ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

4 Temmuz 2010 Pazar

PERU (NASKA)

Yemek yiyemedim. Deniz tuttu herhalde. Sigara içmek için dışarıya çıkınca büyük kafeslerinin içinde belki elli tane muhabbet kuşuyla karşılaştım. Renk renk, cıvıl cıvıl canlılar. Hemen yanlarında aynı büyüklükte bir kafes daha var ama boş izlenimi veriyor. Üzerine iliştirilmiş kağıda kalın harflerle 'Pepe & Aurelia' yazılmış. Dikkatli bakınca tüneklerinde rahatça oturup etrafa göz gezdiren yeşil papağanları gördüm. Çok güzeldiler.

Moladan sonra iki saat kadar yol aldık. Çevre boş. Yarı yarıya çalılarla kaplı kurak araziden geçiyoruz. Arada yine çölleşmiş kısımlar var. Artık deniz seviyesinde değiliz, yükseliyoruz. Naska, 700 - 800 metrelik rakıma sahip, And dağlarının eteklerinde kayalık bir bölge. Doğa yapısı olmadığı kesinleşmiş on iki tane çizim bulunuyormuş. Antonio figürleri İnkaların çizdiği konusunda çok emin. Sanat ürünleri olduğunu söylüyor. Çok değişik iddialar var tabii. Otobüste tartışma başlıyor. Herkes kendi doğrusunu savunuyor. Biz karışmıyoruz. Gördüğünün ne olduğundan, kimin yaptığından mutlaka emin olmak mı gerekir? Biraz da hayal aleminde dolaşalım, ayaklarımız yere basmasın bakalım. Zaten durum da uygun; sekiz kişilik uçaklarla 400 ile 800 metre irtifada yarım saat uçacağız.
Havaalanı küçük. Sıramızı beklerken pır pırların havalandıklarını görüyorum. Çok minikler! İyi sallayacaklar, belli.

İlk sekizde Türk rehberimiz, bizim gruptaysa Antonio var. İnince dağılmış olursak yapamayız diye binmeden önce uçağımızın önünde hep birlikte resim çektiriyoruz. Pilotumuz melez, yardımcısı ise hem kadın hem melez.

Kalktık. Gürültülü ve sarsıntılı. And dağları yakın, sivri tepelerle bezeli geniş bir duvar gibi önümüzde. Altımızdaki yeryüzü kurumuş da donmuş nehir yataklarına benzer çizgilerle kaplı. Kalın olmalılar çünkü Panamerikan karayolu yanlarında ince kalıyor. Renk, kurşuni gri. Başka bir gezegene geldiniz deseler, inanacağım.

Şekillerin bulunduğu bölgede uçak önce alçalıp sağa yatıyor, sonra biraz yükselip aniden dönüyor, tekrar alçalıp sola yatıyor. Her seferinde kopilot hangi şeklin üzerinde olduğumuzu söylüyor ve 'hadi, şimdi!' diyerek resim çekmek için en uygun zamanı haber veriyor. Tam yirmi dört kez aynı manevra yapıldı. Kimsede iç kulak sıvısı falan kalmadı, hepsi ya çorba oldu ya da pelte. Sararıp solanlar, erken bitirelim diye ısrar edenler, kusmaya başlayanlar... Bir ara pilot şamatadan korkup dönme eğilimi gösterdi, Antonio kanalıyla engelledik tabii. İyi düşünüp binmeselerdi! İnsan Naska çizgilerini hayatında kaç kez kendi gözleriyle görebilir ki? Resimler çok net çıkmadı, bazı şekilleriyse çekemedim ama müthiş bir deneyimdi. Yukarıdan bakılarak planlanmış da öyle çizilmiş izlenimi edindim. Eğer gerçekten İnkalar çizdiyse inanılmaz bir mimari dehaları varmış. Sanat eserleriyse, bence dünyanın en etkileyicileri.

İndiğimizde ikimizle Antonio dışında herkes kusuyordu. Bize nedense bir şey olmadı, hafif baş dönmesiyle atlattık. Sonra elbette ki pilotumuz ve yardımcısıyla resim çektirdik. Hatta ön koltuğa oturup uçağı kullanıyormuş gibi bile yaptık. Yalnız Antonio, kopilotun pembe kulaklıklarını takmayı reddetti. Erkek olarak ona uymazmış. Pilot istemeyerek koyu gri renkteki kendininkileri vermek zorunda kaldı; ne de olsa vatandaşı, kırmak yakışmaz.

Naska'da uçtuğumuza dair 'El Piloto' imzalı belgelerimizi alıp milletin biraz toparlanmasını bekledikten sonra tekrar yola çıkıyoruz. Bu kez hedef, çömlek atölyesi.

Çömlek ve süs eşyası yapımı ilkel ama ortaya güzel şeyler çıkıyor. Eski İnka eserlerinin aşağı yukarı aynılarını üretip satıyorlar. Kullandıkları boyalar doğal. Gerçek parçaları dağlardan toplayıp (kimse 'bunlar burada ne arıyor?' diye sormuyor demek ki) onlara bakarak toprağı şekillendiriyorlar, bahçe girişindeki yere gömülü küçük fırında pişiriyorlar. Atölye hem ev hem çalışma mekanı olarak kullanılıyor. Bize yapım aşamasını gösteren genç Kızılderili kadının çocuğu olduğunu tahmin ettiğim iki yaşlarında bir minik, ortalıkta koşuşturuyordu. Naylon iskemlenin üzerinde evin köpeği uyuyor, altında ise yıldızlarla kaplı, domates görünümlü top duruyordu. Ufaklık, resme dahil olmak istemedi.

Saat beş buçuk oldu, birazdan hava kararacak. Otele doğru yola çıkıyoruz. Alacakaranlıkta yüksek duvarlı, büyük tahta kapılı bir yere geliyoruz. Antonio otobüsten inip kapıyı çalıyor. Bildiğimiz daire girişlerindeki ziller gibi, sesi öyle. Bir tür han burası. Ağır kapı gıcırdayarak açılıyor.

Şimdiye kadar gördüğüm en zevkli otele girdik. Çeşit çeşit ağaç kenarlara dikilmiş. Yeşillerin tonları birbirlerine ne kadar uygun! Bakımlı çimenler, sağda belki otuz değişik tür kaktüsten oluşmuş küçük bir bahçe, ilerisinde pembe beyaz mermerli geniş basamaklarıyla tavana kadar camlı ana bina, solda koyu kahverengi tahtadan tek sıra dizilmiş odalar, önlerinde kocaman toprak saksılarda binbir çeşit çiçek... Çevre de odamız da tertemiz. Tüm mekanlarda açık, uçuk renkler kullanılmış, ferahlıktan başka bir şey hissetmek olanaksız. Tek kusuru duvarların çok ince olmasıydı. Yan odadakiler ne zaman çanta açtılar, duş aldılar, hep duyduk. Onlar da bizi tabii.

Lobi daha şaşırtıcıydı. Yemek salonu kadar geniş ve orta yerine Feng Shui köşesi (merkezi demek daha doğru olur belki de) yerleştirilmiş. Arkasındaki duvarda ise Peru'lu ressamların orijinal tablolarıyla el dokuması halılar... Her şey birbiriyle öylesine uyumlu ki!

Yemekte grubumuzdan başka sadece dört kişilik bir İngiliz aile vardı; otel boş sayılır. Ev yapımı Peru şarabı içerken otelin sahipleriyle tanıştık. İtalyan bir karı koca. Birkaç yıl önce Peru'ya gezmeye gelmişler ve çok etkilenmişler. Ülkelerindeki işlerini tasfiye edip yaşamak için Naska'ya dönmüşler sonra da burayı açmışlar. 'Biz her şeyi Peru'lulardan öğrendik. Kızılderili halkı topyekun sanatçıdır' dediler.

Arada sigara içmek için dışarıya çıktığımda 'zır zır' diye zil çaldı. Garsonlardan biri koşturup zorla ağır kapıyı araladı ve içeriye enstrumanlarıyla birlikte altı genç müzisyen girdi. Adamın el kol hareketlerinden konuşmanın 'hadi, çabuk, nerede kaldınız?' kısmını anladım. Ben de arkalarından seyirttim; konseri kaçırmak istemem.

Bir halkın yerel müziği çok sesliyse orada yaşam ölüme galip gelir, insanlar hem duyarak hem bilinçle yaşarlar üstelik çevreye de ümit saçarlar; benim düşüncem bu (Antonio'ya da söyledim). Şu anda ezilmiş olmalarının pek önemi yok, potansiyelleri çok güçlü, içlerinde kin barındırmıyorlar bir kere. Her an beklenmedik atılımları gerçekleştirebilirler. O kaba tipli gençlerin yaptıkları müzik mükemmeldi.

Rehberimiz çok keyiflendi. Belki biraz da otel sahiplerine jest olsun diye, müzisyenlerle fısır fısır konuştuktan sonra ikisinin eşliğinde İtalyanca öyle bir Napoliten şarkı döktürdü ki ağzım açık kaldı. Ne ses varmış adamda!

Gece geç vakitlere kadar dışarıda, duvarın üzerinde oturdum. Arkadaşım da geldi. Hava sıcak, ters duran hilal tombullaşmış, gökyüzü göz kırpan yıldızlarla dolu. Hiç yorgunluk hissetmiyorum. İyi ki geldik; Peru büyüleyici bir yer.

Hiç yorum yok: