ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

27 Aralık 2010 Pazartesi

ÜÇ GÜNLÜK TATİL (MARMARİS)

Evde kutu ve bidon yerleştirmekten öyle bunaldım ki kaçtım. Eylül'ün sonundayız. Zaten biraz daha geç kalırsam denize falan giremeyeceğim.

Havaalanından servisle geldiğim Marmaris otogarında taksiye binip kalacağım otelin adını söylüyorum. Şoför önce hiç sesini çıkartmıyorsa da şehre ulaştığımızda öyle bir yer bilmediğini belirtiyor. İnanmak mümkün değil, tabii. Her turistik bölgede uyanık esnaf mevcut. Eh, ben de köyden inmedim, ona pabuç bırakacak değilim. İlerideki taksi durağından öğrenebileceğini hatırlatıyorum. Mecburen onlara soruyor ve fazla dolaşmadan varıyoruz.

İnternette dört yıldızlı diye gösterilen otel aslında topu topu küçücük bir motel. Ama hem temiz hem de merkezde yer almasına rağmen gürültüden uzak. Minik havuzunu çok sevdim. Akşamüstü olduysa bile hava sıcak. Girmeyi düşünüyorum. Yönetici hanım, temizlik yapacağını, istersem denize gitmemi söylüyor. Hayır! Burada kalacağım, patates kızartmamı yiyip biramı içeceğim ve biraz kitabımı okuyacağım. Tatildeyim, canım ne isterse onu yapacağım. Elbette olanakların elverdiği ölçüde.

Masa başındaki yerimi aldığımda ellerinde bavullarla şişman, genç bir kadın yaklaştı. Çok heyecanlı. Almanya'dan buraya gelmiş, tatili bitmiş, dönecekmiş. Tur şirketinin servisini bekliyormuş ama neredeyse gelmeyeceklerinden emin. Öyle maceralar anlattı ki değme gerilim romanına taş çıkartır. Yine de özlüyor, Türkiye'ye hiç değilse yılda bir kez gelip dolaşmak istiyor. Şu memleket özlemi ne tuhaf şey! 'Gel gelmez, git gitmez' diye bir laf vardır ya, tam bu duygu için söylenmiş sanki.

Kadıncağızın servisi kırk beş dakika gecikmeyle de olsa geldi. Kısa süreli arkadaşlığımız son buldu. Vedalaşıyoruz. Onu belleğimin anı köşesindeki uygun çekmeceye yerleştirip kitabıma geri dönüyorum.

Akşamın erken saatleri. Otelin yöneticisi orta yaşlarının başlangıcında, çocukken hiperaktif olduğunu belli eden, güzel mi çirkin mi anlaşılamayacak kadar değişken, alışılmadık bir tip. Havuzu ve ortalığı faşır faşır yıkarken on iki yıldır burada çalıştığından bahsediyor. İki dil biliyor, İngilizce ve Almanca. Yedi ay açık bulundurulan işletmeyi tek başına idare ettiğini, sabahtan öğleye kadar gelen temizlik personeli hariç yardımcısı olmadığını söylüyor. Yakınmıyorsa da farklı olsun istiyor, belli. Onu dinliyorum, arada kitabımın sayfalarına dalıp gidiyorum. Gece bastırıyor.

Acıktım. Saat altıdan sonra otelde bir şey yemek maalesef imkansız. Sahile iniyorum. Gürültü kirliliği inanılmaz boyutlarda. Gözümün tuttuğu, fiyatlarının uygunluğunu tahmin ettiğim bir lokantaya giriyorum. Kalabalık. Balık güzel. Şarap... Eh, işte! Kulaklarım uğuldayarak odama sığınıyorum. Burası iyi. Temiz ve sakin. 'Ortalık mevsim sonunda böyleyse Temmuz - Ağustos aylarında nasıldır acaba?' diye düşünürken uyku bastırıyor.

Ertesi gün kahvaltı zayıfsa da ortam hoş. Mayomu giyip havuz faslına başlıyorum. Bir Alman çift var. Nedense benden hoşlanıp durup dururken portakal suyu ısmarlıyorlar. Fakat sohbet için hiç yakınlık belirtisi göstermiyorlar. Teşekkür edip uyukluyorum.

Çevreyi dolaşmak lazım. Marmaris'e ilk gelişim. İtiraf etmeye utansam da gerçek! Hem Türkiye'de hem yurt dışında dolu yeri ziyaret ettim ama Marmaris nedense bu zamanlara kaldı işte! Koyları merak ediyorum, araştıracağım.

Hamburgerimi atıştırdıktan sonra şapkamı giyip sahil yolundan ilerilere yürüyorum. Bir tur buldum! Tam gün; dört koyda konaklıyor. Sıkılır mıyım? Belki. Deneyeceğim. Dönüşte şehir plajında duraklayıp denize giriyorum. Temiz, üstelik rahat.

Erkenden gittim. Motor büyük. Üst kata çıkıp gölgelik kenar minderlerine oturuyorum. Fakat bu şekilde olmayacak, bir şezlong kapatmalıyım; adet böyle anlaşılan. Yapıyorum.

Yola çıktık. Yolcuların tümüne yakını yabancı. Okumasalar bile ellerinde kitaplarıyla gelmişler. Türk olarak dört kişiyiz. Benim dışımdaki vatandaşlar erkek. Gözlerinin kıyısıyla bana bakıyorlar. Kaçı medeni cesaret gösterip konuşabilecek acaba?

Manzara harika. Müzik... İdare eder, hiç değilse kulak tırmalamıyor. Güneş tepede. Koruyucumu sürüyorum.

Muhteşem Kadırga koyunda duruyoruz. Turkuaz rengiyle insanı davet ediyor. Ayaklarımı suya sallandırıyorum; serinse de atlanabilecek gibi. Giriyorum.

Yarım saat yüzdüm. Çok iyi geldi. Tüm dertlerimi unuttum denir ya, öyle işte!

Mayomu değiştirdikten sonra güneşleniyorum. Bu iş iyiymiş! 'Cup' denize dalıyorsun, çıkıp yayılıyorsun... Denemediğim bir tatil türü.

İkinci koy: Kilise. Küçük ve derin. Yemek de burada veriliyor. Hazırlık yeterli, menü sağlam, ortam hoş. Yanıma Türklerden biri oturuyor, sohbet başlıyor.

Kırk yaşlarında bir Elazığ'lı. Alçakgönüllü. Almanya'da, Hamburg'da çalışıyormuş. "Metro'dayım" deyince önce yeraltı inşaatı sandım meğerse Metro şirketinde taşımacıymış. Yıllar içinde ilerlemiş, işsizlikten kurtulduğu için sevinen Alman gençlerinin başında, gelen malların denetleyicisi konumuna yükselmiş. Büyük şirketlerin orta - alt düzey yöneticilerine hissettirdikleri 'onlar olmazsa olmaz' duygusu, gözlerinden okunuyordu.

Konuşacak ortak konumuz pek yok. Biraz tatil yörelerinin özelliklerinden, güneşten, denizden falan bahsediyoruz; bitiyor. Onun beklentisi farklı, belli. Ben... Oralı olmuyorum.

Tekrar yola çıktık. Uzunca bir sefer. Doğa büyüleyici! Arada resim çekiyorum. Daha sıkılmadım, fena değilmiş. Güneşlenip yüzüyorsun, yediğin önünde, yemediğin arkanda... Şöyle böyle konuşacak birilerine değip geçiyorsun. Her zaman değilse de arada sırada yapılabilir.

Üçüncü durak: Meşhur Çiftlik! Bir buçuk saat kadar buradayız. İnip etrafa bakınıyorum. Demirlemiş inanılmaz yatların manzarayı daha da güzelleştirdiği, birkaç kıyı kahvesiyle bir otelden ibaret ama çizgileriyle doğa harikası olduğunu haykıran minik koy. İskelesi ne yazık ki bakımsız. Dikkatsiz yürünürse sakatlanmamak elde değil. Hemen ilerideki hediyelik eşya satış yerine yöneliyorum. Kendilerinden geçmiş, oradan başka her yerde olmayı umarak düş kurdukları her hallerinden belli iki genç satış elemanı var. Bir örtü beğenip soruyorum:

"Bu, Denizli ürünü mü yoksa buranın malı mı?"

"Bilmiyorum" diyor satıcı.

"Bilmiyorsan nasıl satış yapacaksın?"

Çocuk tekrar: "Bilmiyorum" diyor.

Ümitsiz vaka! Hiçbir şey almıyorum.

Orada, kıyı kahvesinde oturup bir bira içtim. İyi geldi.

Dördüncü koy: Akvaryum. Yine atladım. Su ılık, rengi maviyle yeşil arasında değişiyor. Hafif çırpıntılı, tertemiz, az tuzlu denizde yüzüyorum. Ülkemin geri kalmışlığına bir kez daha tanık oluşumun sıkıntısı biraz dağılır gibi oluyor.

Artık dönüyoruz. O tek Almanyalı hariç diğer Türklerle tanışamadım. Ancak epeyce süzüldüm. Gerçi ben de yanlarına yaklaşmadım ya!

Marmaris'e vardığımızda hem güzelliklerin etkisiyle sarhoş gibiydim hem de biraz hüzünlüydüm. Ön yargılarımız çok güçlü, eksiklerimiz pek çok; ne yazık ki daha birkaç yüz fırın ekmek yememiz gerekiyor.

Pasaportum yanımda, biletimi aldım. Yarın günübirlik Rodos'a gideceğim. Bakalım üç adım ötedeki Yunanistan'da işler nasıl?        

Hiç yorum yok: