Tuz otel de varmış. Hatta bir süre işletilmiş bile. Fakat yağmur yağdığı zaman doğal olarak eridiğinden hem güvenlik nedeniyle hem de çok bakım gerektirdiği için kapatılmış. Şimdilerde sadece bekçi, ailesiyle birlikte içinde oturuyormuş. Öğleden sonra gidip görecekmişiz.

Barakanın önünde güneş eko yaparak bizi kavururken, kışın karda üşüyormuşuz gibi poz verip resim çektiriyoruz.

Tekrar 4X4'lerimize bindik. Bu kez hedefimiz, öğle yemeğimizi de yiyeceğimiz, yüz bin civarında dev kaktüsten oluşan ormanlık bir alan. Elbette ki tuzun göbeğinde.

Kaktüs ormanı! Seksen metrelik bir tepeciğin her yanını kaplamışlar. Yine bir iki kulübe var; daha düzgün. Tepenin başlangıcına lokanta yapılmış. Önünde küçük, sıkıştırılmış tuzdan oluşturulmuş setlerde hediyelik eşyalar. Seçici algılamayla önce şapkaları görüyorum. Hemen bir tane alıp giyiyorum. Artık diğer satılanlara bakabilirim. Her şey tuzdan. Küçük kutular, heykelcikler, vazolar, kül tablaları... Sonuncusu çok ilgimi çekiyor tabii fakat almıyorum. Alınca kullanmak isteyeceğim, kirlenecek. Yıkayamayacağım çünkü eriyecek. Maddenin geçiciliği, aynı zamanda tekrarlanabilirliği, yeniden şekillendirilebilir oluşu, o tuzdan kül tablaları aracılığıyla kafama vuruluyor sanki.

Tepeye tırmandık. Biz nerelere çıktık, seksen metrelik tepe nedir ki? 1200 yaşındaki ölü kaktüsü gördük; hala ayaktaydı, devrilmemiş. 900 yaşındaki ise yaşıyordu üstelik çiçek açmıştı. Güney yarımküredeyiz, Ekim ayı ilkbahar buralarda. Hemen hemen tüm kaktüsler çiçeklenmiş. Tepelerine yakın birer tane kocaman, bir yerlere uzanmak istermiş gibi duran, beyaz çiçekleri var. Tuz kadar beyaz değil, biraz pembe tonu karışmış içlerine. Her şey dışa dönük bu alemde. Kaçınmıyorlar, saklanmıyorlar. Varlıklarını olduğu gibi sergiliyorlar.

Tepeden, kaktüslerin arasından Uyuni'ye baktık. Arabaların tekerlek izleri, sonsuzluğa uzanan yollara benziyor. Dağlar yine eteklerinin uçlarını yukarıya çekmişler, dans etmeye hazır, mor elbiseli kadınlar gibi bekliyorlar. Mutlak sessizlik, insanı duyma yetisi olduğundan şüpheye düşürüyor. Kaktüsleri görmesem dünyada beyazdan başka renk olmadığını düşüneceğim.

Japonya'da Aso yanardağının kükürdünü fokurdatıp dumanlar çıkarttığı aktif kraterinin içine bakmıştım. O zaman bile bu kadar etkilendiğimi hatırlamıyorum. Tuzun güzelliği, yalınlığından geliyor.

Yemekten sonra daha derinlere gideceğiz. Şaşkınlık bitti artık. Bundan sonra dinginliği hissedeceğim, biliyorum. Bu muhteşem doğayı olduğu gibi kabullenip tuzdaki geçici varlığımın keyfini çıkartacağım.

1 yorum:

jade dedi ki...

tuzu anlattığın boyutta hiç görmedim, ama düşünmemiştim de. kar gibi, geçici, eriyor olması da ilginç.
kül tablasını da keşke alsaydın...
okumaya devam ediyorum.