ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

29 Aralık 2010 Çarşamba

GÜNÜBİRLİK RODOS (Eylül 2010)

Çıkış kontrolü sırasında batı Avrupa'dan gelmiş turistleri saymazsam Türk'ten fazla Yunanlı var. 'Komşu bizi daha çok merak ediyor herhalde' diye bir yorum yapmalı mı acaba? Yoksa bu, gezi kültürüyle ilgili bir şey mi?

Gümrük görevlisinin camında bir yazı asılı: 'Pasaportunda Kuzey Kıbrıs damgası olanlar Yunanistan'a kabul edilmemektedir.' İşte çirkin politika başladı! Orta yaşlı bir erkek yolcu söylenerek dönüyor.

Feribot çok rahat. İçeride kahvaltı etmek mümkün. Turist rehberi olduğunu tahmin ettiğim bir adam mikrofonla Türkçe ve İngilizce bilgi veriyor. Yarım günlük şehir turu satın alabilirmişiz. Sonrasında serbest dolaşacağız. Sadece Türkçe olarak ekliyor: "Gümrüksüz satış alanlarında fiyatlar ve mallar aynı. Rodos'tan değil, Marmaris'ten alışveriş etmenizi öneririm. Ben öyle yapıyorum. Paramız kendimize kalıyor." Biraz milliyetçi kokular salgılasa da fena fikir değil, hatırlattığı iyi oldu. Tur da ucuz; dahil oluyorum.

Yanaştık. Yolculuk elli dakika sürdü. Bostancı'dan Bakırköy'e deniz otobüsüyle gitmek gibi bir şey. Levhalardaki yazılar falan değişmemiş olsa farklı bir ülkeye geldiğimi neredeyse algılayamayacağım.

Ülkeye giriş işlemlerinde memurlar güler yüzlü ve hızlı. Buluşma yeri güzel bir kafeye benziyor. Çok kozmopolit. Marmaris'tekinin on katı turist var burada. Gözüme çarpan dükkandan bir Rodos haritası satın alıyorum.

Rehberimiz, yaşlıca bir Yunanlı kadın. İngilizcesi aksansız, akıcı. Yaklaşık kırk kişiyiz. Beş altı Türk, diğerleri değişik ülkelerden. Otobüse biniyoruz. Yeni şehri dolaştırıyor, yerleşim yerleri, resmi kurumlar hakkında bilgi veriyor. Bu ada pek de adaya benzemiyor. Orta büyüklükte bir kent gibi. Gösterişli caddeleri, hareketli bir günlük hayatı var. Temiz. Çok albenili oteller gördüm. Kumsal neredeyse tüm ada boyunca geniş ve pırıltılı, akıp gidiyor. Panaromik manzaralı birkaç yerde durduk. Birinden Türkiye görünüyordu. Tuhaf! Özlemle baktım. 'Neyi özlüyorum bunca kısa sürede?' diye düşündüğümde ilk aklıma gelen, konuştuğum dil oldu. Aslında gittiğim herhangi bir yerde Türkçeyle iletişim kurabilsem diğer bütün değişkenler arkada, anlamsız kalacak; farkındayım.

Hava bulutlu hatta birkaç damla yağmur atıştırdı. Rehberimiz, Rodos'ta Haziran başından Eylül sonuna kadar yağmur yağmadığını söyledi. Çok istikrarlı bir iklimi var doğrusu. Bugün Eylül'ün son günü.

Apollon tapınağının önünde epeyce duruyoruz. Apollo: Işık Tanrısı! Onca güneşli güne sahip olmasından dolayı Rodos'u sahiplenmiş, özel korumasına almış. Yanında zeytin ağacı, arkasında Ege'nin pırıltılı sularıyla görkemliydi, ne yalan söyleyeyim.

Antik stadyum çok iyi korunmuş üstelik restore edilmiş. İçinde her an bir spor karşılaşması yapılabilir durumda. İmreniyorum.

Eski şehre vardık. Kale duvarları yüksek, bakımlı. Çok kalabalık. Herkes yabancı. Yunanlılar nerede? Rehberimiz, üç saatlik siestada olduklarını söylüyor. Bazen dört saate kadar uzayabiliyormuş. Sadece eski şehirdeki esnaf siesta yapmazmış. Çünkü onlar, kış uykusuna yatan hayvanlar gibi sonbahardan ilkbahara kadar çalışmazlarmış. Bu deyim benim uydurmam değil, Yunanlı kadın söyledi, duydum.

Meryem Ana'nın kocaman taş oymasının altından giriyoruz. İçerisi gerçekten şehir! Sokakları Arnavut kaldırımlı, antik görüntüsü bozulmamış, hareketli bir mekan. Lokantalar, dükkanlar, müzeler... Eski yapıyla yeni yaşam şekli uyumla iç içe geçmiş, ilk göreni çekim alanına sokuveriyor. Hemen yakındaki kilisenin çanları çalarken Süleyman caminden ezan okunuyordu. Buradaki Osmanlı etkisi kalıcı iz bırakmış. Az zaman değil tabii, dört yüz yıl.

Orada serbest bırakıldık. Etrafıma bakınırken portre ressamlarını gördüm. Zeytin ağaçlarından bir koridorun kenarına sıralanmışlar, müşteri bekliyorlardı. Çoğunun yanında küllükler; Yunanlılar epeyce sigara içiyor. Karşılarındaki bir banka oturup ben de içtim. Çalışmalarını izledim. Gerçekten yetenekliler. O bölgede özellikle Amerikalılar yoğunluktaydı. Şımarık davranışlarından Yunanlıların da hoşlanmadığını fark ettim.

Eski şehrin meydanı. Çok iyi konumdaki lokantalardan birinde, ön sıradaki küçük masa boş. Hemen oturuyorum. Acıktım zaten.

Sağımdaki masada İngilizler, solumda İsveçli bir çift, arkamda ise altı yedi kişilik Rus grup var. Meydan cıvıl cıvıl turist kaynıyor. Merkezdeki çeşmenin kenarına bebek arabalarını yanaştırmış batılı anne baba, sandviçlerini atıştırıyor. Hafif, dinlendirici Yunan ezgileri, dolaşıp bakınan yabancı kalabalığının uğultusuna karışıyor.

Garson geldi. Uzun boylu, kumral, yakışıklı bir Yunan delikanlısı. Akıcı İngilizcesiyle: "Hoş geldiniz" dedikten sonra nereli olduğumu sordu. Türk olduğumu öğrenince hafifçe gerildi, fark ettim. Belli etmemeye çalışarak menüyü uzattı. Başta Yunanca, sonraki sayfalardaysa İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça olarak yiyecekler sıralanıyor. Marmaris'teki Türkçesi kaldırılmış menüler gibi değil. İçim daraldı. Yunan salatası, ekmek ve Yunan birası isteyince bizim oğlan gevşedi. "İyi seçim" dedi; dost olduk.

 Yemekten sonra kaybolmamaya çalışarak eski şehrin sokaklarında dolaştım. Bir dükkanda çok güzel desenli örtüler gördüm. Evim yeni ya, daha önce içimde varlığından haberdar olmadığım örtü merakı türedi. Nereye gitsem önce onlara bakıyorum. Kapıdan girdim. Güler yüzlü, genç satıcı kadın istediklerimi çıkartıp gösterirken sohbete başladık. Marmaris'ten geldiğimi, Türk olduğumu, İstanbul'da yaşadığımı öğrenince akrabasına rastlamışçasına sevindi. Meğerse anneannesiyle dedesi Antalya'dan Rodos'a göçmüşler. Küçüklüğünde evde hep Türkçe konuşulurmuş. Ama ikisini de erken kaybetmiş, Türkçeyi öğrenememiş. Sonra büyüyüp evlenmiş, çocukları olmuş, Türkçe öğrenme isteği içinde kalmış. Tezgahın altından Yunanca - Türkçe sözlüğünü çıkartıp gösterdi. Az müşteri olduğunda çalışıyormuş. Marmaris'te bir Türk arkadaşı varmış, senede bir iki kez onu ziyarete geliyormuş. Kendisi bir türlü fırsat bulup gidememiş.

Çok kolay olduğunu, feribotla elli dakikada ulaşılabileceğini söylüyorum. "Biliyorum" diyor. "İş güç işte. Yakın bile olsa arada deniz var."

Sınırların anlamsızlığı bir kez daha suratıma çarpıveriyor.

Beğendiğim örtüyü yarı fiyatına veriyor. Üstelik bir de yanında minik biblo hediye... Öpüşerek ayrılıyoruz.

Feribotun kalkmasına daha iki saat var, ne yapmalı? En iyisi arkeoloji müzesini gezmek.

Doğru karar vermişim. Müze gezmeyi pek sevmem aslında. Fakat etkilendiğim birkaç tanesi vardır. İlki tartışmasız, Hiroşima'daki Barış Müzesi. İkincisi Gaziantep Müzesi. Üçüncüsü ise Rodos Arkeoloji Müzesi oldu.

Antik dokunun içinde yer alması başlı başına bir özellik. Yapının eskiden ne olarak kullanıldığını unuttum ama iç içe geçmiş odalarının taş, geniş tavanlı, serin varlığı beni sarıp sarmaladı. İlkçağ uygarlıklarının gelişmişlik düzeyini, heykellerin mitolojiyle karışmış hikayelerini öyle zevkle sergilemişler ki! Bazı eserlerin yanında açıklamalar vardı: Parçaları veya bir bütünü oluşturan devamı bilmem hangi batı Avrupa müzesinde diye. Şu Avrupalılar, Yunanlılardan da az şey çalıp götürmemişler!

Artık dönmek zamanı. Gümrüksüz alanı dolaşıyorum. Alacağım sigara ve yedi yıldızlı Metaxa zaten, başka bir şey değil. Madem aynıları var, alışverişi Marmaris'e bırakıyorum.

Feribotta tatlı bir yorgunluk çöküyor üzerime. Neredeyse uyuyacağım. Dün Marmaris'te tekne turuna çıktım, daha çok yorulmuş olmam gerekirdi. Hayır, bu başka! Ülke değiştirdim. Farklı algıları olan insanların arasında, farklı bir mekanda yaşadım. Kısmen yabancılık ve kendimi koruma duygularıyla heyecanlandım. İyi geçtiyse de değişiklik gerdi.

Marmaris'te hayretle Metaxa'nın Yunanistan'dan üç Euro daha ucuz olduğunu görüyorum. Kızıyorum tabii. Üç Euro nedir ki? Ama kendi alanlarında, üstelik kendi üretimleri diye pahalıya satmakta sakınca görmüyorlar. İyi ki oradan almamışım!

Otele ulaştığımda turşu gibiydim. Yarın uçağım kalkıyor, İstanbul'a döneceğim. Üç günü iyi değerlendirdim sanırım, epeyce güneş ışını ve görüntü depoladım. Evdeki açılmamış kutu ve bidonların gözlerimin önünde uzak bir hayalmiş gibi dalgalanmalarından belli.  

Hiç yorum yok: