ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

EJDERHANIN DİLİ VE DOLAYLARI (ASO - JAPONYA)

Metrodan aktarmayla banliyö trenine binerek arkadaşımın evine gittim. Karısı beni kapıda karşıladı. Ne sevimli kız! Önceden görüşmüştük hatta onlarda yatıya kalmıştım. Birbirimizden hoşlanmıştık. Aynı tatlı duygu sürüyor.

Japonlar, uygarlık gereği programlı yaşamayı tercih ediyorlar. On gün öncesinden çıkacağımız yolculuğun haberini vermişlerdi. İsteyip istemediğimi sormuşlardı elbette. "Memnuniyetle" diye yanıtlamıştım. Gece konaklamalı hafta sonu gezisi. Çalışma arkadaşımın kız kardeşi, eşi ve yeğenleri de bizimle birlikte gelecek. O aileyi özellikle seçtiler, eminim. Bacanak, iki yıllık Amerika eğitiminin ardından mükemmel İngilizce konuşuyormuş, anlaşma problemimiz olmayacak. İki erkekle ben aynı meslekteniz; sohbet akıp gidecek hem kadınlarla dilediğimiz gibi hem erkeklerle hayatın çatışmalı yüzüne dair.

Fukuoka'dan çıktık. Diğerleri bize Saga sınırında, kornaya dokunup peşimizde olduklarını belirterek katıldılar. Arabada müzik güzel, klima çalışıyor, yabancılık hissi yok, her şey iyi. Kyushu'nun subtropik doğasında, Haziran başının nemli sıcağında, pürüzsüz otoyolda adanın aktif volkanları barındıran göbeğine, güneye doğru ilerliyoruz. Pek konuşmuyoruz. Manzarayı seyrediyorum. Ormanlar, olmazsa olmaz pirinç tarlaları, seyrek çiftlik evleri, uzun tüneller... Yol çizgileri yeni çizilmişçesine bembeyaz ve parlak. Tüm trafik işaretleri, en dalgın sürücünün bile dikkatini çekecek kadar belirgin, büyük. Üç şeritten akan araçlar hızlarına göre sıralanmış, hatalı sollayana rastlanmıyor. Pencereyi aralıyorum. İçeriye ıslak yaprak kokulu ılık havadan memnun ağustos böceklerinin koro halindeki bağırışları doluyor. Bu müzisyenler buralarda ne kadar da erken gelişiyorlar!

İki saatlik sükunet hepimize fazla geldi, uyku bastırdı. Ayrıca sabahleyin zamandan kazanalım diye alelacele atıştırmıştık; acıktık. Elinde tabak ve fincanla gülümseyen önlüklü genç kız figürüyle işaretlenmiş mola yerine sapıp durduk. Peşimiz sıra kız kardeş ve ailesi de geldi. Tanışma faslı! Gülümsemeler, eğilerek verilen selamlar, el sıkışma... Alçakgönüllü ve sıcak insanlar. Üç çocuğun en büyüğü dördüncü sınıf öğrencisi abla, ikincisi yedisinde, ön dişlerinden biri çıkmış, diğeri sallanan erkek, minikse daha iki yaşında, badem gözlü, uzun kirpikli bir kız. Şimdiden gövdesini saz gibi bükerek selamlaşmayı öğrenmiş. Dayanamayıp yanaklarından öpüyorum. Büyükler gülüyorlar.

Yeni dostlarla çabuk kaynaştık. Erişte çorbalarımızı hızla bitirip haritamızı açtık. Plan, Aso yanardağının zirvesine yakın bir platoya ulaşıp aktif kraterinin içine bakmak. Geceyi vadideki dağ evinde geçireceğiz. Ertesi günse Kumamoto eyaletinin kırsal bölgelerini keşfedip döneceğiz. Arkadaşımla kız kardeşi Kumamoto'lu. Aso'nun eteklerindeki geniş, verimli ovada, dağla aynı adı taşıyan kasabada doğup büyümüşler. Volkanın yerleşim yerine kadar taş, toprak, kükürtlü gaz püskürttüğünü anımsıyorlar. 2001 yılındayız, 1994'de kükremiş. Çok heyecanlıyım! Dünyanın içindekileri kustuğu ağızlarından birini gözlerimle göreceğim! Peki, Japonlar bu denli tehlikeli yerlerde barınmaktan korkmuyorlar mı? Şaşkınlıkla: "Hayır!" cevabını alıyorum. Onlar için doğanın kıpır kıpır olması olağan. Tehlike sadece dağlarla sınırlı değil zaten. Depremler, tayfunlar, arada tsunami olasılığı... Türkiye'de hiç aktif volkan bulunmamasına ise onlar şaşırıyorlar.

Yemekten sonra otoyolu terkedip Aso'ya tırmanan devlet karayoluna saptık. Her dağ yolu gibi sık ve keskin virajlı. Asfalt bakımlı, iki aracın yan yana geçmesine izin verecek ölçüde geniş. Barikatlar eksiksiz, işaretler dikkat çekici. 'Önce güvenlik' düşüncesi çok belirgin. Yükseldikçe manzara değişmeye başladı. Ağaçlar seyreldi, toprak koyulaştı. Sonunda uzun bitki kalmadı; sadece çalılar. Onların da tükendiği yerde yol genişleyip bitti.

Çıkıp etrafa göz gezdiriyorum. Dağın üçte ikisini ancak tırmanmışız. Devamı tepemizden bakıyor. Çıplak ve haşmetli. Yerler camın ardından gördüğüm gibi değil, karanlık kum. Aralarında siyah çakıllar ve çalılaşmaya çalışıp başaramamış bitkiler var. Arkasını kayalara yaslamış binayla dönerek yükselen teleferik hattı tam karşımızda. Bundan sonrası için teleferiğe bineceğiz.

Kapıdan girer girmez ilk dikkatimi çeken, uyarı levhası. Japonca'dan başka birkaç batı dilinde de yazılmış. Kalp, akciğer hastalığı olanların, solunum yolu enfeksiyonu geçirenlerin yukarıya çıkmamasını öğütlüyor. Yanındaki monitörden nem ve zehirli gaz oranlarını öğrenmek mümkün. Değişip duruyor. Şu anda tehlike sınırının altında olduğunu yeşil renkten anlıyorum.

Volkanın açık ve köpüren ağzı tam dorukta değil, biraz yanda. Kısmen küçük bir krater. Uzaktan dağa geniş gövdeli bir vazo görünümü veren ortadaki asıl büyük krater üç yüz yıl önce püskürmüş ve sönmüş. Aso çok yüksek sayılmaz, bin metrenin biraz üzerinde. Yaygın, şişman, yumuşak kıvrımlı.

Biletlerimizi alıp teleferiğe bindik. Kabin büyük, içeride otuz kişi kadar varız. Yukarıya çıkarken yön değiştirdik, binayla önündeki arabalar kayboldu. Koyu kahverengi kayaların yanından geçiyoruz. Bazı kısımları farklı tonlarda katmanlardan oluşmuş.

On dakika sonra vardık. Kapılar açıldığında önce kükürt kokusuyla karşılaştık. Çok keskin olmasa da hafifçe göz yaşartıyor. Zemin, kahverengiyle siyah arası kum. Eğilip avucuma alıyorum. Toz kadar ince, biraz yapışkan. İçinde kara pırıltılar saçan tanecikler barındırıyor. Artık çakıllar yok. O tuhaf bitkiler seyrek de olsa oradan buradan başlarını çıkartmışlar, ortalığa biraz renk katmaya uğraşıyorlar. Ama öyle cılızlar, yeşilleri de öylesine sönük ki! Geniş bir plato burası. İki yüz metre ilerideki hafif eğimli yükseltiyi saymazsak Aso'nun doruğundayız.

Yürüme alanına tahta iskelelerden yollar yapılmış. Ayakkabılarımız kirlenmiyor. İlerleyip sağa sapıyoruz. Tepeciğin tam karşısında, elli metre kadar uzağında kükürt kokusu artıp yeşilimsi bir duman kendini gösteriyor. Kenarlardaki barikatları fark ediyorum: Geldik!

Belim hizasında, bacağım kalınlığındaki sağlam tahtalara dayanıp aşağıya eğiliyorum. İşte yanardağ araştırmacıları dışında pek az insanın görebildiği aktif volkan çukurlarından biri. Kıyısı üst üste yerleştirilmişçesine düzenli katmanlardan oluşmuş asık suratlı kayalarla çevrili kaynar, açık yeşil renkli, yoğun kükürt havuzu. Şekli oval, düzgün. Arada küçük sıçramalarla yükselip alçalan ölümcül sıvısı dumanlar çıkartarak fokurdayan yirmi metrekarelik bir kazan. Çok canlı. Dünyanın içine bakıyorum, ejderhanın diline! Derinlerden gelen hafif bir sesi var, anlaşılamayan homurtu gibi. Bastığım yerin sertliğine güvenmemem gerektiğini fısıldıyor. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, gerçek gücün, yok edilmez ve yok edici gücün kendisinde bulunduğunu hatırlatıyor. Varlığını en yumuşak haliyle sergilerken bile bizleri eziyor. Hem sakin hem huzursuz. Hem çekici hem itici. Hem güzel hem çirkin. Karşıtların mutlak dengesi. Konuşsa kadim bilgiyi söyleyiverecek. Gösterişli, gizemli, korkutucu. Tek kelimeyle büyüleyici!

Çocuklar pek yaklaşmadılar. Ufaklık, annesinin kucağında zaten. Ürpererek seyredip gözlerimizin yanmasına aldırmadan resimler çektik. Hiçbiri gerçeği yansıtmadı.

Kuyuya sırtımızı dönüp yükseltiye yöneliyoruz. Otuz metre var yok, tırmanmak mümkün. Nitekim çıktık. Sonunda Aso'nun doruğundayım! Öyle dibi belirsiz bir uçurum yok altımızda. Dağ, ekspresyonist ressamların fırçalarından çıkmışçasına dağınık alçalıyor. Ötede, yaklaşık yüz metre aşağıdaysa kadavranın açık kalmış ağzı gibi karanlık ve kocaman ana krater görünüyor. Yeryüzünün midesine giden yolun kapısı. Aydınlık, yaşamın sürprizlerini duyumsatan Haziran gökyüzüne tezat, cehennemin çağrısı!

Konaklayacağımız dağ evine doğru yol alırken karmakarışıktım. Şimdiye kadarki deneyimlerimden hiçbirinin şu yanardağın tepesinde geçirdiğim üç saatlik süreyle kıyaslanamayacağını fark ettim. Kendimi koruma ve hayata sıkı sıkı sarılma içgüdüsünü hiç bu denli kuvvetli hissetmemiştim.

Kulübemiz Aso'nun ortalarındaki ormanlarla kaplı vadide. Ahşap, bakımlı, iç içe geçmiş iki büyük odadan ibaret. Tuvaleti var, suyu akıyor. Sadece duş yok. Japonlar, genel banyoya gideceğimizi söylüyorlar. "Eve dönünce yıkanırım, bugün şart değil" diyorum. Ter bastı! O banyoların kurallarını öğreneli epeyce oldu. Her ne kadar kadın erkek ayrılmış olsa da içeriye çamaşırsız giriliyor. Tanımadığım insanların yanında çırılçıplak soyunup banyo falan yapamam! "Biz o işi düşündük, sana ayrı kabin ayarladık" diye gülüyorlar. Şaşkınlıkla bakakalıyorum. Nasıl incelikli bir düşünce tarzı bu böyle? Hem tek kuruş para harcatmıyorlar hem de rahat etmem için ellerinden gelenin fazlasını yapıyorlar. Hiç zorlama yok. Sadece her anın tadını çıkartmam için gereken neyse hazırlayıp önüme sunuyorlar.

Lavaboya kadar bambu hasır (tatami) döşeli zevkli salonumda, havuz kadar büyük, pırıl pırıl taş küvetin içinde, yanardağın ruhunu barındıran sıcak kaynak suyunda keyif çatarken gerçek konukseverliğin ne olduğunu burada öğrendiğimi düşünüyorum; gözlerim doluyor.

Akşam hava güzel. Verandamızda barbekü partisi yapıyoruz. Etler nefis, sebzeler taze, hafif alkollü, sodalı Umeşu ağızda hoş, buruk bir tat bırakıyor. Sohbet konularımızı unuttum fakat belleğim, yediğimiz leziz yemekle eşdeğer olduğunu anımsatıyor. İş arkadaşım kendileriyle gelmeyi kabul ettiğim için bana teşekkür etti. Kız kardeşi ve o Aso'nun doruğuna bir kez, ilkokuldayken çıkmışlar. Tıpkı bugün çocukların yaptığı gibi ürkerek uzak durmuşlar, kratere bakamamışlar. Eşlerininse buraya ilk gezisiymiş. Benim için en uygun program ne olabilir diye düşünmeseler belki de Kumamoto'ya gelmeyeceklermiş. Nezaketlerine uygun yanıtı bulamayıp sustum. Zaten konuşsam, sesimin titrediği belli olacaktı.

Gece duvarlardaki gömme dolaplardan şilteler ve tertemiz çarşaflar çıktı, yerdeki tataminin üzerine serildi. Biz kadınlar ve iki kız çocuk büyük odada, erkeklerse küçüğünde yattı. Rüyasız, derin, huzurlu bir uyku uyudum.

İkinci gün ilkiyle kıyaslanacak olursa sönüktü diyebilirim. Dağın eteklerindeki yemyeşil ovanın derinliklerine girdik, pirinç tarlalarının kıyısında yürüyüş yaptık. Yakınlardaki hayvan çiftliğine gittik, evcil hayvan barınaklarının çevresinde dolaştık. Çocuklar buna bayıldılar. Tavukların, keçilerin peşlerinde koşuşturdular. Kasabanın sokaklarında turladık, rastladığımız biftek lokantasında gecikmiş öğle yemeğimizi yedik ve dönüş yoluna çıktık. Üç afacan, bizim arabayla gelmek istediler. Beni rahatsız etmesinler diye arkadaşımın eşi arkaya, onların yanına geçti. İyi azdılar doğrusu! Kızcağız gerçekten yoruldu. Elli kilometre ancak gitmiştik ki kamyonete yüklenmiş, kafes içinde güzel bir at gördüm. "Herhalde kesime götürülüyor" dedi arkadaşım. "Kumamoto, atlarının lezzetiyle ünlüdür. Birazdan biz de kasaba uğrayıp bir şeyler alacağız." Donakaldım tabii.

Asfaltın kenarındaki bakımlı binanın önünde park ettik. Kasap dükkanı buymuş! İçeride hiç koku yok. Camekanlarda sergilenen etler atın her bölgesinden ayrı hazırlanmış. Yelenin dibindeki deriden toynağın hemen üzerindeki bir tür paçaya kadar belki kırk çeşit et türü mevcut. Çiğ yeniyor. İki aile birkaç paket yaptırdılar. Bana da ısrar ettiler ama istemediğimi söyledim. Utandığım için fotoğraf çekemedim. Gezideki tek 'keşke!' dediğim şey bu oldu.

Orada vedalaştık. Biz Fukuoka'ya döneceğiz, diğerleriyse Saga'ya; tekrar durmayacağız. Çocukları öptüm, onlar da beni. Anne babalarına gösterdikleri yakınlıktan dolayı defalarca teşekkür ettim. Bir de baktım ki dostlarım gibi eğilip doğrularak konuşup selam veriyorum.

Arabada arkadaşımın eşi arka koltukta uyudu. Arkadaşım: "Hamile" dedi. "Ben çocuk istemiyordum ama o çok istiyordu. Yeğenlerimle hep böyle ilgilenir. Karıma her açıdan minnettarım. Ne yapalım, baba olmayı öğreneceğim artık."

'Şanslıyım, güzel insanlar tanıdım' diye düşündüm. 'Üstelik doğanın alacakaranlığına birlikte tanık olduk. İleride görüşemesek bile içimde duyduğum şu sıcaklık hep sürecek, eminim.' 
 

22 Haziran 2011 Çarşamba

KUTSAL ADADA BİR YABANCI (MİYAJİMA - JAPONYA)

Feribotun güvertesindeki demirlere dayanmış, Kyushu ile Şikoku'yu ayıran iç denizi seyrediyorum. Hava açık ve ılık. Mayıs meltemi yüzümü yalıyor, Hiroşima kırsalındaki portakal bahçelerinin kokusunu burnuma taşıyor. Japonya'nın turunçgil yetişen biricik verimli toprakları buralarda. Ilıman iklimi biraz Ege'yi andırıyor. Pırıltılı, küçük beyaz köpüklü, çırpıntılı sular içimde ani bir memleket özlemi uyandırıyor, gözlerim yaşarıyor.

Yedi buçuk aydır Fukuoka'da yaşıyorum. Japonya deyince Tokyo dışında herhangi bir kentin bilinmediği bizim coğrafyamızdan, meridyenin nereden geçtiğine haritadan bakıp geldiğim yerde. 2001 yılındayız, ülkemizde internet o kadar yaygın kullanımda değil. Cep telefonu bağlantısı yok. Yakınlarımla ancak haftada bir kez, sabit telefon aracılığıyla konuşabiliyorum. Gördüğü rüyaları çocukluğundan beri hatırlamayan ben, geceleri o çok özel yosun kokulu boğaz görüntüleri, martı çığlıkları ve şehir hatları vapurlarının düdük sesleriyle uyanıyorum.

Çalıştığım hastanede mutlak söz sahibi şefim, bana vize almak için kefil olan hocam bir ara laf arasında Japonya'da en çok nereleri görmek istediğimi sormuştu. Hiroşima, Tokyo, Kyoto diye sıralamıştım. İşte ilkine ulaştım ve bu acılı şehrin tam karşısındaki Miyajima yolundayım. Gezi masraflarım, kliniğin fonundan karşılanıyor üstelik yanımda refakatçilerim var. Biri sevimli sekreterimiz diğeriyse onun yakın arkadaşı olmak üzere iki genç Japon kadını. Nezaketleri gereği, benimle birlikte geziye katılıp katılamayacaklarını sordular. Onlar da Hiroşima'yla Miyajima'yı daha önce ziyaret etmemişler, beraber gidersek mutlu olacaklarmış.

Miyajima: Kutsal ada! Buralara ayak basmadan yaklaşık altı ay önce bir belgeselde izlemiştim. Japonya'nın en güzel üç bölgesinden biri. Dünya mirası listesinde. Gelgit düzeyine göre ayakları bir suyun içinde, bir karada kalan muhteşem büyük kapılı İtsukushima'sıyla ünlü alçakgönüllü yerleşim yeri. Şintoizmin belli başlı merkezlerinden. Fotoğraf sanatçılarının günler, geceler boyunca en güzel görüntüsünü yakalamak için uğraştıkları, hiçbir zaman gerçeğine uygun resmi vermeyen o gizemli, eşsiz tapınağın barındığı mekan. İşte oraya doğru ilerliyor feribot; kanatlanmış ruhunu yatıştırmaya çalışan meraklı ve tedirgin yolcusunu taşıyarak.

Uzaktan göründü! Sular herhalde iki yüz elli metre çekilmiş, zarif kollarını yukarıya doğru kaldırıp tuğla kırmızısı tacını tutan O-Torii (büyük kapı) kumsalda kalmış. Resmini çektim. Hiç benzemedi, bir daha çektim. Olmadı ve bıraktım. Zihnime kazıyacağım, başka çaresi yok.

Kapının etekleri kum taneleri gibi insan kaynıyor. "Kabuklu deniz hayvanlarını topluyorlar" dedi arkadaşlarımdan biri. "Öğlen yemeğimiz."

Fena oldum. Kahvaltıda ille de Japon tarafı diye ısrar eden bendim, unutmadım ama sofradan aç kalktığımı da guruldayan midem hatırlatıyor. Alışmak için elimden geleni yapıyorum, başaramıyorum. Japon mutfağı hiç bana göre değil!

İskeleye yanaştık. Kıyıda bizi evcil geyikler karşıladı. Kızlar korkarak kaçtılar. Oysa öyle cana yakınlar ki! Yumuşak tüylerini İstanbul sokaklarındaki başıboş kedi köpekleri okşar gibi okşadım. İtsukushima sezdi sanki; başımı kaldırdığımda göz göze geldik. Tuğla renkli korkulukları ışıl ışıl yanarken dostça gülümsediğini hissettim. İhtişamına aldırmadan, on bin kilometre öteden gelip buralara karışmaya çalışan kırılgan varlığımı kabullenmişti. Yardım edeceğini anladım.

Ortalık kalabalık. Haritamızı açıp rotamızı inceliyoruz. Ormanlarla kaplı adada ondan fazla küçük tapınak var. Önce yürüyerek bunları gezeceğiz sonra teleferiğe binip tepeye çıkacağız, aşağıya inip yemeğimizi yiyeceğiz, son olarak da İtsukushima'yı keşfedip döneceğiz.

Bambu kapılı, ahşap cumbalı, iki katlı evlerin çevrelediği dar sokaklardan birine saptık. Klasik ada manzarası! Heybeli farklı mı sanki? Aynı sıkışık yollar, ufukta orman, nemli deniz kokusu... Belki bizim oralarda yapıların taş, pencerelerin sardunya saksılı olması değişiklik yaratabilir. Ama buraların daha temiz olduğu muhakkak.

Binaların bittiği yerde tahta siperlikleri kırmızıya boyanmış hoş köprülerle aşılan minik derelerin şırıldadığı dağ yolu başladı. Üç saatin içinde on bir tapınak dolaştık. Hepsi ahşap sanatının incelikleriyle bezenmiş, farklı deniz tanrılarınca sahiplenilmiş Şinto mabetleri. Birine girip diğerinden çıkarken dua edenlerin çaldığı çıngırağın sesi kulaklarımızda suyun melodisi gibi yankılandı. İlkyaz olmasına rağmen Ağustos böcekleri yeterince gelişmiş, koro halinde şarkı söylüyorlar. Açık yeşil, tüy gibi ince yapraklı ağaçlar çamlarla birlikte kendilerine özgü bir ritim tutturmuş, hışırdayıp dalgalanıyorlar. Sükunet, insanı alabildiğine ancak böyle sürükleyip götürür! Onca yokuşun, inip çıkmanın, terin ardından yorgunluk değil dinginlik hissediyorum.

Ormanla bütünleşmişçesine doğal, zevkli bir bina: Teleferik bekleme istasyonu. Tuvaleti tertemiz. Sensörlü musluklarından kaynak suyu akıyor. İki sıralı güvenlik çizgilerinden ilki sarı, diğeri kırmızı. Ayrıca çelik halatlarla güler yüzlü bir görevli de bekleyenlerin azami emniyetini sağlıyor.

Biletlerimizi aldıktan on dakika sonra kabinimiz geldi, bindik. Altı kişilik odacıkta beş kişiyiz. Üç bizler, bir de yaşlıca Japon karı koca. Başlarımızı eğerek selam verdikten sonra sohbet başladı. Dört Japona karşılık tek Türk olarak azınlıkta kaldım. Japonca konuşuluyor, anlayamıyorum. Arkadaşlarım ellerinden geldiğince çevirmenlik yapıyorlar. Yabancı çift, Hiroşima'lıymış. Atom bombası patladığında ikisi de çocukmuş. Farklı şehirlerdeki akrabalarının yanlarına gönderildikleri için zarar görmemişler. Ama anne babalarıyla kardeşleri kentteymiş, hepsi ölmüş. Yıllar sonra, aynı kaderi paylaştıklarını bilmeden tanışıp birbirlerini sevmişler. Evlenip Hiroşima'ya yerleşmişler. Bir oğulları olmuş, büyümüş, üniversiteyi bitirmiş. O da Hiroşima'da yaşayıp çalışıyormuş. Ayda bir kez Miyajima'ya gelip ölen yakınlarının ruhları için dua ediyorlarmış. Bu sefer adanın tepesine de çıkmak istemişler. Böylece karşılaşmışız.

Pencereden bakıyorum. Biraz sis var. Kalın çelik teller, sık orman, yükseldikçe kendini belli eden açık mavi deniz hayal gibi görünüyor. Belki de gözlerimin buğusundan.

Geldik. Artık Miyajima'nın en yüksek noktasındayız. Teleferikten çıkar çıkmaz bizi uyarı levhaları karşılıyor. Hem Japonca hem de batı dillerinde yazılmış: 'Lütfen karşılaştığınızda maymunların gözlerinin içine bakmayınız!' Şaşırıyorum. Ne demek bu? Arkadaşlarım açıklıyor: Bölgede şempanze çok. Tapınakların tuğla damlarında, ormanın yoğunlaştığı dorukta serbestçe dolaşıp rastladıkları insanlara merakla yaklaşıyorlar. Doğrudan yüzlerine bakıldığındaysa saldırgan olabiliyorlar.

Tamam, bakmam. Zaten buralarda insanların da gözlerinin içine ısrarla bakılmıyor; ayıp. Çoktan öğrendim!

Tepeden etrafa göz gezdiriyoruz. Ümitle Şikoku'yu seçmeye çalışıyoruz. Açık havalarda siluet halinde fark edilebilirmiş. İşte o zaman adalılar neşelenir, denizin ortasında yalnız olmadıklarını duyumsarlarmış. Görülenin yine bir ada olmasına ise aldırmazlarmış.

Ne yazık ki pus vardı. Yakınlardaki birkaç küçük kara parçasıyla iki üç gemi dışında deniz hüzünlü, ufuk bomboştu.

Resimler çekip aşağıya iniyoruz. Hiç maymuna rastlamadık. Öğleden sonranın erken saatleri oldu, hepimiz acıktık. Lokantanın dışarıda yer alan tahta masalarından birine oturuyoruz. Adanın özel yemeği olan haşlanmış pirinç üzerindeki çiğ yumuşakçalar geliyor. Yutmam olanaksız! Pirincin tadı da değişmiş. Ah, şu güzel ülkede yemek yemeden yaşayabilseydim! Sabah da yiyememiştim, çok açım!

Arkadaşlarım gerçekten üzüldülerse de yapacak bir şey yok. Kraker falan bulursak atıştıracağım artık, başka çözüm yolu görünmüyor.

Sıra İtsukushima'ya geldi, ana tapınağa. Son durağımız, adanın en güzel yapısı, en gizemli, en huzurlu varlığı. Çok şey umuyorum. Hem önceden izlediğim belgeseldeki düş gibi görüntülerin etkisindeyim hem de... Bir Japon'a aşığım. Ne yapacağım, bilmiyorum. Burası dileklerin söylenmeden anlaşılıp kabul gördüğü yerlerden biri. 'Ne olacak?' diye başka nereye, kime soracağım?

Yaklaşıp koyu kırmızı korkuluklarına dokunuyorum. Yukarıya doğru yumuşacık kıvrılıp sivrilen kahverengi damını, taştan ayaklarını bakışlarımla okşuyorum. Gölgeli, geniş, ahşap koridorlarında yürüyorum. Rahipleriyle tanışıyorum. Saçları kazınmış, çekik gözleriyle gülümseyen genç adamlar. Biri niyet çektiriyor. İnce uzun, kat kat kıvrılmış kağıtta yazanları arkadaşlarımdan biri okuyor: "Ne şanslı ne şanssızsın. Pek çok engelle dolu uzun bir yoldasın. Engellerin çoğunu aşacaksın. Hoş bir adam gelecek. Sağlığın iyi olacak. Evini değiştirmende yarar var. Çok istediklerine çok çalışarak kavuşacaksın. Hoş bir adam yine gelecek. Acele etme!"

İçim rahatlıyor. Fakat o ne? Kızlardan birinin yüzü allak bullak. Kendi niyet kağıdını, üzerine yüzlerce başka kağıt tutturulmuş bir ağaca asmaya çalışıyor. Neden öyle yaptığını soruyorum: "Kötü geleceğimden kurtulmak için" diyor. Peki, ben ne yapmalıyım? Diğer arkadaşım, yazılanları yaşamak istemiyorsam aynısını yapmamı, beğendiysem kağıdımı saklamamı söylüyor. Saklıyorum.

İçeriye giriyoruz. Loş, serin ve sessiz. Niyet havuzuna beş Yen atıp küçük çanı çaldıktan sonra ellerimizi üçer kez çırpıp deniz Tanrı'sına dileklerimizin kabulü için dua ediyoruz. Böylesine huzur verici bir mabette Şaman unsurlarını barındıran, Budizm'in dönüştürülmüş yakarış biçimi hiç kimse için hiçbir uygunsuzluk yaratmıyor.

Tahta iskelede, İtsukushima'nın hemen dışında rahiplerden biri kendilerinin şekil verip üzerlerine yazılar yazdıkları ağaçtan kaşıkları satıyor. Aşk, mutluluk, sağlık, güzellik, zenginlik, huzur, güven, neşe, aile ve unuttuğum birkaç şey daha. Arkadaşlarım: "Dikkat et, seçtiğin kaşık kaderin olur, biz buna inanırız. Burası en güçlü deniz Tanrı'sının evidir. İyi düşün!" diyorlar. 'Aşk' yazan kaşığı alıyorum.

O düş dünyasından ayrılırken güneş batmak üzereydi. O-Torii çoktan yarısına kadar sulara gömülmüş, İtsukushima'nın ayaklarınıysa küçük dalgalar dövmeye başlamıştı. Feribota doğru ilerlerken belki de bazıları ünlü, onlarca fotoğrafçıyla karşılaştım. Tripodlarını kurmuşlar, en doğru açıyla en uygun ışığı yakalayıp tapınağın gerçeğe yakın görüntüsünü elde edebilmek için bekliyorlardı.

Hava iyice serinledi. Gemide içeride oturuyoruz. Önümüzde Hiroşima'nın ışıkları; giderek yakınlaşıyor. Biraz değiştiğimi hissediyorum. Galiba yavaş yavaş sabırlı olmayı öğreneceğim. Arkadaşlarım beni daldığım derin düşüncelerden kurtarıyorlar. Akşama otelimizin üst katındaki İtalyan lokantasına gidecekmişiz. Yaşasın, nihayet ben de yemek yiyebileceğim!     

11 Haziran 2011 Cumartesi

ARAYIŞ

Ayaklarımda en sevdiğim siyah spor ayakkabılar, üzerimde kot eteğim, yürüyorum. Kendime tam karşıdan bakıyorum ama sis var, ceketimle kazağımın renklerini seçemiyorum. Yüzüm yok gibi. Kocaman yanakların üzerine yerleşmiş iri gözlerden ibaret ikinci ben olarak yukarılardan gözetliyorum. Görüşüm keskin yine de herşey belli belirsiz.

Yol Arnavut kaldırımından, üstünü deniz kumu örtmüş. Taneciklerin grisi, yükseldikçe yoğunluğunu arttıran beyazlığa karışıyor. Uçuşan ak dumanların arasında hedefimi bilirmişçesine kararlı adımlarla ilerliyorum. Lastik tabanlarımdan çıkan ritmik gıcırtıyı duyuyorum. Ardımda giderek yaklaşan bir kişi daha var: Takma bacağını taşlara vurarak, aksayarak gelen biri. Kadın bu, üstelik benden güzel; seziyorum. Bulutlara çarpıp yankılanan tok tahta sesi artıyor, olmayan kulaklarımın içini acıtıyor. Kimliksiz yüzümün ortasına atılıyorum, kısacık bir an karanlıkta kaybolduktan sonra kafatasımın arkasından çıkıveriyorum. Canımız yanmıyor. Birbirimizden uzaklaşırken lastikle bağlıyız sanki, geriliyoruz. Aldırmadan gözbebeklerimi büyütüyorum: Yabancıyı tanımalıyım!

Seçilebilecek kadar yakınlaştığı anda sırtını dönüveriyor, yavaş yavaş uzaklaşıyor. Omuzlarına dökülen sarı saçları, ince endamıyla çok tanıdık da... Zihnimde bir koridor canlanıyor, sol yanında aralıklı iki ahşap kapısı olan uzun bir koridor. Geçmişte aynı kadın aynı şekilde orada yürüyordu, eminim. Odaların ilkinde oturup konuşanlar onun zeminde çıkarttığı düzenli tıkırtıları duyup seslerini alçaltıyorlardı. Donuk çehresinden daha etkili bir yürüyüşü var. Sırf bu nedenle belleğime kazınmış.

Kafam kaşınıyor. Anımsamaya çalışırken hep aynı şey olur. Ellerim diğer bende kaldı. Gerilimi azaltıp yapışıveriyoruz, parmaklarımı arkada kalan alnımda gezdiriyorum. Tam yerine dokundum, kadını tekrar buldum. Sis dağıldı, geniş bir salondayız. Avizeye saklanıp aşağıya eğiliyorum. Dolu kız var, açık saçık giyinmişler. Koyu tenli adamın getirdiği kutuya bakarken çığlıklar atıp kaçışıyorlar. Ama o korkmuyor, ilgiyle bakmayı sürdürüyor. Sonra başka birisiyle sevişiyor. Üstündeki gencin sağ ayağındaki çorabı delik.

Yine ayrılmamız gerek yoksa yürüyüşün tekdüzeliğine kapılıp merakımı yitireceğim, hissediyorum. Bir hamle yapıyorum, bu kez beynimi de söküp çıkarttım, gözlerimin ardına kıvrım kıvrım yerleşiverdi. Örtüsüz, korunmasız...

Sarışınla diğerleri aniden yok oldular. Kalabalık belirdi. Bir arada yemek yemeği planlayıp başaramayan arkadaş topluluğu. Ne kadar isterlerse o kadar çok engel çıkıyor. Olaylar öyle bulanık ve saçma ki neden bunlara bakmak için kendimi zorladığımı anlayamıyorum.

"Benim için" diyor birisi; yaşlı bir erkek.

Ses kulaklarıma kumlu yolun epeyce ilerisinden vuruyor; beyaz belirsizliğin hem içinden hem dışından.

'Orası sıkıcı, burası renkli, gitmeyeceğim' diye düşünüyorum; duyuyor.

"Yön değiştir, böyle çekişerek olmaz!"

Lastiği iyice geriyorum, bu kez canımız yanıyor hem de çok. Adım atamaz oluyorum, zihnim karışıyor, gözyaşlarım süzülmeye başlıyor. Başka yol yok ki!

"İnat etme, dene!"

İkimiz de dayanamayacağız. Yay boşalıyor, gürültüyle çarpışıyoruz, iç içe geçiyoruz, boynumuzun üstünde kalan her hücre ağrıdan şekil değiştiriyor, tek bedenimiz oracığa çöküp kıvranıyor, ortalık kararıyor... Ne kadar süründüğümüzü bilemiyorum, toza bulanmış halde ama birleşmiş; kısmen toparlanıyoruz.

Doğrulurken avuçlarımla yüzümü yokluyorum. Çenem, ağzım, burnum yerli yerinde, gözkapaklarım zor aralanıyor, kirpiklerim kısmen dökülmüş, alnım kırışmış, sol kulağımın önünde dokununca acıyan bir şişlik var yine de hasar onarılmayacak düzeyde sayılmaz. Beynimin girinti çıkıntıları biricik kafatasımın içine yayılıp yerleşirken memnuniyetle hışırdıyorlar.

Artık baktığım yönü görebiliyorum. Peki, tekrar yürüyebilecek miyim? Deniyorum, ayaklarım çalışıyor. Sola dönünce önümde çakıllı bir yol beliriyor. Hava aydınlık, kuşlar cıvıldıyor. Biraz gidip bakınıyorum, taşları üst üste koyup heykelcikler yapıyorum, beğenmeyip deviriyorum, bir daha deniyorum, bir daha, bir daha... Bu değil, istediğim bu değil!

Sağa sapıyorum, tekrar sola, düz ve bir kez daha sol... Gidilmemiş mekanda yapayalnızım. Yüksek çalılıklardan oluşmuş duvarları gökyüzüne uzanan, aşılması imkansız, iç içe geçmiş, parke taşlı, dar sokaklar. Yorgunluktan başım dönüyor. Üstelik acıktım.

"Merhaba!"

Donakalıyorum. Sesin sahibi o, seziyorum: Yaşlı adam. Uzun, ince parmaklı elinde tuttuğu sigarasından derin bir nefes çekiyor. Patlak gözleri, buruşmuş, çirkin yüzüne tezat, ne de sevecen bakıyor!

"Filmlerimden parçalar canlandırıyordun" diyor. "En azından üçünü biliyorsun. Daha fazlasını göremediğin için kendini üzme, ben de ancak o kadarını hatırlıyorum."

"Ne yapacağım?"

"Uykudaki rüyaları boşver, bilincin yerindeyken hayal etmeye bak. Gerçeklere dört, gündüz düşlerine yirmi saat ayır. Sonra karar verirsin. Kesinlik yok, her kuralın ucu açık, en çapraşık temalar aslında en yalın olanlar. Sen bunları seziyorsun aslında, benim kızım sayılırsın."

Buharlaşıveriyor. İçimde coşkun bir sevinç dalgası kabarıyor. Beynimin ortadan ikiye yarılırcasına genleşmesine aldırmıyorum. Üst kabuğu beni eski, sisli yola sürüklemeye çalışırken alttaki en ince, en kırılgan, en karanlık kısmı bilinmezliğin derinliklerine doğru çekiyor.

Sonuncuya uyup gizlerde kayboluyorum.   

28 Şubat 2011 Pazartesi

EMİNÖNÜ

Hep uzak kentlerde ya da ülkelerde dolaşacak değilim elbette, yaşadığım diyarda da geziyorum. Böyle dediğime bakmayın, hemen inanmayın, arkamdan itip "fotoğraf çek" diyen olmasaydı kışın o ahmakıslatanlı, soğuk, rüzgarlı Pazar gününde dünyada evden dışarıya çıkmazdım.

Görev duygusu yüksek öğrenci ruhlarımızın rehberliğinde, arkadaşımla birlikte Kadıköy'den Eminönü vapuruna bindik. Öğrenciliğin yaşı yok üstelik insanı genç tutuyor, herkese tavsiye ederim. Üzerimizde kalın montlar, şapkalar, eldivenler, şemsiye, bir de ellerimizde küçük dijital kameralarımız tabii. İkimiz de amatörüz. Hele ben... Çoğu yere giderken fotoğraf makinemi bile unuturum. Makineyi alsam yedek pilim bulunmaz, ne çekeceğimi bir türlü bilemem. Bu kez donanımım tam. Dört tane yedek pilim hazır. Çıkmadan önce makinemi kontrol ettim, çalışıyor. İçinde dolu boş yer var. Eh, düğmeye basmayı da becerebildiğime göre sorun yok sayılır.

Konuyu hafta içinde belirlemiştim. Dilencileri çekeceğim. Yıllar önce Eminönü'nde mekan tutmuş bir dilenci hastamın anısını yaşatmak istiyorum. Kronik osteomiyelit nedeniyle bacağını ampute etmek zorunda kalmıştım. Taburcu olduktan birkaç ay sonra herhangi bir nedenle Eminönü'ne vapurla geçtiğimde karşılaştık. Nehir gibi akan insan kalabalığının şaşkın bakışları önünde elindeki tahtaya dayanarak seke seke koşturup elime sarıldı, engelleyemedim, öpüp başına koydu. Güdüğünü tümüyle açıkta bırakmış, sergiliyordu. "Çok teşekkür ederim hocam, sayenizde işlerim açıldı. Eski bacağım kokuyordu, kimse bakmak istemiyordu, şimdi çok iyi. Allaha şükür rızkımı çıkartıyorum. Şu köşede duruyorum. Gelin bir çay ikram edeyim" demişti. Acele ediyordum herhalde ki davetini kabul edememiştim. Sonra uzun zaman vapurla Eminönü'ne geçmedim ve ona da bir daha rastlamadım. Şimdi nerelerdedir acaba?

Hikayemi arkadaşıma anlatırken vardık. İskele verildi, indik. Şöyle bir etrafa göz gezdiriyorum, hiç dilenci yok. Ortalık tenha sayılır. Hem Pazar hem de soğuk. Rüzgar kamçı gibi vuruyor. Hava suratsız, kapanık. Olsun, dolaşır bakınırız. Genel görünüm çekeriz.

Yolun karşısından başlamaya karar veriyoruz, Eminönü Camii'nin kıyılarından. Kestaneciler tek tip arabalarıyla biraz sıkkın, bekliyorlar. Ayakkabı boyacıları uyumak üzere. Kuşlar az, yağmurdan kaçmışlar. Zaten onları beslemek için yem atan da yok gibi. Mısır Çarşısı'na gelmeden, hemen caminin yanında bir sokak gözümüze çarpıyor. Parke taşlı, dar, canlı. Girişinde 'Tohumcular Çarşısı' yazıyor. Utanıyorum söylemeye ama ben burayı şimdiye kadar hiç görmemiştim. Dalıyoruz elbette.

Yüzlerce çeşit çiçek tohumunun yanında kurutulmuş otlar, naylon torbalarının üzerine değişik hastalıklara iyi geldiği yazılmış bazıları bildik, çoğunun adı sanı belirsiz bitkiler, çaylar... Turşucu! Belki otuz çeşit turşu var. Ağzımız sulanıyor. Zeytincideki renkler mükemmel. Hele bidonlarının içinde kıvrım kıvrım oynaşan iri sülüklere ne demeli? Müşterisi bol bir yer. Bilen İstanbullular kimbilir hangi semtlerden gelip alışveriş yapıyorlardır. Örneğin kalp ve damar çayını almak için Beykoz'dan buraya yolculuk eden olabilir. Sülük ihtiyacı nedeniyle Silivri'den gelinebilir. Burası hem çok gerçek hem de gerçeküstü bir yer.

İkinci durağımız Mısır Çarşısı. Kapısında bizi o tanıdık, hafif iç gıcıklayan baharat kokusu karşılıyor. Kubbeli, yüksek tavanlı yapısına bir kez daha hayran oluyorum. Bu tatil gününde bile kalabalık. Burada fotoğraf için malzeme çok. Epeyce çekiyoruz. Arkadaşım bir dükkanın sakallı, takkeli, şalvarlı sahibini de resme dahil etmek istiyor ve izin almak için yaklaşıyor. Tabii ki reddediliyor. "O amcayı ikna edebilseydim keşke!" diye dönene kadar söylendi. Amca dediği, olsa olsa otuzlarının ortasındadır. Böyle giyinince yaşlı görünmemek olanaksız.

Yine dışarıdayız. Titrerken fotojenik bir sokak buluyoruz. Tüm açılardan güzel görüntü veriyor. Arnavut kaldırımlı, eski taş binalarla dolu, hoş bir açıklığı var. İlerideki hafif kıvrımıyla Doğubank'a doğru uzanıyor. Ona değil de yanındakine sapıyoruz. Kurukahveci Mehmet Efendi'ye varıp taze kavrulmuş kahve kokularını içimize çekiyoruz. Konyalı kapalı. Diğer lokantalar da. Demek ki buralardaki yiyecek dükkanlarının esnafı tok. Hafta içi iyi kazanıyor olmalılar ki Pazar günü tatil yapabiliyorlar.

Peynircilerin önünden arkadaşımı zorla uzaklaştırıyorum. Peynire bayılıyormuş. Ama hangisi iyi, bilemeyiz ki! Üstelik elimizde peynir paketleriyle fotoğraf çekmek de hayli zor olacak. Bir de şemsiye idare ediyoruz üstelik.

Buralara gelmişken gara uğramadan olmayacak. Bugün Sirkeci'den bir yere giden yokmuş gibi bir izlenim edindim. Bilet gişeleri boş. Trenler yan yana dizilmişler, sessizce bekliyorlar. Sadece bir tanesinin ışıkları yanıyor. Binip inen yolcular ancak hayal edilebilir. Yüksek tavanlı, ıslak taşlı, sütunlu peron, sonsuzluğa açılan kapıya benziyor.

Çok üşüdük. Hem ısınmak hem de bir dükkanı içten gözlemek için arkadaşımın bildiği bir şapkacıya giriyoruz. Sahiplerinden olduğu belli, güler yüzlü, genç bir kadın bizi karşılıyor. İçerisi her çeşit şapka, kravat, gömlekle dolu. Hem çok karışık hem çok düzenli. İkimiz o eşyaların arasında kaybolabiliriz ama belli ki satıcı her şeyin yerini biliyor. İstanbul'un seksen senelik gayrimüslim esnaflarından. Dedesinin işini sürdürüyor. Mükemmel İstanbul Türkçesiyle bir yandan duyduğu ve hatırlayabildiği geçmişi anlatırken boş durmayıp her ikimize de sudan ucuz birer yün şapka satıyor. Sokakların tümüyle trafiğe kapatılmasından yakınıyor. Bu yöre Fatih Belediyesi'ne bağlanmış ve araç girişi yasaklanmış. Mal getirmek büyük dert olmuş. Otopark sıkıntısı da olduğu için ne yapacaklarını şaşırmışlar. "Uygar ülkelerde metro var, hallediliyor. Altyapıyı tamamlamadan değişiklik yapıyorlar, acısını biz çekiyoruz" diyor. Fikrimizi soruyor, kararsız kalıyoruz. Burada yaşayan ve çalışanların daha iyi bileceğini söylüyoruz. "Soran yok ki!" diye sitem ediyor.

Tekrar deniz tarafına geçiyoruz. Boşalan vapurlardan çıkanları, sıra sıra taksileri, yalnız veya grup halindeki balıkçıları, Galata köprüsünü, kirli, kurşuni denizi, yarısı siste kaldığı için terkedilmiş izlenimi veren vapuru çekiyorum. Tüm gelip geçen insanlara öyküler uyduruyorum. Büyük kent hikayesinin bu yöredeki parçalarını görüntülüyorum. Kendimi gerçekten İstanbullu olarak hissediyorum. Eşsiz tarihi dokusu, mükemmel çizgileri olan bu şehirde kalabalığa karışıp kaybolabilen, kalabalığın parçası olduğunu bilen, kalabalığı gören, burnu kızarıp tepeden tırnağa ıslanmış herhangi bir kişi. Güzel duygu.

İki buçuk saatin sonunda tekrar Anadolu yakasına geçiyoruz. Kadıköy'deki lokantaların hepsi açık. Finali, sohbete katık ettiğimiz ekmek arası kokoreç ve birayla noktalıyoruz. İkimiz de verimli bir gün geçirdiğimiz konusunda hemfikiriz. Resimlerimiz hazır, ödevimizi yaptık, sıra kolajda.    

23 Ocak 2011 Pazar

KANLI CANLI BİR METAFOR

Ben sol elim. Sadece parmaklarla avuç içinden ibaret bir organ değil, kaldığı kadarıyla kasları, damarları, sinirleri, kemikleri olan, dirseğe değin uzanan bir bütünüm. Eski bedenimden ayrıldım; ister inanın, ister inanmayın. Etten oluşan kısımlarımın içinde yüze yakın saçma tanesi var. Doktorlar onları ayıklayamayacaklarına, yaşamsal parçalarımı onaramayacaklarına karar verince beni otuz dört yıldır birlikte yaşadığım vücuttan ayırdılar. Tıp dilinde buna 'amputasyon' deniyormuş. Daha özellikli olaraksa 'dezartikülasyon'. Yani herhangi bir eklemden başlayarak uygulanan kesme işlemi. Bilgiç miyim? Olabilir. Öğrendiklerimi neden aktarmayayım? Bilincim yerindeyken içinde var olabileceğim çok az zamanım kaldı, siz okurlarla paylaşmak istiyorum. Yazarın zihninden özel izinle çıktım, ruhumu kalabalıklara karıştırdım. İsyankar falan değilim, sadece elçiyim. Konuşmazsam anımsanmayacağımı biliyorum.

Fatma'yı hastaneye getirdiklerinde ağrısı öylesine dayanılmazdı ki sayıklıyordu. Şokun eşiğindeydi, güçsüz düşmüştü fakat acile vardığında ölüm tehdidi yoktu. Pıhtılar çoktan oluşmuş, akan kanı durdurmuşlardı. Buna rağmen ilk gören asistan adli rapora 'hayati tehlikesi vardır' kaydı koydu. Ne de olsa büyük damar-sinir yaralanması mevcut, geçici rapor bu, tedbirli olmak gerek. Vuran da eski kocası, tutuklanıp ceza görmeli. O okunaksız elyazılı kağıt polise verilmezse herif omzundaki av tüfeğiyle dolaşıp tehdit savurmaya devam edebilir. Bir kez belden yukarıya ateş etmiş, devamını neden getirmesin? Niçin susuyorsunuz? Haksız mıyım?

Fatma akıllı kadındır da... Nasıl söylesem? Çirkin değildir, sevimlidir, okuması yazması vardır, ortayı bitirmiştir, beceriklidir, iyi kalplidir, evini çekip çevirmesini bilir, bence gönlü zengin insandır ama hem çolak hem dölsüzdür. Sağ eli, kardeşim, kısa ve parmaksızdır. Anadan öyle doğmuş. Bir de üstüne üstlük çocuğa kalamayınca kocası onu yıllar boyu dövüp aldattı. Tam on beş yıl sopa yedi. Yüzünü hep ben korudum. Birkaç kez karakola sığındıysa bile işe yaramadı. Anne babası sahip çıkmadı. Komşuları 'kısmetsiz' deyip geçtiler. Gecekondu mahallesinde yaşıyorduk, kurallar keskindi. Çok güçlü olacaksın, yoksa ezilirsin. Kusurun olmayacak. Varsa bile görünmeyecek. Kadınsan mutlaka çocuk doğuracaksın.

Bekir işsizdi. Karısını gündelik temizliğe gönderir, kahvede okey oynardı. Akşamları kapıdan yorgun argın giren Fatma'nın üzerine çullanıp önce becerir sonra da başlardı vurmaya. Televizyondaki itilmişle kakılmışın bol acılı sosa bulanmış gerçeği gibiydiler. Kadıncağız benim yüzük parmağıma nikah yüzüğünü bile takamadı. Adam taktırmadı. Neymiş, günahmış! Taharetlendiği ele yüzük takılır mıymış? Oysa Fatma her işini benle yapardı. Yemeğini, çamaşırını, bulaşığını, alışverişini... Üstelik solaktı. Sakatlığı olmasa bile ben sağ elden üstün olacaktım. Bu konuda Tanrı'ya şükreder, bir taraftan alırken diğer taraftan verdiğini söyler, beni becerikli yarattığı için şanslı olduğunu düşünürdü. İşlerini bitirdikten sonra anne babasının yanına koşar, onu on kuruşa sattıkları şu haysiyetsizden yakınmadan evlerini toparlardı. Neyse ki kaynanası köydeydi, çolak gelini görünce tansiyonu çıkıp kahrından dünya değiştireceğine inanır, yanlarına gelmezdi. Böylece bir de onu çekmek zorunda kalmadı.

Beşinci yılın sonunda muayeneye gittiler. Kısırlığın Bekir'de olduğu söylendi, duydum. Adam kondurmadı tabii, köteği arttırdı. Yedinci yılda dost edindi. Şimdiye kadar Fatma'nın takip edebildiği altı kadın oldu. Hiçbirinden çocuk falan yok elbette. Neyse, uzatmayayım, bu hikaye benim hikayem, onların değil; yazar konuyu dağıtmamamı sıkı sıkı tembihledi, kısa yoldan bitireyim. Hayırsever bir avukat yardım etti de Fatma boşanabildi. Başını eğip, yalvarıp ailesinin yanına sığındı. Yine temizliğe gidiyordu. Herif peşini bırakmadı. "Çalışamazsın. Dul kadın sokağa çıkmaz" dedi. Bizimki dinlemedi. Sonra Bekir beni av tüfeğiyle vurdu işte. Üç kez ateş etti, parçalandım.

Tüm bunları neden gövdemden ayrıldığımı merak edersiniz diye anlattım. Şimdi gelelim bana. Morgdayım. Yazar: "Kendini güzel betimle ki okur seni zihninde üç boyutlu olarak canlandırabilsin" diye tembihledi. Sağlıklı halime hiç benzemiyorum. Uzun, ince, nasırlı parmaklarımın ikisi orta boğumlarından kopup halıda kaldı, başparmağımsa tek bir lifle geri kalanıma tutunmuş, sallanıyor. Derim lime lime, kemiklerim kırık, kaslarımın içi yuvarlak, siyah demir parçalarıyla dolu. Damarlarımla sinirlerim yanık, kavruk, büzüşük; üzerlerinden silindir geçmiş borulara, oraya buraya saçılmış teyel ipliklerine benziyorlar. Çirkinim. Yoldan geçen birini çevirip gösterseler düşüp bayılır. Soğudum, morardım, katılaşmaya başladım. Çelikten bir çekmecenin içine atılıverdim. Ameliyatımızı yapan doktor beni yeşil bir torbaya koyup hastabakıcıya vermişti. O da getirip morg görevlisine teslim etti. Adam torbamın ağzını açınca buraya silkeledi. Eldivenleri vardı fakat iğrendi herhalde, dokunmak istemedi. Kemiklerim unufak olduğu için eğildim, mevcut parmaklarımın biri açıldı, diğeri kıvrıldı, başparmağımın tırnağı avucumdaki cildi yok olmuş etime battı. Yanımda üç tane bacak var, çoktan donmuşlar; biri pantolonlu. Acı duymuyorum. Kopartıldığım beden belleğimden silinmeye başladı bile, ne tuhaf! Oysa Fatma beni en az bir yıl hissedecekmiş, belki de ömür boyu. Beynindeki yerimin boşluğa dönüşmesi çok zaman alacakmış. Ondaki cisimsiz varlığıma ruhum desem olur herhalde. Arada kaşınacak, hareket eder gibi olacak, ağrıyacakmışım. Kirlendiğimi düşünüp yıkamak isteyecek, bardağı kavramak için uzatmaya çalışacak, yuvarlaklaşmış dirseğine bakıp ağlayacakmış. En zoru kaşıntıymış, ilaçların en az yarar sağlayacağı duygu. Çolak sağ eliyle uzantısı kaybolmuş güdüğünü ovuşturacak, devamını tutmaya çalışacakmış. Yavaş yavaş silikleşirken kıpırdanıp eski dostuma işkence çektirecekmişim. Bunlar hep Bekir'in canı öyle istediği için olacakmış, ameliyathanede konuşurlarken duydum.

Yazar, yazdırdığım paragrafı okudu, beğendi. "Birkaç cümle de kendimden ekleyebilir miyim?" diye sordum: "Tamam" dedi. Tek başına ölen el olarak mükemmel bir metaformuşum, kendimi canlı bir söylemle okura sunmuşum, geçmişimi sıkmadan özetlemişim, hak etmişim, istersem kendisi hakkında bile yorum yapabilirmişim.

Bu adam (yazarın erkek olduğunu düşündüm nedense) niçin beni yaratmak istedi? İçinde ne var da benim kılığıma bürünmüş olarak dışarıya çıktı? Kabus mu gördü, karısından veya sevgilisinden mi ayrıldı, çok istediği bir kitabı mı yazamadı? Ruhumdan bahsetmemi özellikle vurgulaması daha da tuhaf. Platonik aşkı mı var? Ulaşamadığı ya da kavuşamadığı nedir? Kime kızmış? Sürgüne gönderilmiş olmasın?

"Yeter!"

Artık tuşlara basan parmaklarına ben hükmediyorum. Ağzımı açtım, sözcükler ardı ardına dökülüyorlar, duramıyorum. Onu sorguluyorum. Başkalarını yazılarıyla rahatsız etme hakkını nasıl kendinde görüyor? Bitirdiğimde isterse yırtsın, bana ne! Zaten yokum. Fatma da Bekir de yoklar. Dünyada böyle haksızlıklar, acılar olduğunu varsayalım, öyküde de bulunması şart mı? Zorlanmadan nefes alıp vermek, yiyip içmek, sevişmek güzel şeylermiş. Beyninde bunlardan hoşlandığını açık açık belli eden kocaman bölgeler var, çıkmadan önce gördüm. Yaşam için programlanmış, ölümle uğraşıyor. Olmayan beni öldürdü işte! Hem de ne biçim! Ürkütücü şeyler yazarak duygu sömürüsü yapıyor, kendini bayağılaştırıyor. Belki de hasta. Sahi, bakın şimdi aklıma geldi bu, ruhsal bozukluğu olmasın? Psikiatriste gidip tedavi görmeli. Kendisi istemiyorsa zorla götürülmeli. Deli diye damgalanmalı. Yalnız bırakılmalı!

Okurlar, sakın bunun yazdıklarını okumayın! Bırakın, kendi kendine bağırıp dursun. Başınızı çevirip geçin, gidin. Keyfinize bakın. Dedikodusunu yapın, suratına çürük yumurta atın, çamurda sürükleyin. Anlamıyorsa görmezden gelin. En etkilisi bu olacaktır, onu tanıyorum. Nasıl olsa sonunda vazgeçer. Böylece rahat uykularınızı bozmamış olursunuz.

Son sözüm: Sizleri uyaran beni sakın unutmayın! Ben... Zorla bedeninden kopartılmış, gözlerden ırak olması gereken, kurgulanmış, çirkin sol el! İstediğim bir çelişki değil; biraz düşünürseniz anlayacaksınız, eminim.     

16 Ocak 2011 Pazar

YENİDEN

Sanki ilkokuldaydım yeniden ve verilen hafta sonu ödevlerini yapmamanın ya da yaz tatilinde aylarca zamanım olmasının rahatlığını yaşıyordum; şimdiki zamanla ne ilgisi varsa! Oysa zorlayan yok, yap veya yapma diyen de. Geçmişin alışkanlıkları yönetiyor insanları, birikimler davranışları biçimlendiriyor. Sırf bu yüzden başkalarına kızılıyor, güceniliyor, küsülüyor. Önce kendine baksana sen!

Neyse işte, yeniden resim yapmaya başladım. Kafamda dolaşıp duran onca renk, manzara, yüz tam şekillenmedi. Rasgele fırça darbeleriyle tuvali okşuyorum. Elimi serbest bırakabilecek miyim? Neler gelecek ardı ardına? Göreceğiz.

Çoğul konuşmak hatta düşünmek ne kadar yerleşmiş! Bir grubun parçası olmaya duyulan özlem belki de. Hiç içinde olamadığım kalabalıklara, hemşeri ya da akraba topluluklarına kıskançlık olabilir mi? Ben hep yalnızdım. Çocukluğumda odamdaki koltuğa oturup kenarından ayaklarımı sallandırdığımda (evet, biz iki kardeşin ayrı odaları vardı) sorduğum: 'İnsan nasıl yalnız kalabilir ki?' sorusunun yanıtını yaşadım bugüne kadar. O soruyu ne kadar içten, ne büyük bir kendini beğenmişlikle sormuşum ki hayat bana çeşitli şekillerde: 'İşte böyle!' diye göstermeye devam ediyor.

Bulduğumu sandığım anda kaybediyorum.

Anılarımızı biçimlendirip öyküler haline getirmiyor muyuz? İyi anlatılırlarsa dinlenmiyorlar mı? Resim de aynı şey sayılır. Biraz oradan biraz buradan, biraz benden biraz senden biraz da ondan derken içine çeken, görenin benliğine hitap edip gündelik kaygılarını bir süreliğine unutturan tablolar. Başını çevirince eski benliğe yenilikler katılmış olarak gerçeğe döndüren, 'bunları keşfetmesek hayat çok tekdüze, sıkıcı olurdu' dedirten renkler, şekiller, farklı yüzlerin zenginliğinden beslenen cambazlıklar, yeni mekan ve varlıkları buluşturma... Hepsi bir şeylerin parçası, içimizden çıkıp gelenler ama aslında başkalarıyla buluşma isteği.

Mutluluk yaşansaydı resimler olmazdı (olmaz mıydı?).

İşe gitmeyi istemeyerek başladı. Evde bulunmayı, arkadaşları görüp konuşmayı, kitabım elimdeyken rahat bir kanepede uyuklamayı, yürümeyi, rüzgarı hissetmeyi, araba kullanmayı artık sevmediğimi duyumsatarak belirginleşti. Amacımı kaybetmiştim, boşlukta yüzüyordum.

Hayatın anlamı sadece sorular sormak, yanıtları ise hiçbir zaman bulamamak mıdır?

Aşkta kaybetmek var mıdır? (Genelde tersi sorulur.) Sahip olunamayınca o kişi kaybedilmiş mi sayılmalıdır? Mademki cananın varlığı önemlidir, o halde gündelik tercihleri bir kenara bırakıp duyguları doludizgin koşturmaya devam etmek mi gerekir?

Gereken yok aslında. Önemli olan nasıl mutlu olunacağını anlamaya çalışmak. En kötüsü kararsızlık. Çarpışan ego ile duygular.

Hep aklımda Rodin ile Camille Claudel var. Rodin gerçekten Camille'i sevdi mi yoksa kullandı mı? Erkekçe sevmiştir sanırım. Ama kendisinden otuz yaş küçük, çok zeki, çok yetenekli bir kadınla tam gün birliktelikten ürkmüş olabilir. Kadınsa erkeği tümüyle istiyordu, olmayınca delirdi.

Bir şey ya da kişi çok önemliyse kaybedilmemeli. Gururu, çevrenin onaylayan bakışlarını yitirmek daha az önemli sanki. Eğer mutluluk o kişinin varlığında saklıysa, devam etmek gerekir; ne olursa olsun!

Huzur denilen şey gerçekten alıştığınla ilişkiyi öyle veya böyle sürdürmekte mi?

Dinginlik ve bütünlük duygusunu sağlayacaksa tüm dış etkenlerle hatta insanın kendi sorumlulukları ve gündelik yaşantısıyla çarpışmaya değer. Denemek lazım. Pişmanlık mı? Ne olacak ki? Görev önceliğiyle sakatlanmış bir hayattan kim yarar görecek? Zarar vermedikten sonra başkalarına ne! Sonunda hepimiz ölmeyecek miyiz?

Neyse işte, yeniden resim yapmaya başladım. Bundan sonrası macera.