ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

11 Temmuz 2010 Pazar

PERU (KUTSAL VADİ: Urubamba, Ollaylantambo, Şaman ayini)

Sabah kalkar kalkmaz kustum ve bitti. Gün içinde karnımın şişliği yavaş yavaş indi, sonra da bir şey olmadı. En çok bu olayı kimseye belli etmeden atlattığıma sevindim.

Bugünkü program çok dolu. Önce lama çiftliğine gideceğiz; bir tür hayvanat bahçesi. Sonra kutsal vadiye çıkacağız. Çıkacağız diyorum çünkü iki yüz metre daha yükseleceğiz. Organizasyon gayet iyi. Tırmanma şeridinin eğimini alıştırarak arttırıyorlar. Öğle yemeğinin ardından yaşayan tek İnka köyü olan Ollaylantambo'yu gezeceğiz. Gece kutsal vadideki bir otelde konaklayıp Şaman ayini izleyeceğiz.

İsimler söylendiği anda belleğime yapışıyor sanki. Ne tekrar sordum ne de unuttum.

Lama çiftliğinde elimize bol otlu çalılar tutuşturdular. Lamalar köklerini koparmadan yaprak yemeyi bilen hayvanlar. Uzun boyunlulara dikkat etmemizi, kızarlarsa tükürebileceklerini söylediler. Çok çeşitleri var. Ben en çok siyah tüylü, orta boylu olanlarını sevdim. Kaçınmıyorlar, okşanmaktan hoşlanıyorlar. Genellikle sakin, sevimli hayvanlar.

Alpakalar da onlarla birlikte yaşıyor. Alpaka yününden dünyanın en yumuşak, ısıtıcı ve şık kazakları, şalları yapılıyor. Yaza giriş mevsimindeyiz; kırkılmışlardı. Rengarenk papağanların tünediği ağaçların altında çırılçıplak kalmış, otluyorlar.

Geniş bir kafesin derinliklerinde puma yatıyordu ama tenezzül edip bize görünmedi.

İnce metal tellerle örülmüş geniş bir alanın içine girdik. Anne, baba ve çocuktan oluşan kondor ailesinin yaşam bölgesindeyiz. Orta yerde puma heykeli var. En koyu renkte olanı yavruymuş. Ne yavrusu! Hepsi en az yarım insan iriliğinde üstelik kanatlarını açtıklarında üç metrelik genişliğe ulaşıyorlar. Leş yiyici olduklarından bizler için tehlikesizmişler. Nitekim bakıcıları çiğ etler attığında uçup onları kapıştılar. Beyaz taştan pumanın üzerine konduklarında arkalarına geçip resim çektiren cesurlar çıktı. Biz yanaşmadık. Belli mi olur, yırtıcı kuş bu!

Oradan çıkınca rahatladım. Kızılderililer işyeri gibi gelip burada kumaş dokuyorlar. Boyalar hep doğal. Turistlerle ilgilenmiyorlar. İşlerini görüyorlar.

Hediyelik eşyaların sergilendiği yerde bir Peru köpeği gördüm. Siyah, tüysüz, kulaklarının arasındaki yolunmuş yele benzeri saçlarıyla kuyruğu sarı, çirkin bir hayvan. Bu yörede yetişiyor. Resmini çekerken, İspanyol kökenli çocuk sahibi altına girdi. 'Çekil!' falan dememe aldırmadı, öyle poz vermeye alışmışlar. İster istemez ikisini birden fotoğrafıma hapsettim.

Kutsal vadi! Tepeden manzara muhteşem! Peru'nun en verimli topraklarındayız. 400 çeşit patatesle 250 çeşit mısırın üçte ikisinin üretildiği yere bakıyoruz. Patatesle mısır deyip geçmemek lazım, Peru'nun esas beslenme ve tarımsal dışsatım kaynakları. 4000 metrenin üzerinde yetişen mısırlar siyah oluyor; gördük.

Yine bir çanakta elbette. Sivri zirveli, heybetli dağlarla çevrelenmiş geniş, sulak tarlalarla yanyana yerleşim bölgeleri. 'Su nereden?' diye sorduğumda asıl çarpıcı yanıtı aldım. Urubamba besliyor burayı; Amazon'un başlangıcı! Az öteden doğuyor, ufak bir nehir halini alarak neşeyle yaşam saçıyor. İnkaların terasları, vadinin yamaçlarında bozulmadan kalmış. Küçüklü büyüklü; anlatıldığı gibi. Tepede İnka evleri var. Saz damlı, sıradan görünüşlü, gerektiği kadar işlevsel. Karşı dağın ortasına oyularak inşa edilmiş iki silo göze çarpıyor. İnkalar depo olarak kullanıyorlarmış. Ürünün toplanıp sonra dağıtımının yapıldığı ana merkezler. Patika benzeri yollarla ulaşılıyor. Biri hala kullanılıyormuş. Yine aynı yerde tuhaf bir yüz var: Tunupa. Bereket tanrısı. Uzun silueti asık suratlı, çirkince. Yabancıları korkutması gerektiğinden öyleymiş.

O vadiyi saatlerce seyredebilirdim.

Yemek aşağıda, Urubamba'nın neredeyse kıyısında. Artık yiyebiliyorum. Nehir balığı istedim tabii. Lezzetliydi. Bitirir bitirmez çayırlık alana koşturdum. Gruptakiler hediyelik eşyalara bakıp dağ resimleri falan çekiyorlar. İçimde büyük bir heyecan var; Amazon'un çocukluğuyla tanışacağım!

Uçaktan, onca yüksekten fark edilebilen yılanımsı dev haliyle karşılaştığımdan olsa gerek, yaklaşırken ürperdim. Dünyanın en besleyici nehrinin yanındayım. Şırıltıyı aşmış, gürültüye dönüşmüş sesi kulaklarımda. Taşların üzerinden sekerek, hızla akıyor. Eğilip elimi soktum. Gücünü, yeryüzüne hayat veren serinliğini, ıslaklığını hissettim. Resmini çektim. Birine rica edip buluşmamızı kayıt altına da aldırdım.
Oradan zor ayrıldım. Urubamba'nın kıyısına bir kulübe yapıp barınmak mümkün deselerdi, hiçbir şey umurumda olmadan, tereddütsüz kalırdım.

Hedefimiz: Ollaylantambo. Halen İnka soyundan insanların geleneksel şekilde yaşadığı tek yerleşim yeri. Vadinin içinde. Eskiden önemli bir şehirmiş. Girişinde kralının tunçtan heykeli var; elinde kılıcıyla heybetli ve etkileyici. Köy küçücük. Giderek eğimini arttıran kaba Arnavut kaldırımlı yokuşu, dar sokakları, alçakgönüllü evleriyle cana yakın. Evlerin önlerinde el işleri sergileniyor. İçleri iki katlı. Üst kat daha çok depo olarak kullanılıyormuş. Sağdaki duvarlarında gerçek kafatasları duruyor. Atalarına aitmiş ve varlıklarıyla o evdeki aileye destek sağlıyorlarmış. Asıl yaşam alanı giriş katı. Yerlerde sürüyle tombul fare dolaşıyor. İnsanlarla tavuklar gibi hatta daha samimi ilişki içerisindeler. Aynı mekanı paylaşıyorlar, kaçmıyorlar, yemek artıklarıyla beslenip sonunda kızartma yapılarak afiyetle mideye indiriliyorlar. İşin bu kısmından hoşlandığımı pek söyleyemeyeceğim.

Ollaylantambo'nun da kendine göre bir trafiği var. Küçük, üç tekerlekli arabacıklar kaldırım kenarlarına park etmiş. Yokuşu çıkmaya çalışırlarken nefesleri kesiliyor, şoförleri inip arkalarında itiyor. Solda bakkal, ellerinde poşetleriyle çarşıdan dönen yerli kadınlar, her milletten gezginler, otobüsler... Çok canlı.

Kaleye tırmanıyoruz. Yine yüksek, taş basamaklar ve çevreye hakim görüntü. Bu kez zorlanmadım.

Onca gelişmiş uygarlıktan bugüne kalan bu işte. Yoksul, cahil bırakılmış, katledilmiş atalarının kemiklerinden güç almaya çalışıp ne anlattıklarını bilemeyen, yabancılara bir şeyler satıp şarkı söyleyerek geçinmeye çabalayan sakin, doğayla barışık bir avuç insan.

Antonio'ya İspanyol turistlerle konuştuklarını soruyoruz. 'Benim üslubum hiç değişmez' diyor. Bal rengi parlayan koyu kahverengi gözleri yaşlarla dolu.

Vadinin derinliklerindeki otelimize geliyoruz. Çiçeklerle kaplı, örme taş duvarlı ev benzeri odaları, alabildiğine yayılmış bakımlı çimenleriyle Naska'daki kadar güzel. Arkadaşım burayı öyle beğendi ki odamızın resmini bile çekti. Yataklarımızın baş kısımlarında Kolibriler var. Dünyanın en küçük, en hızlı kanat çırpan, geriye doğru da uçabilen harika kuşları. Beyaz yatak örtülü karyolalarda figürler siyah, siyah örtülülerdeyse beyaz. Sabah bahçede gerçeklerini de gördük.

Şaman ayini sırasında konuşmamamız için uyarılıyoruz. Ayin başladıktan sonra resim de çekilmeyecek. Şaman, Kızılderili bir kadın. Orta yaşlı, şişman, boylu boslu, uzun saçlı. Gece mavisi, bol pantolonunun üzerinde kırmızı, kenarlarında beyaz helezon desenleri olan giysisi ve sırtında bembeyaz şalı var. On yaşlarında bir Kızılderili kız çocuğu ile on beş on altısında iki İspanyol asıllı genç kızsa çırakları. İspanyolca konuşuyor, rehberimiz tercüme ediyor. (Nedense Antonio karışmadı.) Çocuğun çok yetenekli olduğunu söylüyor, Coca yapraklarının sarılı olduğu bohçayı ona taşıtıyor. Kızlar ateş yaktılar. Yere Peru kilimi serildi, kenarlarına şekerli kurabiyeler dizildi, ortasınaysa taşlar ve birkaç kurabiye daha kondu. Çocuk herkes için kırılıp bozulmamış üçer Coca yaprağı bulup dağıttı. Şaman, yaprakları sağ avucumuzda tutarken üç iyi şey dilememizi, sola geçirdiğimizdeyse kurtulmak istediğimiz üç sorunumuzu hatırlamamızı istedi. Sonra her birimizin önünde, parmak uçlarıyla omuzlarımıza dokunarak isteklerimizin kabulü ve kötülüklerden kurtulmamız için Paçamama'ya (ana tanrıça) dua etti. Yapraklar toplanıp kurabiyelerle birlikte harlanmış ateşte yakıldı.

Şamanların Kızılderili topluluklarında hala önemli kişiler olduklarını öğrendik. Hepsi kadınmış. Çünkü bu dünya ile tanrılar alemi arasında bağlantı kuran doğaüstü güç, Paçamama. Bereket tanrılarının, rüzgarların, yaşamdan ve ölümden sorumlu güçlerin dengesini sağlıyor, gerektiğinde hepsinin yerine geçiyor. Anadolu'nun Kibele'sinden daha baskın bir karakter. Şamanlar, onun manevi kızları. Düğünlere, ölümlere çağrılıyorlarmış. Halkın Katolik olması, Şaman ayinlerinin devam etmesini engellemiyor. Böyle gösterileriyse çok seyrek yapıyorlarmış. Konsantrasyon sağlayamayacaklarını düşünürlerse gelmez veya ayine başlamazlarmış.

Törenden sonra kendimi benliğimle uyum içinde duyumsadım; etkileyici bir şeydi. Tam tersine, huzursuzluk hissedenlerse çoğunluktaydı. Din tacirliği yapılıyormuşçasına öfkelendiler. Oysa bir kültürün göbeğine girebildik, kabul edilmeyebilirdik. Bence şanslıydık.

Arkadaşım ortada yok! Yirmi dakika sonra ağzı kulaklarında yanıma geliyor. Şamanla sohbet etmiş. Paçamama'nın yeryüzündeki temsilcisi, kızları nasıl seçtiğini, çocuğun duyarlılığının ne kadar fazla olduğunu falan anlatmış. Hiç soru sormamış.

Bu arada Şaman'ın modern dünyaya gayet güzel uyum sağladığını söylemeden geçemeyeceğim. Her birimize verdiği küçük, birbirlerine yapışık üçlü taşların yanında telefon numarası ve e-posta adresinin yazılı olduğu kartvizitini de sundu.

Geç saatlerde samanyolunu seyrettik. Öyle bizde, güneyde açık havalarda bazen belirdiği gibi değil, tüm gökyüzünü yarım daire şeklinde, pırıl pırıl, ortası yoğun, kenarlarına doğru seyrelen milyonlarca yıldızıyla kaplamış haliyle; yağmurdan sonra ortaya çıkan gümüşten bir gökkuşağı gibi. Gecenin rengi, turkuaza dönük koyu maviydi.

Kesinlikle farklı bir dünyadayız ve ben burayı çok sevdim.

Hiç yorum yok: