ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

31 Aralık 2010 Cuma

TEKRAR URSULA LE GUİN VE FANTASTİK EDEBİYAT

Ursula Le Guin ve fantastik edebiyattan bir kez daha bahsetmek istediğimi, benim için önemini yazmaya çalışacağımı söylemiştim. İşte o zaman geldi. 2010 yılının son blog yazısı olmasını belki de bilinçsizce planladım. En değerli varlık en tepede, bitiş çizgisinde, geleceğin başlangıcında!

'Seyyahlar kendi yolculuklarını anlatırlar, sizinkini değil' cümlesi hem çok alçakgönüllü hem her okuyana ümit aşılayan türden hem de müthiş bir özgüvenin eseri. Gezgini düşünün: Deneyimlerini aktarıyor. Tanımadıklarına yolun ipuçlarını veriyor. Yemek pişirmeyi sevenlerin birbirleriyle paylaştıkları değişik yemek tarifleri gibi. Eklediğiniz bir fazla tutam tuzunuz ve biraz pul biberinizle eşsiz olanı yaratmanızı sağlıyor. İnsanlar, masal gibi bile olsa dinlerlerken kendi yolculuklarının haritasını keşfediyorlar.

'Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar' adlı deneme kitabında 'Amerikalılar ejderhalardan neden korkar?' diye bir bölüm var ki kitabı her elime alışımda önce orayı okuyorum. Tabii Ursula Le Guin'in bahsetmek istediği sadece modern Amerikalılar değil. Gelişmiş ya da gelişmekte olan, tekniğin, yerleşik kamusal değerlerin en iyisi olduğunu düşünen tüm insan toplulukları için geçerli.

Akıllı, meslek sahibi veya bu yolda ilerleyen kişiler, hayal ürünü olana şüpheli hatta aşağılık bir şeymiş gibi bakma eğiliminde. Bu görüşü her ne kadar eksiksiz benimsesem de bana ait değil; Ursula Le Guin söylüyor. Yazar devam ediyor: 'İşadamının değerler sisteminde eğer bir edim hemen ve elle tutulur bir kar sağlamıyorsa, haklı gösterilemez.' Yani püriten değerler sisteminde 'zevk' yoktur. Daha doğrusu zevk bir değer değil, sadece günahtır. Zevkten kastım, beyinsel tatmine ulaşılabilecek tek araç: Hayal gücü. Zihnin özgürce oynadığı oyunlar. Yine yazarın sözleriyle devam edeyim: 'Özgür kelimesi ile kastım, doğrudan bir kar hedefi gütmeden, kendiliğinden hareket edilmesi. Özgür olmak hiç de disiplinsiz olmak değildir. Hayal gücünün düzenlenmesi hem sanatın hem de bilimin temel yöntemi veya tekniğidir. Kelimenin gerçek anlamında bir şeyi disiplin altına sokmak onu baskı altında tutmak değil, eğitmek, gelişmesi, harekete geçmesi, verimli olması için teşvik etmektir - bu şey ister şeftali ağacı olsun, ister insan zihni.'

Büyük edebiyatçı yol gösterdi. Şimdi onu bırakıp ülkemize dönüyorum: Zorunlu gereksinimleriyle boğuşan Anadolu toprağının çileli insanlarına değil, şu büyük şehirlerde ortalamanın üstünde gelirle geçinip ev borçlarıyla çocuklarının okul taksitleri arasında sıkışıp kalmış kalburüstü, okumuş yazmış kesime. Kaç kişi kitap okuyor? Neden vakit yok? Kuaförde saatlerce beklerken dergi karıştırmak, Facebook'da dolaşmak veya televizyondaki ipe sapa gelmez dizileri izlemek için vakit var. Dedikodular, uzayıp giden maç yorumları, çay partileri, kafe sohbetleri, boş boş oturup pineklemeler için pek ala vakit var. Fantezi ve/veya kurgu dünyası içinse yok. Çünkü korkutuyor! Yine Le Guin: 'Fantezideki hakikatin, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma, hatta tehdit oluşturduğunu bilirler. Ejderhalardan korkarlar çünkü özgürlükten korkarlar' diyor.

Sanırım en önemli soru şu: Zihnimiz özgür kalırsa ne elde edeceğiz?

İnsan, doğumundan ölümüne kadar yalnızlığını aşmak için çabalıyor. Gerçekten var mıyım? Başkalarına nasıl ulaşacağım? Seslendiğimde beni duyan birileri oluyor mu?

Bir bütünün parçaları olduğumuzu algılayabilmemiz için hayal gücüne ihtiyacımız var. 'Ben ve ötekiler' dediğimizde yabancılaşma başlıyor. Oysa 'öteki' içimizde. Gölgemiz. Kötü yanımız. Bakamadığımız, anlamak için çaba harcamadığımız sürece büyüyüp varlığını yansıtma yoluyla diğerlerinde görünür kılmaya çalışan hatta başaran derinliğimiz. Kısır çekişmeler, vahşi savaşlar onun yüzünden çıkıyor.

Göz göze gelip elini tutabilirsek kılavuzumuz olabilir. Eğitilmiş varlığı, gücünü benliğimize aktarıp bize olgunluk yolunda bir basamak tırmandırabilir. Daha huzurlu ve umutlu olma şansını yakalayabiliriz.

Fantezi, gerçek fantastik edebiyat, kendimizi ve gölgemizi tanımamızı sağlıyor. Her insanda aynı ikilik olduğunu fark edip aynı dengeye sahip olduğumuzu, benzerliğimizi algılatıyor. Yalnızlık duygusu belki bu yolla aşılabilir. Diğer ruhlar düşman değil, dost olarak görülebilir. Karşılaşılan ya da tanık olunan haksızlıklar, acılar karşısında baş çevirmeden durulabilir, adaletsizliğin gözlerinin içine odaklanılabilir.

Kimbilir, bakarsın teslim bile olunmaz!

Okurken zevk alırız. Mutluluğa adanmış yaşamımız ona bir adım daha yakınlaşır. İçimizdeki çocuk, o saf meraktan ibaret halimiz, şaka, kahkaha, dünyamızın aydınlık yüzü gün ışığına çıkabilir. Az şey mi?

Çok uzatmadan Ursula Le Guin'in sözleriyle bitireceğim: 'Bütün ciddi kurgu ürünleri (buna doğru düzgün tasarlanmış bilimkurgu da dahil) insanın bu kocaman çuvaldaki, evrenin bu göbeğindeki, bu gelecek şeylerin rahmi ve geçmiş şeylerin kabrindeki, bu bitmeyen hikayedeki bütün diğer her şeyle nasıl bir ilişki içinde olduğunu tanımlamaya çalışmanın bir yolu... Kurgunun güzelliği her zaman huzursuz edici olmasındadır. Şiirin veya müziğin sunduğu gibi aşkınlık, anlayışı aşan bir huzur sunamaz; saf tragedya da olamaz. Çok karışıktır. Özü karışıktır... Romanın önemli bir sanat olduğunu düşünüyorum çünkü ekmekten başka neyle yaşadığımızdan bahsediyor... Sanatın yolu: İlişkilendirmektir. Fikri değerle, duyuyu sezgiyle, korteksi serebellumla ilişkilendirmektir.'

Yine dayanamayıp çok alıntı yaptım. Tümü ve zevkli bir okuma için: Bkz. Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar (Ursula K. Le Guin)

Hayal gücünün gerçekliğine yakınlık duyan erişkinlerin dünyasında yaşamayı hayal ediyorum. Belki 2011'de öyle bir yer bulurum.     

29 Aralık 2010 Çarşamba

GÜNÜBİRLİK RODOS (Eylül 2010)

Çıkış kontrolü sırasında batı Avrupa'dan gelmiş turistleri saymazsam Türk'ten fazla Yunanlı var. 'Komşu bizi daha çok merak ediyor herhalde' diye bir yorum yapmalı mı acaba? Yoksa bu, gezi kültürüyle ilgili bir şey mi?

Gümrük görevlisinin camında bir yazı asılı: 'Pasaportunda Kuzey Kıbrıs damgası olanlar Yunanistan'a kabul edilmemektedir.' İşte çirkin politika başladı! Orta yaşlı bir erkek yolcu söylenerek dönüyor.

Feribot çok rahat. İçeride kahvaltı etmek mümkün. Turist rehberi olduğunu tahmin ettiğim bir adam mikrofonla Türkçe ve İngilizce bilgi veriyor. Yarım günlük şehir turu satın alabilirmişiz. Sonrasında serbest dolaşacağız. Sadece Türkçe olarak ekliyor: "Gümrüksüz satış alanlarında fiyatlar ve mallar aynı. Rodos'tan değil, Marmaris'ten alışveriş etmenizi öneririm. Ben öyle yapıyorum. Paramız kendimize kalıyor." Biraz milliyetçi kokular salgılasa da fena fikir değil, hatırlattığı iyi oldu. Tur da ucuz; dahil oluyorum.

Yanaştık. Yolculuk elli dakika sürdü. Bostancı'dan Bakırköy'e deniz otobüsüyle gitmek gibi bir şey. Levhalardaki yazılar falan değişmemiş olsa farklı bir ülkeye geldiğimi neredeyse algılayamayacağım.

Ülkeye giriş işlemlerinde memurlar güler yüzlü ve hızlı. Buluşma yeri güzel bir kafeye benziyor. Çok kozmopolit. Marmaris'tekinin on katı turist var burada. Gözüme çarpan dükkandan bir Rodos haritası satın alıyorum.

Rehberimiz, yaşlıca bir Yunanlı kadın. İngilizcesi aksansız, akıcı. Yaklaşık kırk kişiyiz. Beş altı Türk, diğerleri değişik ülkelerden. Otobüse biniyoruz. Yeni şehri dolaştırıyor, yerleşim yerleri, resmi kurumlar hakkında bilgi veriyor. Bu ada pek de adaya benzemiyor. Orta büyüklükte bir kent gibi. Gösterişli caddeleri, hareketli bir günlük hayatı var. Temiz. Çok albenili oteller gördüm. Kumsal neredeyse tüm ada boyunca geniş ve pırıltılı, akıp gidiyor. Panaromik manzaralı birkaç yerde durduk. Birinden Türkiye görünüyordu. Tuhaf! Özlemle baktım. 'Neyi özlüyorum bunca kısa sürede?' diye düşündüğümde ilk aklıma gelen, konuştuğum dil oldu. Aslında gittiğim herhangi bir yerde Türkçeyle iletişim kurabilsem diğer bütün değişkenler arkada, anlamsız kalacak; farkındayım.

Hava bulutlu hatta birkaç damla yağmur atıştırdı. Rehberimiz, Rodos'ta Haziran başından Eylül sonuna kadar yağmur yağmadığını söyledi. Çok istikrarlı bir iklimi var doğrusu. Bugün Eylül'ün son günü.

Apollon tapınağının önünde epeyce duruyoruz. Apollo: Işık Tanrısı! Onca güneşli güne sahip olmasından dolayı Rodos'u sahiplenmiş, özel korumasına almış. Yanında zeytin ağacı, arkasında Ege'nin pırıltılı sularıyla görkemliydi, ne yalan söyleyeyim.

Antik stadyum çok iyi korunmuş üstelik restore edilmiş. İçinde her an bir spor karşılaşması yapılabilir durumda. İmreniyorum.

Eski şehre vardık. Kale duvarları yüksek, bakımlı. Çok kalabalık. Herkes yabancı. Yunanlılar nerede? Rehberimiz, üç saatlik siestada olduklarını söylüyor. Bazen dört saate kadar uzayabiliyormuş. Sadece eski şehirdeki esnaf siesta yapmazmış. Çünkü onlar, kış uykusuna yatan hayvanlar gibi sonbahardan ilkbahara kadar çalışmazlarmış. Bu deyim benim uydurmam değil, Yunanlı kadın söyledi, duydum.

Meryem Ana'nın kocaman taş oymasının altından giriyoruz. İçerisi gerçekten şehir! Sokakları Arnavut kaldırımlı, antik görüntüsü bozulmamış, hareketli bir mekan. Lokantalar, dükkanlar, müzeler... Eski yapıyla yeni yaşam şekli uyumla iç içe geçmiş, ilk göreni çekim alanına sokuveriyor. Hemen yakındaki kilisenin çanları çalarken Süleyman caminden ezan okunuyordu. Buradaki Osmanlı etkisi kalıcı iz bırakmış. Az zaman değil tabii, dört yüz yıl.

Orada serbest bırakıldık. Etrafıma bakınırken portre ressamlarını gördüm. Zeytin ağaçlarından bir koridorun kenarına sıralanmışlar, müşteri bekliyorlardı. Çoğunun yanında küllükler; Yunanlılar epeyce sigara içiyor. Karşılarındaki bir banka oturup ben de içtim. Çalışmalarını izledim. Gerçekten yetenekliler. O bölgede özellikle Amerikalılar yoğunluktaydı. Şımarık davranışlarından Yunanlıların da hoşlanmadığını fark ettim.

Eski şehrin meydanı. Çok iyi konumdaki lokantalardan birinde, ön sıradaki küçük masa boş. Hemen oturuyorum. Acıktım zaten.

Sağımdaki masada İngilizler, solumda İsveçli bir çift, arkamda ise altı yedi kişilik Rus grup var. Meydan cıvıl cıvıl turist kaynıyor. Merkezdeki çeşmenin kenarına bebek arabalarını yanaştırmış batılı anne baba, sandviçlerini atıştırıyor. Hafif, dinlendirici Yunan ezgileri, dolaşıp bakınan yabancı kalabalığının uğultusuna karışıyor.

Garson geldi. Uzun boylu, kumral, yakışıklı bir Yunan delikanlısı. Akıcı İngilizcesiyle: "Hoş geldiniz" dedikten sonra nereli olduğumu sordu. Türk olduğumu öğrenince hafifçe gerildi, fark ettim. Belli etmemeye çalışarak menüyü uzattı. Başta Yunanca, sonraki sayfalardaysa İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça olarak yiyecekler sıralanıyor. Marmaris'teki Türkçesi kaldırılmış menüler gibi değil. İçim daraldı. Yunan salatası, ekmek ve Yunan birası isteyince bizim oğlan gevşedi. "İyi seçim" dedi; dost olduk.

 Yemekten sonra kaybolmamaya çalışarak eski şehrin sokaklarında dolaştım. Bir dükkanda çok güzel desenli örtüler gördüm. Evim yeni ya, daha önce içimde varlığından haberdar olmadığım örtü merakı türedi. Nereye gitsem önce onlara bakıyorum. Kapıdan girdim. Güler yüzlü, genç satıcı kadın istediklerimi çıkartıp gösterirken sohbete başladık. Marmaris'ten geldiğimi, Türk olduğumu, İstanbul'da yaşadığımı öğrenince akrabasına rastlamışçasına sevindi. Meğerse anneannesiyle dedesi Antalya'dan Rodos'a göçmüşler. Küçüklüğünde evde hep Türkçe konuşulurmuş. Ama ikisini de erken kaybetmiş, Türkçeyi öğrenememiş. Sonra büyüyüp evlenmiş, çocukları olmuş, Türkçe öğrenme isteği içinde kalmış. Tezgahın altından Yunanca - Türkçe sözlüğünü çıkartıp gösterdi. Az müşteri olduğunda çalışıyormuş. Marmaris'te bir Türk arkadaşı varmış, senede bir iki kez onu ziyarete geliyormuş. Kendisi bir türlü fırsat bulup gidememiş.

Çok kolay olduğunu, feribotla elli dakikada ulaşılabileceğini söylüyorum. "Biliyorum" diyor. "İş güç işte. Yakın bile olsa arada deniz var."

Sınırların anlamsızlığı bir kez daha suratıma çarpıveriyor.

Beğendiğim örtüyü yarı fiyatına veriyor. Üstelik bir de yanında minik biblo hediye... Öpüşerek ayrılıyoruz.

Feribotun kalkmasına daha iki saat var, ne yapmalı? En iyisi arkeoloji müzesini gezmek.

Doğru karar vermişim. Müze gezmeyi pek sevmem aslında. Fakat etkilendiğim birkaç tanesi vardır. İlki tartışmasız, Hiroşima'daki Barış Müzesi. İkincisi Gaziantep Müzesi. Üçüncüsü ise Rodos Arkeoloji Müzesi oldu.

Antik dokunun içinde yer alması başlı başına bir özellik. Yapının eskiden ne olarak kullanıldığını unuttum ama iç içe geçmiş odalarının taş, geniş tavanlı, serin varlığı beni sarıp sarmaladı. İlkçağ uygarlıklarının gelişmişlik düzeyini, heykellerin mitolojiyle karışmış hikayelerini öyle zevkle sergilemişler ki! Bazı eserlerin yanında açıklamalar vardı: Parçaları veya bir bütünü oluşturan devamı bilmem hangi batı Avrupa müzesinde diye. Şu Avrupalılar, Yunanlılardan da az şey çalıp götürmemişler!

Artık dönmek zamanı. Gümrüksüz alanı dolaşıyorum. Alacağım sigara ve yedi yıldızlı Metaxa zaten, başka bir şey değil. Madem aynıları var, alışverişi Marmaris'e bırakıyorum.

Feribotta tatlı bir yorgunluk çöküyor üzerime. Neredeyse uyuyacağım. Dün Marmaris'te tekne turuna çıktım, daha çok yorulmuş olmam gerekirdi. Hayır, bu başka! Ülke değiştirdim. Farklı algıları olan insanların arasında, farklı bir mekanda yaşadım. Kısmen yabancılık ve kendimi koruma duygularıyla heyecanlandım. İyi geçtiyse de değişiklik gerdi.

Marmaris'te hayretle Metaxa'nın Yunanistan'dan üç Euro daha ucuz olduğunu görüyorum. Kızıyorum tabii. Üç Euro nedir ki? Ama kendi alanlarında, üstelik kendi üretimleri diye pahalıya satmakta sakınca görmüyorlar. İyi ki oradan almamışım!

Otele ulaştığımda turşu gibiydim. Yarın uçağım kalkıyor, İstanbul'a döneceğim. Üç günü iyi değerlendirdim sanırım, epeyce güneş ışını ve görüntü depoladım. Evdeki açılmamış kutu ve bidonların gözlerimin önünde uzak bir hayalmiş gibi dalgalanmalarından belli.  

27 Aralık 2010 Pazartesi

ÜÇ GÜNLÜK TATİL (MARMARİS)

Evde kutu ve bidon yerleştirmekten öyle bunaldım ki kaçtım. Eylül'ün sonundayız. Zaten biraz daha geç kalırsam denize falan giremeyeceğim.

Havaalanından servisle geldiğim Marmaris otogarında taksiye binip kalacağım otelin adını söylüyorum. Şoför önce hiç sesini çıkartmıyorsa da şehre ulaştığımızda öyle bir yer bilmediğini belirtiyor. İnanmak mümkün değil, tabii. Her turistik bölgede uyanık esnaf mevcut. Eh, ben de köyden inmedim, ona pabuç bırakacak değilim. İlerideki taksi durağından öğrenebileceğini hatırlatıyorum. Mecburen onlara soruyor ve fazla dolaşmadan varıyoruz.

İnternette dört yıldızlı diye gösterilen otel aslında topu topu küçücük bir motel. Ama hem temiz hem de merkezde yer almasına rağmen gürültüden uzak. Minik havuzunu çok sevdim. Akşamüstü olduysa bile hava sıcak. Girmeyi düşünüyorum. Yönetici hanım, temizlik yapacağını, istersem denize gitmemi söylüyor. Hayır! Burada kalacağım, patates kızartmamı yiyip biramı içeceğim ve biraz kitabımı okuyacağım. Tatildeyim, canım ne isterse onu yapacağım. Elbette olanakların elverdiği ölçüde.

Masa başındaki yerimi aldığımda ellerinde bavullarla şişman, genç bir kadın yaklaştı. Çok heyecanlı. Almanya'dan buraya gelmiş, tatili bitmiş, dönecekmiş. Tur şirketinin servisini bekliyormuş ama neredeyse gelmeyeceklerinden emin. Öyle maceralar anlattı ki değme gerilim romanına taş çıkartır. Yine de özlüyor, Türkiye'ye hiç değilse yılda bir kez gelip dolaşmak istiyor. Şu memleket özlemi ne tuhaf şey! 'Gel gelmez, git gitmez' diye bir laf vardır ya, tam bu duygu için söylenmiş sanki.

Kadıncağızın servisi kırk beş dakika gecikmeyle de olsa geldi. Kısa süreli arkadaşlığımız son buldu. Vedalaşıyoruz. Onu belleğimin anı köşesindeki uygun çekmeceye yerleştirip kitabıma geri dönüyorum.

Akşamın erken saatleri. Otelin yöneticisi orta yaşlarının başlangıcında, çocukken hiperaktif olduğunu belli eden, güzel mi çirkin mi anlaşılamayacak kadar değişken, alışılmadık bir tip. Havuzu ve ortalığı faşır faşır yıkarken on iki yıldır burada çalıştığından bahsediyor. İki dil biliyor, İngilizce ve Almanca. Yedi ay açık bulundurulan işletmeyi tek başına idare ettiğini, sabahtan öğleye kadar gelen temizlik personeli hariç yardımcısı olmadığını söylüyor. Yakınmıyorsa da farklı olsun istiyor, belli. Onu dinliyorum, arada kitabımın sayfalarına dalıp gidiyorum. Gece bastırıyor.

Acıktım. Saat altıdan sonra otelde bir şey yemek maalesef imkansız. Sahile iniyorum. Gürültü kirliliği inanılmaz boyutlarda. Gözümün tuttuğu, fiyatlarının uygunluğunu tahmin ettiğim bir lokantaya giriyorum. Kalabalık. Balık güzel. Şarap... Eh, işte! Kulaklarım uğuldayarak odama sığınıyorum. Burası iyi. Temiz ve sakin. 'Ortalık mevsim sonunda böyleyse Temmuz - Ağustos aylarında nasıldır acaba?' diye düşünürken uyku bastırıyor.

Ertesi gün kahvaltı zayıfsa da ortam hoş. Mayomu giyip havuz faslına başlıyorum. Bir Alman çift var. Nedense benden hoşlanıp durup dururken portakal suyu ısmarlıyorlar. Fakat sohbet için hiç yakınlık belirtisi göstermiyorlar. Teşekkür edip uyukluyorum.

Çevreyi dolaşmak lazım. Marmaris'e ilk gelişim. İtiraf etmeye utansam da gerçek! Hem Türkiye'de hem yurt dışında dolu yeri ziyaret ettim ama Marmaris nedense bu zamanlara kaldı işte! Koyları merak ediyorum, araştıracağım.

Hamburgerimi atıştırdıktan sonra şapkamı giyip sahil yolundan ilerilere yürüyorum. Bir tur buldum! Tam gün; dört koyda konaklıyor. Sıkılır mıyım? Belki. Deneyeceğim. Dönüşte şehir plajında duraklayıp denize giriyorum. Temiz, üstelik rahat.

Erkenden gittim. Motor büyük. Üst kata çıkıp gölgelik kenar minderlerine oturuyorum. Fakat bu şekilde olmayacak, bir şezlong kapatmalıyım; adet böyle anlaşılan. Yapıyorum.

Yola çıktık. Yolcuların tümüne yakını yabancı. Okumasalar bile ellerinde kitaplarıyla gelmişler. Türk olarak dört kişiyiz. Benim dışımdaki vatandaşlar erkek. Gözlerinin kıyısıyla bana bakıyorlar. Kaçı medeni cesaret gösterip konuşabilecek acaba?

Manzara harika. Müzik... İdare eder, hiç değilse kulak tırmalamıyor. Güneş tepede. Koruyucumu sürüyorum.

Muhteşem Kadırga koyunda duruyoruz. Turkuaz rengiyle insanı davet ediyor. Ayaklarımı suya sallandırıyorum; serinse de atlanabilecek gibi. Giriyorum.

Yarım saat yüzdüm. Çok iyi geldi. Tüm dertlerimi unuttum denir ya, öyle işte!

Mayomu değiştirdikten sonra güneşleniyorum. Bu iş iyiymiş! 'Cup' denize dalıyorsun, çıkıp yayılıyorsun... Denemediğim bir tatil türü.

İkinci koy: Kilise. Küçük ve derin. Yemek de burada veriliyor. Hazırlık yeterli, menü sağlam, ortam hoş. Yanıma Türklerden biri oturuyor, sohbet başlıyor.

Kırk yaşlarında bir Elazığ'lı. Alçakgönüllü. Almanya'da, Hamburg'da çalışıyormuş. "Metro'dayım" deyince önce yeraltı inşaatı sandım meğerse Metro şirketinde taşımacıymış. Yıllar içinde ilerlemiş, işsizlikten kurtulduğu için sevinen Alman gençlerinin başında, gelen malların denetleyicisi konumuna yükselmiş. Büyük şirketlerin orta - alt düzey yöneticilerine hissettirdikleri 'onlar olmazsa olmaz' duygusu, gözlerinden okunuyordu.

Konuşacak ortak konumuz pek yok. Biraz tatil yörelerinin özelliklerinden, güneşten, denizden falan bahsediyoruz; bitiyor. Onun beklentisi farklı, belli. Ben... Oralı olmuyorum.

Tekrar yola çıktık. Uzunca bir sefer. Doğa büyüleyici! Arada resim çekiyorum. Daha sıkılmadım, fena değilmiş. Güneşlenip yüzüyorsun, yediğin önünde, yemediğin arkanda... Şöyle böyle konuşacak birilerine değip geçiyorsun. Her zaman değilse de arada sırada yapılabilir.

Üçüncü durak: Meşhur Çiftlik! Bir buçuk saat kadar buradayız. İnip etrafa bakınıyorum. Demirlemiş inanılmaz yatların manzarayı daha da güzelleştirdiği, birkaç kıyı kahvesiyle bir otelden ibaret ama çizgileriyle doğa harikası olduğunu haykıran minik koy. İskelesi ne yazık ki bakımsız. Dikkatsiz yürünürse sakatlanmamak elde değil. Hemen ilerideki hediyelik eşya satış yerine yöneliyorum. Kendilerinden geçmiş, oradan başka her yerde olmayı umarak düş kurdukları her hallerinden belli iki genç satış elemanı var. Bir örtü beğenip soruyorum:

"Bu, Denizli ürünü mü yoksa buranın malı mı?"

"Bilmiyorum" diyor satıcı.

"Bilmiyorsan nasıl satış yapacaksın?"

Çocuk tekrar: "Bilmiyorum" diyor.

Ümitsiz vaka! Hiçbir şey almıyorum.

Orada, kıyı kahvesinde oturup bir bira içtim. İyi geldi.

Dördüncü koy: Akvaryum. Yine atladım. Su ılık, rengi maviyle yeşil arasında değişiyor. Hafif çırpıntılı, tertemiz, az tuzlu denizde yüzüyorum. Ülkemin geri kalmışlığına bir kez daha tanık oluşumun sıkıntısı biraz dağılır gibi oluyor.

Artık dönüyoruz. O tek Almanyalı hariç diğer Türklerle tanışamadım. Ancak epeyce süzüldüm. Gerçi ben de yanlarına yaklaşmadım ya!

Marmaris'e vardığımızda hem güzelliklerin etkisiyle sarhoş gibiydim hem de biraz hüzünlüydüm. Ön yargılarımız çok güçlü, eksiklerimiz pek çok; ne yazık ki daha birkaç yüz fırın ekmek yememiz gerekiyor.

Pasaportum yanımda, biletimi aldım. Yarın günübirlik Rodos'a gideceğim. Bakalım üç adım ötedeki Yunanistan'da işler nasıl?        

19 Aralık 2010 Pazar

SINIRIN BİR ADIM ÖTESİNDE

Kendimi buraya kilitledim. Hadi bakalım, sıkıysa çıkartsınlar!

Şu dört duvardan ibaret mekan, benim odam. Kapı kapalı. Anahtarı camdan attım. Hemen sağda çalışma masam duruyor. Üzerinde yaklaşık dört yıldır ellemediğim postalar, ne zaman aldığımı unuttuğum notlar, yığınla gazete, dergi... Arkamda, pencerenin kıyısında, masa başında otururken göremediğim yatağım; dağınık. Artık hiç toplamayacağım, karar verdim. Öyle buruşuk çarşafların içinde, yüzümün şeklini unutmamış yastık kılıfımın kıvrımları arasında kirli, terli yatıp kalkacağım. Ne kadar giderse. Yerdeki el dokuması Bünyan halıya tükürüyorum, işiyorum, kakamı yapıyorum. Koku beni rahatsız etmiyor. Halı bunu hak etmemiş olabilir, ne yapalım, ben de bu yaşantıyı hak etmediğimi düşünüyorum. O topu topu bir nesne. Bense canlıyım. Herkes kadar toplum içinde var olmayı hak eden bir insanım veya 'insandım' mı demeliyim? Kiralık katiller, dilenciler, üçkağıtçı bürokratlar kendilerine yer buluyor; ben iyi yetişmiş, doktoralı neyin nesi... Kabul edilmiyorum. İteleniyorum. Projelerim görmezden geliniyor, tekliflerim alayla karşılanıyor, başlar çevriliyor, tartışmadan kaçınılıyor, konuşmam istenmiyor. Yok sayılmaya karşı çıktım sonunda. Sadece çalışma hayatımdan örnek veriyorsam da tümü bundan ibaret değil, uzaktan bakanlar tahmin edebilir. Biliyorum, nasılsa bir gün bu kapıyı kıracaklar, içeriye girip beni yaka paça akıl hastanesine götürecekler. Ama ben hasta değilim. Sadece isyan ettim.

Neden mi isyan ettim? Niye merak ediyorsunuz? Şu insanlardaki 'tecessüs' yok mu! Arkadaşlarım olan sizler, içimi yakanları anlatmak isterken nerelerdeydiniz? Programlarınız vardı değil mi? Gündüzleri çalışıyordunuz, akşamları üstünüzü değiştirip sözde dostlarınızla buluşuyor, geceleri ise sinemaya, lokantaya falan gidiyordunuz. Dert dinleyecek, daha doğrusu dertlerin imalarını hissedecek vaktiniz yoktu. Sevimsiz atışmaları yorumlamak, beni biraz teskin etmek için hiç zamanınız olmuyordu. Adıma karar veremezdiniz tabii. Ne anlamlı bir kolaya kaçış! Peki, sizleri renkli hayatımla, yurtdışı gezilerimle, egzotik sevgilimin hoş görüntüleriyle eğlendirirken nasıl vakit buluyordunuz? "Neler oldu, yolculuk, buluşma nasıl geçti?" diye niye soruyordunuz? Telefonların ardı arkası kesilmiyordu. Egzotik sevgilim gerçekten var mıydı bakalım? Belki de uyduruyordum. Zaten şimdi hepinizden tiksiniyorum.

Evet, biraz sizlerden bahsedeceğim. Kusmalıyım ki beni alıp götürmeye geldiklerinde bomboş olabileyim. Karton bir kutu gibi, sönmüş bir balon gibi. Sizler, eski tanıdıklarım, yakın bildiklerim, yanımda kalacaklarını sandıklarım! İnsanoğlu çiğ süt emmiş derler. İşte o çiğ sütü memeye asılarak çekip anasını sömürenler! Nefretimin vücut bulmuş kimlikleri! Tüm varlığımla benden beter olmanızı diliyorum. Bana sırtınızı döndüğünüzü görmektense yok olmayı, trafik kazası geçirip saatlerce acılar içinde kıvranmayı, bilincimi yitirmeyi yeğlerdim. Bu itiraf kadar canım yanmazdı, eminim. Nasılsa duymuyorsunuz. Olsun, zihnimden düşmüyorsunuz ki bir türlü! Yapışkan sülükler gibi. Kaç kişisiniz siz? Üç, dört, on sekiz... Tüm dünyaya sahip olduğumu sanmıştım. Ömrümce aradıktan sonra bulduğum, diğer yarım gibi duyumsadığım o kadının beni terk etmesi bile ruhumu sizden yediğim kazık kadar etkilememişti. Terk mi etti? Ne zaman? Var mıydı o? Yüzünü hiç anımsamıyorum. Peki, siz ne yaptınız? Aslında sadece başınızı çevirdiniz. İçinizden 'ne var bunda, meşguldüm, seni etkilemek istemedim, benim de aklımı kurcalayan şeyler vardı' falan diyebilirsiniz elbette. Kendinizce haklısınız. Tutunan, toplumsal kabul gören, cam fanusların içinde yaşayan akvaryum balıkları olarak bokunuz dibe çökerken öte yakaya yüzmek, atılan yemleri tırtıklamak hakkınız! Yaşam biçiminiz bu. Oysa ben sadece yaşıyordum. Sıcak, ılık bir dokunuşa ihtiyacım vardı, hepsi o kadardı. Sesim titrerken susacaktınız, alacakaranlık olduğunda ışığı açacaktınız, "sağlığımıza!" diyerek bir kadeh şarabı paylaşacaktınız. Başka ne bekleyecektim ki zaten? Hepinizi lanetliyorum. Bardağı taşıran damla sizlerin davranışlarıydı; açıklıyorum ve suçluyorum! Adlarınızı çoktan unuttum.

Üç gündür kapalı kaldığım odamda fark ettiklerim: Öfke, sevgiden güçlü! Kötülük, iyiliğin önünde! Çirkinlikler güzelliklerin hepsini örtebiliyor! Şeytan var, Tanrı yok!

Oda kapısı yumruklanmaya başlamadan önce biraz felsefe yapalım. Kral Oidipus'u bilir misiniz? Hepiniz kültürlü, okumuş insanlarsınız, başlarınızı aşağı yukarı sallayıp: "Elbette, bu da sorulur mu?" dediğinizi duyar gibi oluyorum. Peki, bu yaşlı kralın yanılgısı neredeydi? Neden öyle acınacak duruma düştü? Sevgiden mi? Hayır! Güvenden. O aptalca güven duygusundan. En yakınları, kızları, canları... Sonunda kapının önünde kalıverdi. Yüzyıllar sonra her şey aynısıyla tekrarlanıyor. Üstelik ortada kan bağı da yok; nasıl hak iddia edebilir bu genç mi yaşlı mı belli olmayan, doktoralı neyin nesi; öyle değil mi?

Saçmalıyorum. İçim öylesine nefret dolu ki taştım. Sıradan tanıdıklarımı sildim zaten ama dost olduğunu sandığım, yılların anılarını paylaştığım, birlikte büyüdüğüm o insafsızları görsem... Tanır mıyım acaba? Silinmeye başlamışlardı epeydir, fark ediyordum. Önce saçları, kulakları, dudakları soldu. İkişer kocaman göz olarak kaldıktan sonra kayboldular. Bana bakışlarını bıraktılar. Zihnime çakıldılar, beynimden söküp atamıyorum. Nereye başımı çevirsem, kahkaha atan göz bebeklerine rastlıyorum. Ağızsız gülüşler. Korkunç! Buraya kapanırken neden yanıma bir çakı olsun almadım acaba? Hiç değilse intihar ederdim. Pencereden atlamaya cesaretim yok. Oysa keskin bir bıçak az acıyla çok şeyi kökünden hallederdi. Aradım, makas bile bulamadım. Öyle çaresizim ki!

Gelsinler artık! Acıktım, çok da susadım. Dünden beri kağıttan yaptığım külaha idrarımı doldurup içiyorum. Sıcak ve tatsız. Burnumu tıkadığım için kokusunu duymuyorum. Kendi kendimden midem bulanıyor. Babamın kapının önündeki yakarışlarını duyuyorum, kalbim sızlıyor. Kim çocuğunu böyle zavallı halde görmek ister? Kendime acımıyorum aslında. Çok ama çok kızıyorum! Keşke bir not defteri olsaydım da benliğimi yırtıp küçücük parçalara ayırabilseydim! Affedemiyorum, itiş kakışı unutamıyorum, kendi kendime becerip ölemiyorum.

Her şey saçma, biliyorum. Sadece bu dünyaya uyamamış bir canlıyım. Yok olmak istiyorum. O zaman kimse yok sayamayacak! Kaybolup gideceğim ve tüm bu acı bitecek.

Şüphelendim şimdi: Hasta mıyım acaba?

Diyelim ki öyleyim. Nasıl tedavi edecekler? Söylenebilecekleri duyar gibiyim: "Önce kendine hoşgörü göster, sonra bütün insanlara. Unut! Yeniden başla."

Balık hafızasıyla nefes alıp vermek istemiyorum. Gitgide genişleyerek değil en yükseğe çıkıp korkutucu derinliklere dalarak, zorlanarak ama beni düşünenlerin varlığını da duyumsayarak yaşamak istiyorum. Babam hariç. O beni çocuğu olarak görüyor, kendisinin devamı, ölümünden sonra sürecek hayatı. Bense elde edemediğim, zırhlarını delip ulaşamadığım diğerlerini istiyorum. O çeliklere çarpıp sendeledim, düştüm, yaralandım, çamur içinde kaldım. Yanılmaktan ölesiye korkuyorum. Korktuğum için saklandım zaten. Anlamadınız mı? Kimse yoksa ben de yokum. İsteklerimin, ortaya çıkarttıklarımın anlamı yok. Şöyle bir dokunup geçmek tüm vücudumu yakıp kavuruyor. Erişemiyorum! Kahkahadan kırılan yüzsüz göz bebeklerinden kurtulup başka dünyalara değmeyi özlüyorum. Ardına kadar açtığım gözeneklerimden içerilere ilkbaharın ılık meltemi gibi sızacakları bekliyorum. 'Bekliyordum' demeliyim herhalde. Artık karşılaşabileceklerim olsa olsa iri yarı hastabakıcılarla sınırlı kalabilir. Sonra da ellerinde iğneler, avuç dolusu haplarla doktorlar ve hemşireler.

Salakça gülümseyen, boş boş bakan bir ifadem olacak. Çok az kaldı; geliyorlar!         

8 Aralık 2010 Çarşamba

HEP BİLDİĞİMİZ, HİÇ BİLMEDİĞİMİZ

Ölümle karşılaştığımda duyumsadıklarımdan bahsetmek istiyorum.

Yatağımda yatıyordum. Sabahın olduğunu kuşların cıvıldaşmaya başlamalarından anladım. Bir de geceye has tek tük geçiveren arabaların hızlarını yavaşlatıp sıklaşmalarından. Yoksa perdeler kalın, koyu kahverengi üstelik sımsıkı kapalı, camdan ışık falan sızmıyor.

Neden uyandığımı bilmiyorum. Gördüysem bile herhangi bir rüya anımsamıyorum. Üzerimde kötü bir his yok. Sadece aniden gözlerimi açıverdim. Bedenim hala gevşek, yorganın altında sıcak ve yayılmış. Zihnimse duru, bekliyor. Neyi? O biliyor. Geri kalan ben... Bilmiyorum.

Yavaşça içeriye girdi. Kapıdan. Gölge olarak gördüm. Gerçekten sadece gölgeydi. Karanlık, biçimi belirsiz, fırtına habercisi bulutlar gibi değişken. Belki de bir 'hortum' demeliyim; dönüp duran helezoni şekli, kenarlara doğru savrulan etekleri... Yok, başka bir şey, bu değil. Belki de bir 'his' demeliyim; kalp atışlarımı hızlandırıp alnımın, ensemin ter içinde kalmasına neden olan, nefesimi sıklaştıran, kollarımı hareketsizleştiren... Yok, bu da değil. Belki de sadece 'bilinmeyen' demeliyim. Açıklanamayan, o nedenle korkulan, çok korkulan, geri çekilip duvarın, gerideki duvarın diğer tarafına geçme isteği yaratan bir ağırlık. Başını çevirmek isteyip de çeviremediğin. Tutulup kaldığın, dilinin kuruduğu, gözlerinle bakıp da göremediğin, görmek istemediğin... Mutlak çirkinlik.

Neden çirkin olduğunu kavrayıverdim. Karşıtı yok! Alabildiğine serpiliyor, büyüyor. Engel olamıyorsun, sarıp sarmalıyor. Çok sıcak ya da çok soğuk. Yakıyor veya donduruyor. Siyah ya da beyaz. İki taraflı kör ediyor. 

Ilıklıktan, serinlikten, gökkuşağının renklerinden yoksun. Tekdüze.

Göğsüm ağrımaya başladı. Boynuma, sol omzuma yayıldı. Yüz elli kiloluk bir dev üzerime oturmuş sandım. Boğazım daraldı, soluklarım sıklaştı, alnımdan taşan ter damlacıkları yanaklarımdan süzülüp çeneme, boynuma aktı. Derin nefes almak istedim; gövdemi ezen ağırlık engelledi. Bağırmak, kaçmak istedim; kıpırdayamadım. Ağrı arttı. İşkence sahnelerinde mengeneyle ezilenleri anımsadım, aynen böyle olmalıydı. Ağır ağır, etleri biçimsizleştirip kemikleri kıran bir acı. Dayanılmaz sanılsa da dayanılabilen, o nedenle en unutulmaz, en hatırlanmak istenmez izi bırakan. En derine işleyen. Gerçeğin ta kendisi. Kesinliği olan tek şey. Yalın, yorumsuz, dolaysız. Yaşamın karmaşıklığını, merakını taşımayan renksiz boşluk. Kendi çevresindeki sonsuz dolanımıyla büyüleyici. Hem çeken hem tüm gücümle itmek istediğim. İşte onu... Benliğimin bütünü ve ruhumun gözleriyle gördüm.

Karşıda, dolabın önünde duruyordu. Sessiz, sabırlı. Gözlerimi kapattım.

Açtığımda hastanedeydim. Kalp krizi geçirmişim. Kızım fark edip ambulansa haber vermiş. Ben çoktan kendimi kaybetmişim. Yolda kalp masajı yapıp hayat öpücüğü vermişler. Acildeyse şok uygulamışlar.

"Arada kalmıştın. Ne hatırlıyorsun?" diye sordular.

"Hiç" dedim. Söyler miyim?

Kararım kesin: Bundan sonra sürekli belirsizliğin tadını çıkartarak yaşayacağım.   

3 Aralık 2010 Cuma

YİTİP GİDEN SÖZCÜKLER

İki yönlü tuhaf bir yazı olacak bu, başlarken biliyorum. Hem bir iç hesaplaşma hem de paylaşma.

Bloğumu açarken okunmayı bekliyor muydum? 'Hayır' demek yalan söylemek olacak. Yoksa yakın arkadaşlarıma ve güvendiğim kişilere blog adresimi vermezdim. Demek ki insanlara iletmek istediğim bazı görüşlerim olduğunu düşünüyormuşum. Gösteri sanatlarından birinin oyuncusu olmayı umuyormuşum.

Yazmaya tesadüfen olsa bile kendim için başladım. Tutkuyla sürdürülebilecek bir uğraş olarak gördüm. Dünyayla ortaklık kurmak için. Dünyaya muhalif olmak için. Duyguların evrensel olduğunu, diğer insanlarda da aynı duygulanımların bulunduğunu belirtmek için. Gerçeği aramak için. Gerçeği keşfettiğimi sandığım için. Gerçeğin tek yönlü olmadığını fark ettiğim için. Kendimi tanımak için. İçimden çıkanlara ağzım açık bakakaldığım için. Bir de yorumların kendime ayna olmasını istediğim için. Her ne kadar fazla yorum almasam da okunduğumun farkındaydım. Bu dünyadaki varlığımın, insan varlığımın en önemli göstergesi olan belleğimin onaylanmasıydı bu. Mutlu olmaya çok yaklaşmıştım.

Müthiş bir merak sardı içimi. Okuyucu kimdi acaba? Benim için bilinmeyen, ne düşündüğünden emin olunamayan, yaşantıları sır, yüzleri sisli, zihinleri gizli, özgün kişiler. Yazarın ayna görüntüsünü yaratacak olanlar. O aynayı göremeyebilir, yansıttıklarına bakamayabilirdim. Yine de var olduğunu, ararsam, sabredersem bulabileceğimi seziyordum. Yazmayı sürdürüyordum (hala da sürdürüyorum). Düşünmeye başladım:

Alelade bir blog yazarı olarak ulaşmaya çalıştığım ideal okur nasıl biridir? Ümit ettiğimi betimleyebilirim: Dikkatli, şüpheci, gelişmeye açık, okuyarak önyargılarından kurtulmaya çalışan, metinlerin de mutluluk kaynağı olabileceğinin bilincindeki kişi. Rahatsızlık yaratan uyarılardan kaçmaz. Bazen (çoğu zaman) beklediğini bulamaz. İnatçıdır, aramaya devam etmekten vazgeçmez. Bilgi edindiği konularda fikirleri vardır fakat ısrarcı olmaz. Bilmediklerini öğrenmeye çalışır. Değişime gülümseyerek bakar, kendisinde de değişme potansiyeli olduğunu hisseder. Okurken doğal olarak zevk almak ister. Bu sağlanmazsa morali bozulmaz, diğer metne (bloğa veya bilgisayarı kapatıp kitaba) geçer. Satır aralarını görmeye çalışır. Okuduğu için önemsenecek insandır.

Bunları nereden mi çıkartıyorum? Kendimi yazardan çok okur kimliğimle tanıyorum, oradan tahmin ediyorum. Okur olarak egom yükseklerde ve beklentilerimi biliyorum. Kaosa karşı uyum, gürültüye karşı güzel müzik, kavgaya karşı huzur istediğimi söyleyebilirim. Rasgele bir bloğu olsun okumayı tercih edecek kadar gelişmiş beyinlerin de aynı doğrultuda çalışacağı düşüncesi içindeyim. Ben betimlemeye çalıştığım ideal okur sınırları içine girmek için çabalıyorsam, yazar olarak da en azından yarısına ulaşmayı hedeflemeliyim sanırım.

Peki, ne yazmalıyım da en kaliteli okuyucu kitlesini yani en eleştirel düşünen zihinleri kendime çekebilmeliyim? Beni okurlarsa ne olacak? Karşılıklı olarak ne kazanacağız? Doğrusu yazmaya başlarken bunları hiç aklıma getirmedim, itiraf ediyorum. Bilinçaltımdan fışkıranların şaşkınlığı içindeydim. Yazdım, yazdım... Sonra bir durup baktım; yüzleri allak bullak, üzerinde durdukları yerküre sarsılmış da ne yapacaklarını, nereye gideceklerini bilemeyen, şaşırmış ifadelerle bana bakan bir avuç insan gördüm karşımda (o yazılar buzdağının blogda görünmeyen sekizde yedisi). Yanlış giden bir şeyler mi vardı? Farklılık, uygunsuzluk muydu? Metaforlar yerli yerine oturmamış mıydı? Kurgusal yaşantılar çok mu hayatın içindendi?

Bloğumda yazarak araştırmaya başladım. Korteksimin iç katmanlarına korteksimden faydalanarak sızmaya çalıştım. Beynimi soydum. Bilinçdışımı nasıl denetleyeceğimi öğrenmeye gayret ettim. Önce korkarak da olsa iyice içine dalmak sonra da iyiyle kötü, güzelle çirkin bütünlüğünü kabullenmiş olarak sağ salim dışarı çıkmak gerektiğini anladım. Zıtlıklarla değil, karşıt görünenlerin birliği ile bütünlüğe varılabileceğini kavrar gibi oldum (hala tam olarak özümseyebilmiş değilim). Bir yandan da bakıyordum, okuyan var mı diye. Vardı, giderek artıyordu. Demek ki araştırmam, o bilinmeyen kişileri de ilgilendirmişti. Heyecanla devam ediyordum ki...

Google'ın azizliğine uğradım. Bloğuma ulaşamıyordum. Blogger'dan istatistiklere ve genellikle gelmeyen yorumlara girebiliyor ama bunun yanında hiçbir yazıma erişemiyordum. Okuyucu var görünüyordu fakat ben yeni bir şey yazıp yayınlama olanağından yoksundum.

Çok moralim bozuldu. Beni eski hekim kimliğimle özdeşleştirmiş arkadaşlarım bu işi neden önemsediğimi anlayamadılar. Oysa yeni bir var olma biçimi geliştirmek için çabalıyordum; bedenlere değil, diğer canlılardan biz insanları ayıran zihinlere değmek için çabalıyordum. Bilimde kesinleşmiş, kanıtlanmış doğrular vardı. Oysa sanatta yorum vardı, esneklik vardı. Komutlardan uzak, gevşek ama aynı zamanda güçlü bir evrensel bağ vardı, bunu hissedebiliyordum. Ulaşmak için uğraşırken yok olmuştu.

Bloğuma girip yazı yazabilmek için ilk Blogger konumuna geri döndüm ve... Okuyucu olarak yaşamdaki kimliklerini tanıyamadığım ama orada olduklarının bilincinde olduğum tüm diğer kişileri kaybettim. Artık ben vardım, diğerleri yoktu. Ayna, o bir gün benliğimi yansıtmasını ya da diğerleriyle karşılıklı sonsuz bir göz göze gelmeyi yaşayacağımı umduğum ayna (ütopya!) kaybolmuştu. Uzay boşluğunda yapayalnız, nerede olduğunu ve nereye gittiğini bilemeden uçmak gibi ümitsiz bir duyguydu. Büyük düşünürlerin söylediklerini ta içten algılayıverdim: İnsan toplumsal bir yaratıktır. Başkaları yoksa o tek ve benzersiz olduğu yanılsamasındaki kişi de yoktur. Hareket, eylem, konuşma, düşünce, her şey ancak başkalarının varlığıyla anlam kazanır. Onaylamasalar bile!

Yakılan, yok edilen kütüphaneleri, kitapları anımsadım. Düşüncenin kül edilmesinin dikta yönetimlerince neden o kadar önemsendiğini hiç olmadığı kadar şiddetle anlayıverdim.

İşin aslı kendim için yazıyorum, bu doğru. Bu sadece bir seçim. Ameliyathanede doğanın uyumsuz yarattıklarını değiştirmek uğruna hem bedenimi hem ruhumu sakatlayarak uğraşmakla aynı düzeyde doyum sağladığı için. (Neyse ki böyle bir uğraş buldum; ya bulamasaydım?) Tuhaf şekillerden ibaret sözcüklerle kişiler ve sahneler canlandırmaya çalışırken yaşadığım yoğunlaşmadan çok hoşlandığım için. Çok içe dönük bir eylem bu fakat aynı zamanda çok da dışa dönük. Kendimi araştırırken tüm insanları araştırıyorum. Benliğimi ararken başkalarını buluyorum. Tanımadığımı sandığım karakterleri yaratırken yüzümün saklı kalmış ayrıntılarını görüyorum. Her ne kadar böyle söylesem de okuyucu aynasına ihtiyacım var. Şu son günlerde bunu daha çok anladım. Cümleler ortalığa saçıldıkları anda herkesin malı oluyorlar. Tekrar birilerine ulaşabilecek miyim? Aynı düzlemde buluşabileceğimiz insanlar olacak mı? Sessizce de olsa sözcüklerimin zihnine girmesine izin verip sonra nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde değiştirerek göz bebeklerinden dışa vuran kişilerin varlığını duyumsayabilecek miyim?

Okur olarak korkak yazarların kitaplarındaki tutuk el hareketlerini görebiliyorum ve hoşlanmıyorum. Ama ben bir ölçü müyüm? Okuyucu kimliğimi bu kadar önemsemeli miyim? Neyse, henüz acemiyim, öğreneceğim. Üstelik profesyonel bir yazar değilim, sadece basit bir blogda denemeler üretmeye çalışıyorum. Yine de internet ortamında olsun yitip giden sözcüklerin önemini son iki hafta içerisinde çok iyi kavradım. Herkes varlığını farklı şekillerde kalıcı kılmaya çalışır; kendine uygun gördüğü ya da onay verdiği şekilde. Benim farkına vardığımsa şu: Eğer bir gün bu dolambaçlı, zor yolda ilerlerken yazdıklarımda kendilerinden bir şeyler bulduklarını söyleyenlere rastlarsam bu iş bundan sonraki hayatımın merkezinde yer alacak, eminim.

24 Kasım 2010 Çarşamba

DOKUNAN

Kadınlar ayrıntılara düşkündür. Acaba kediye ayrıntı demek ne kadar mümkün? Dikkatini çeken, duvarın üzerinde kıvrılmış dosdoğru ona bakan sarı tekir, kalın kuyruklu, sık tüylü, yeşil gözlü, tam kedi tanımına uyan kediydi. 'Mutlaka bir adı olması lazım. Pisipisi diye çağrılamayacak kadar kişilik sahibi bu.' Tanıyan var mı diye merakla başını kaldırdığı anda göz göze geldiler. Boş bulunmuştu. Retinasına yansıyan yakışıklı görüntünün içine kayıp göğsünün ortasını kaplamasına seyirci kaldı. Yanaklarının kızardığını duyumsadı. "Adı Buğday" dedi adam. "Siz sormadan ben söyleyeyim. Tüm apartman sahiplendik, birlikte bakıyoruz. Erkek. Hanımları yoldan çevirmesiyle ünlendi." Kızarıklığın boynuna yayıldığını hissederken: 'Rastlantı diye bir şey yoktur' diye düşündü.

Kayık yaka, yeşilli beyazlı çizgili kazağı, bordo yağmurluğuyla şık olduğunu biliyordu. Sabah için yeterli hafif bir makyaj, halka küpeler, askılı çanta, topuklu ayakkabılar... Kadınlar ayrıntılara düşkündür; hem kendilerinde hem çevrelerinde. Olumlu hissetmek için düzgün giyinirler. Dış dünyadaki ufak tefek güzellikleriyse hemen fark ederler. Ama acaba böyle bir kediye ayrıntı demek ne kadar mümkün? O ilk kez saptığı sokakta dikkatini çeken, duvarın üzerinde kıvrılmış dosdoğru ona bakan sarı tekir, kalın kuyruklu, sık tüylü, yeşil gözlü, neredeyse kaplan yavrusu kadar iri, biraz ürkek, biraz sokulgan, tam kedi tanımına uyan kediydi. Neredeyse konuşacaktı. Gülümseyip yavaşlarken elini uzatmakla uzatmamak arasında kararsız kaldı. 'Mutlaka bir adı olması lazım. Pisipisi diye çağrılamayacak kadar kişilik sahibi bu.' Hayvan yumuşacık miyavladı. Yanına yaklaşmasını bekliyor gibiydi. Tanıyan var mı diye merakla başını kaldırdığı anda göz göze geldiler. Kıvırcık, gür saçları, ekose yün gömleği, kot pantolonuyla uzun boylu, genç bir adam. Boş bulunmuştu. Retinasına yansıyan yakışıklı görüntünün içine kayıp göğsünün ortasını kaplamasına seyirci kaldı. Kalbinin atışları hızlanıp kulaklarını doldurdu, nefesi istemsiz olarak sıklaştı, yanaklarının kızardığını duyumsadı. "Adı Buğday" dedi adam. "Siz sormadan ben söyleyeyim. Tüm apartman sahiplendik, birlikte bakıyoruz. Erkek. Hanımları yoldan çevirmesiyle ünlendi." Bakışlarını tekrar kediye kaydırmak, geçip gitmek istediyse de yapamadı. Kızarıklığın boynuna yayıldığını hissederken: 'Rastlantı diye bir şey yoktur' diye düşündü.

Uykuda olduğunu bilerek uyuyordu. Sağından soluna döndüğünü, günün ışımaya başladığını, alacakaranlıkta birkaç arabanın boş yollardan hızla kayıp geçtiğini algıladı. İçini çekerek yukarıdan ve hemen ardından takip ettiği kırk yaşlarındaki kadına yoğunlaştı. Kadın kayık yaka, yeşilli beyazlı çizgili kazağı, bordo yağmurluğuyla şık olduğunu biliyordu. Canlı ve alımlıydı. Sabah için yeterli hafif bir makyaj, halka küpeler, askılı çanta, topuklu ayakkabılar... Biraz fazla özgüven gösterisinde. Parmakları cama çarptı; fanusun korunaklı bombeliği gölge varlığa dokunmasını engelledi. Kıskandı mı? Aslında kadınlar ayrıntılara düşkündür; hem kendilerinde hem çevrelerinde. Olumlu hissetmek için düzgün giyinirler. Dış dünyadaki ufak tefek güzellikleriyse hemen fark ederler. Rüyada yorum yapmak ne tuhaf! Semt bilmediği, hoş bir yer. Temiz parke taşlı, genişçe bir çıkmaz. Bahçeli, dört beş katlı, bakımlı binalar var. Ağaçlar, çiçekler, uçuşan renk renk kelebekler, arılar, cıvıldaşan kuşlar, gökyüzünde seyrek beyaz bulutlar, ışıltılı toz zerrecikleri, ipinden kurtulup kaçmış eflatun balon, pencerelerden taşan kızarmış ekmek kokuları, bebek ağlamaları, ayrıntılar, ayrıntılar... Ama acaba böyle bir kediye ayrıntı demek ne kadar mümkün? Zülal ismiyle tanındığından emin olduğu kadının o ilk kez, bir sonraki yerine dalgınlıkla saptığı sokakta dikkatini çeken, duvarın üzerinde kıvrılmış dosdoğru ona bakan sarı tekir, kalın kuyruklu, sık tüylü, yeşil gözlü, neredeyse kaplan yavrusu kadar iri, biraz ürkek, biraz sokulgan, tam kedi tanımına uyan kediydi. Besbelli karnı tok, yeni yalanmış, keyfi yerinde. Bıyıklarını oynatırken neredeyse konuşacaktı. Zülal gülümseyip yavaşlarken elini uzatmakla uzatmamak arasında kararsız kaldı. Birlikte düşündüler: 'Mutlaka bir adı olması lazım. Pisipisi diye çağrılamayacak kadar kişilik sahibi bu.' Hayvan güneşten ılınmış taşa yayılırken yumuşacık miyavladı. Ona aldırmamıştı; düşsel gerçeklikteki kadının yanına yaklaşmasını bekliyor gibiydi. Zülal tanıyan var mı diye merakla başını kaldırdığı anda göz göze geldiler. Kıvırcık, gür, koyu kahverengi saçları, muzip ifadeli çekik gözleri, yeni tıraş olmuş oval yüzündeki çıkık elmacık kemikleri, kollarını sıvadığı lacivert ekose yün gömleği, dar kot pantolonuyla uzun boylu, genç bir adam. Ondan genç! Boş bulunmuştu. Retinasına yansıyan yakışıklı görüntünün içine kayıp göğsünün ortasını kaplamasına seyirci kaldı. Birden çıkan rüzgar cam fanusu çatlatıp tıraş losyonunun kokusunu burnuna taşıdı. Kalbinin atışları hızlanıp kulaklarını doldurdu, nefesi istemsiz olarak sıklaştı, yanaklarının kızardığını duyumsadı. Tehlike! İkisi birden gerilmişti. Biri yatakta huzursuzca kıpırdandı, diğeriyse ayaklarının bedenini taşımayacağından endişe etti. "Adı Buğday" dedi adam. Sesi ne kalın ne ince; etkileyiciydi. "Siz sormadan ben söyleyeyim. Tüm apartman sahiplendik, birlikte bakıyoruz. Erkek. Hanımları yoldan çevirmesiyle ünlendi." Zülal, fanusa sızan havayla makyajının silindiğini, renginin solduğunu, saçlarının dağıldığını, boynundaki ince kırışıklıkların belirginleştiğini korkarak algıladı. Bakışlarını tekrar kediye kaydırmak, geçip gitmek istediyse de yapamadı. Zaten çıkmaz sokaktaydı sadece geriye dönebilirdi. O sırada da bacakları dolaşıp düşerdi; emindi bundan. Kızarıklığın boynuna yayıldığını hissederken: 'Rastlantı diye bir şey yoktur' diye düşündü; fanus gürültüyle parçalandı.

Aniden uyandı. Ter içinde kalmıştı. Saatin çalmasına daha yirmi beş dakika olmasına rağmen kalkıp banyoya gitti. Ilık duş iyi geldi. Saçlarını şöyle bir taradı, kahverengi etek ceket takımını giydi. Topuksuz ayakkabılar, aşınmış bej çanta, aynı renk pardösü... Çıkarken aynada yansıyan makyajsız yüzünü gördü: 'Şu Zehra Zülal'den daha yaşlı!' Ürpererek başını çevirdi. Merdivenlerde titriyordu. 'Kalabalıkta görünmez olabilir miyim?' Başını yerden kaldırmadan, hızlı adımlarla ilerlerken kaldırımın kenarına uzanmış kediyi fark etti. 'Buğday!' Durmak zorundaydı, bu nasıl deja vuydu böyle? Yoksa uyanmamış mıydı? Önce şişman bir kadının salladığı poşet dizine çarptı sonra da iri yarı bir adamın kolu omzuna. Sendeledi. Uyanıktı, belli. Etrafa bakındı, tanıdık kimse yok; kısmen rahatladı. Dolmuş durağına vardığında... "Günaydın" dedi adam. "Ben Olcay. Buğdayla tanıştınız zaten. Çocukluğumdan beri kedi beslerim, bu kadar çapkınına rastlamadım. Erkek olduğunu tahmin etmişsinizdir. Hep böyle yapar, güzel hanımları yoldan çevirir."

Aniden uyandı. Sanki cam içinde parçalanmış, kırıkları temizleyememiş, ellerini kesmiş, ter içinde kalmıştı. Saatin çalmasına daha yirmi beş dakika olmasına rağmen kalkıp banyoya gitti. Soyunurken tenine dokunmamaya çalıştı. Ilık duş iyi geldi, biraz toparlandı. Rüya sakin başlamıştı, neden kabusa dönüşmüştü ki? Odaya döndüğünde diplerden beyazları çıkmaya başlamış boyalı saçlarını şöyle bir taradı, hiç sevmediği kahverengi etek ceket takımını giydi. Topuksuz ayakkabılar, aşınmış bej çanta, aynı renk pardösü... Nasıl hissediyorsa öyle var olmaya karar verdi. Çıkarken aynada yansıyan makyajsız, göz kenarları incecik kırışmış, solgun yüzünü gördü: 'Şu Zehra Zülal'den daha yaşlı!' Böyle şeyler pek düşünmezdi aslında, hala rüyanın etkisindeydi. Ürpererek başını çevirdi. Merdivenlerde titriyordu. 'Kalabalıkta görünmez olabilir miyim?' Başaramayacağını biliyordu. Başını yerden kaldırmadan, hızlı adımlarla ilerlerken kaldırımın kenarına uzanıp yatmış kediyi fark etti. Sarı tekir, kalın kuyruklu, sık tüylü, yeşil gözlü, neredeyse kaplan yavrusu kadar iri, biraz ürkek, biraz sokulgan, tam kedi tanımına uyan o kedi: 'Buğday!' Durmak zorundaydı, bu nasıl deja vuydu böyle? Yoksa uyanmamış mıydı? Ama caddeden geçen arabaların egzoz gazlarını soluyor, kornaların çirkin çığlıklarını duyuyor, çiselemeye başlayan yağmurun damlalarıyla kirpikleri ıslanıyordu. Önce şişman bir kadının salladığı poşet dizine çarptı sonra da iri yarı bir adamın kolu omzuna. Sendeleyip düşeyazdı. Uyanıktı, belli. Gergin, korkak etrafa bakındı, tanıdık kimse yok; kısmen rahatladı. Ağırlaşmış vücudunu zorla sürükleyerek dolmuş durağına vardığında... "Günaydın" dedi adam. Kıvırcık, gür, koyu kahverengi saçları, muzip ifadeli çekik gözleri, yeni tıraş olmuş oval yüzündeki çıkık elmacık kemikleri, siyah yeleğinin içinde kollarını sıvadığı lacivert ekose yün gömleği, dar kot pantolonu, uzun boyuyla düşündeki kadar yakışıklı. "Ben Olcay. Buğdayla tanıştınız zaten. Çocukluğumdan beri kedi beslerim, bu kadar çapkınına rastlamadım. Erkek olduğunu tahmin etmişsinizdir. Hep böyle yapar, güzel hanımları yoldan çevirir."

Zehra yanaklarındaki kızarıklığın boynuna yayıldığını duyumsarken Olcay'ın göz bebeklerindeki aksinin aynadakinden farklı olduğunu algıladı.

"Herkes kendi gözleriyle görür, dilinin döndüğü kadar konuşur, yüreğinin büyüklüğünce dokunur" diye miyavladı Buğday.

20 Kasım 2010 Cumartesi

ÇOĞUNLUK: Sinemayı sanat yapanlardan

Çok fazla sinemaya gitmiyorum (Nisan'daki İstanbul film festivali bir istisnaydı). Bu bir seçim meselesi. Sinemanın sanat olduğunu nadiren aklıma getiriyorum. Tek bir duyu organına üstelik en baskınına, göze hitap etmesi ve sürekli değişen görüntüleriyle yaşam yanılsaması ortaya çıkartması bende ne anlatılmak isteniyorsa onun propagandası yapılıyormuş izlenimi yaratıyor. Bu kişisel fikrim elbette, kimseyi bağlamaz.

Düşüncemden şüphe etmeme neden olan, retinamdaki izdüşümlerinden beynimin derinliklerine, kalbime işleyen, zevk verirken gelişimime katkıda bulunup duyarlılığımı arttıran sadece birkaç film oldu. İlk sırada Amarcord'u söylemeliyim. Yedi kez izledim. Potempkin Zırhlısı, Bisiklet Hırsızları, Gündüz Güzeli, Tristana, Deep Blue, Mavi, Çingeneler Zamanı... Belki altı yedi tane daha, o kadar. Bunlara en sonunda bir Türk filmi eklendi: Çoğunluk.

Işıklar kararırken beklentim yüksekti. Çünkü hem bu işin içindeki bir kişi tarafından önerilmişti hem de ödüllü bir filmdi. Yine de beğeniyle izleyip hızla unutacağım bir görsellik bekliyordum. İncecik ayrıntılarla örülmüş sanatsal bir yaratı olasılığı aklımın ucundan bile geçmemişti.

Açılış sahnesi vurucuydu: Koruda sabah sporu yapan baba oğul. Kilolu, kırmızı yanaklı erkek çocuğu kan ter içinde babasına yetişmeye çalışıyor. (Daha sonra bazı eleştirileri okuduğumda böylesine açık bir söylemle başlamasına rağmen nasıl olup filmin baba oğul çatışmasına ya da çocuğun ezik karakterine indirgendiğine şaşırıp kaldım.) Eve geliyorlar. Baba ayakkabılarını çıkartıp dolaba koyarken aynı yerden aldığı terliklerini giyiyor. Çocuk da babası gibi oturarak ayakkabılarını çıkartıyor ama onun terliklerinin özel, ayakkabı altlarının sokak çamuruyla kirlenmiş bir yeri yok, henüz yok.

Ayakkabı çıkartıp terlik giyme metaforu hep aynı söylemle defalarca tekrarlandı. Babanınki çok ayrıntılı, oğlunkiyse şöyle bir gösterilerek.

Filmi özetlemeyeceğim. Görülmeli. Beni çok etkileyen ayrıntılardan bahsetmek istiyorum.

Sonradan görme, burjuva standartlarına ulaşmış bir küçük burjuva evi ancak bu kadar gerçeğe uygun işlenebilir! Mutfak küçük, eski buzdolabı köşeye sıkışmış, iki külüstür iskemlenin arasındaki tahta masaya konmuş ekmek sepetinin üzerinde işlemeli örtü var. Anne, adı anılmayan anne, kendisine ait düşüncelere dalacağı her anda o masanın başında görüntüleniyor. Asla evin başka bir bölümünde değil. Oysa salon geniş, deri kaplama koltuk takımı var. Yemek masasının sandalyeleri yine deri kaplama, kırık beyaz renkte. Anne, servisi ayakta yapıyor. Baba yemeğe başlamadan kimse başlamıyor. Patronun kim olduğu belli. Deri kanepenin bir köşesinde akşamları baba oturuyorsa da hep aynı yerde. Salonun geri kalanı, evin sahiplerinin tümüne yabancı.

Büyük oğlun evi, anne babasınınkinin neredeyse aynısı. Yalnız büfe farklı yerde duruyor. Renkler bile benzer. Mitoz bölünme gerçekleşmiş, yerleşik düzenin sorgusuz sualsiz destekleyici bir üyesi (ağabeyin karısını saymıyorum; sadece hareket eden bir dekor o) üretilmiş. İkincisi için uğraşılıyor. Sonra sırada torun var tabii. Hele Mertkan pişsin...

Mertkan'ın kız arkadaşı Gül'ün evi daha alçakgönüllüyse de işlevsel. Üstelik asıl yaşam alanı hoş. Girişte, salon olarak kullanılan bölümde zemin desenli bir halıyla kaplı. Canlı renkleriyle sıcaklık veriyor. Tek bir kanepe var. Orada oturuluyor, ders yapılıyor hatta belki yatılıyor. Yatak odasına girince her şey değişiyor. Burası neredeyse Mertkan'ın odasıyla aynı. Bu arada ayakkabı çıkartma işi, Gül'ün evinde biraz duraksamalı gerçekleşiyor. Delikanlı içeriye girince ne yapacağını bilemeden dikilirken önüne biraz sertçe konan terliklerle harekete geçip ayakkabılarını çıkartıyor. (Başkasının, özellikle bir kadının evinde belki de ayakkabı çıkartmaya gerek yok -mu?- )

Mertkan'la Gül'ün seviştikleri sahne tüm çıplaklığıyla bir çiftleşmeyi gösteriyordu. Soyunmamış, birbirlerine dokunmayan, yalnız cinsel organlarıyla birleşen gençler. Doyuma ulaşansa sadece Mertkan elbette. Boşalır boşalmaz yere kayıp oturuyor. Genelevde daha fazlasını yapacağı muhakkak. Gül nefes nefese yanına çöküyor. Adama sadece bu yolla hitap edebileceğini sezmiş. Nitekim daha ileride aklına ve duygularına ulaşma çabaları sonuçsuz kalıyor. Siliniyor. Filmdeki tüm kadınların silindiği gibi.

Alt sınıfları ezmek için yetişme yolundaki Mertkan, kimliğini gerçekleştirme sancılarıyla sarsak adımlarla ilerlerken o alt sınıfların insanları da kendi kimliksiz varlıklarının gerektirdiklerini sorgusuz sualsiz uygulayarak yaşıyorlar. Gül'den başlayayım: Deniz kenarında saatlerce oturup evinde barındırdığı küçük kızın kendini acındırarak mendil satmasına göz kulak oluyor. Üniversite öğrencisi iki genç kadın, muhtemelen ailesinin kiraladığı bir küçük çocuğun dilenmesine neden sahip çıkar ve savunur? Ev kirasının bir bölümü belki de böyle ödeniyordur. Halbuki çalışıyorlar. Kuştepe pahalı geliyorsa Bağcılar'da oturabilirler. Aynı derecede rahatsız edilirler, yol parası ise değişmez. Biraz erken kalkarlar, o kadar. Sonra Mertkan'ın parası çıkışmayınca onu arabadan indirmeyip dayılanan taksi şoförü: Baba gelip aracın penceresinden yumruklar savurmaya başlayınca sinip gaza basıyor, kaçıyor. Kapıyı açıp bir yumruk da o patlatamaz mı? Hayır, yapamıyor. Ezilmişlik çoktan sindirilmiş, özümsenmiş. Gebze'de yaptığı işin beğenilmediği açıkça söylenen inşaat işçisi: Mertkan'ı yemek yerken dışarıdan süzmekle yetiniyor. Ne lokantaya girip konuşuyor ne de yolda yanına yaklaşıyor. Fakat uzaktan takip etmekten, bunu da belli etmekten geri durmuyor. Yani filmde kimse çok saf ve masum değil.

Gebze'de Mertkan için hazırlanmış olan evden de bahsetmeden geçemeyeceğim. Bir oda cart pembe, diğeri mavi boyanmış. Sevimsiz desenli, ille de parlak kumaştan döşemeleriyle iki kanepe, beyaz naylon iskemlelerle masa, üzerinde eski televizyon... Genç patron sadece televizyonun kumlu görüntüsünden, kanalların çoğunu çekmemesinden rahatsız oluyor. Çevresindeki çirkinlik umurunda bile değil.

Mertkan'ın aile içindeki gelişimi, karakterinin baba kopyası olmak üzere evrilmesi ön planda işlenirken fonda lümpen metropol insanları gösteriliyordu. Çeşitli nedenlerle büyük kente göçmüş, tutunmaya çalışırken kurnazlığı, yalancılığı, fırsat bulunca karşısındakini kullanmayı ilke edinmiş, sıradan faşizmin değerli öğeleri haline gelmiş, birey olamamış bireyler. Film, şimdiki İstanbul'a kocaman bir ayna tutuyordu. Ayrıntılar süslenmeden, kalabalık yaratmadan, kafa karıştırmayacak şekilde serpiştirilmişti. O kadar yalındı ki sıradanın içyüzünü gösteriyordu. O kadar gerçekçiydi ki Bunuelvari bir gerçeküstücülüğe ulaşıyordu. Kasvetli miydi? Evet. Ama ayna yansıtır. Kimse yarıda çıkmadı. Demek ki yeterince sürükleyiciydi. Kalplere dokunmasını bildi.

Sinemayı sanat dili olarak kullanmak zor iş. Seren Yüce çok genç bir yönetmen. Senaryo da kendisininmiş. Böylesine başarılı bir ilk filmle başı dönerse yazık olur. İçgörüsünü yitirmeden devam etmesini umuyorum ve diliyorum.

Bana gelince: 'Çoğunluk' çıtayı çok yükseltti. Bakalım bundan ne kadar zaman sonra tekrar bir filmden Marquez okurmuşçasına zevk alabileceğim?

16 Kasım 2010 Salı

SANTORİNİ (Keşfedilmek için bekleyenlerden)

Atina havaalanında eski yöntemle yürüyerek ulaştığım, denizin üzerinde uçmak için ürküntü verecek derecede küçük görünen uçağımızın yanındayım. Önce görevliye valizimi gösteriyorum sonra biniyorum.

2004 yılının Mayıs ayındayız. Hava biraz serinse de açık. Gökyüzü masmavi. Ege'nin tanıdık, hafif çırpıntılı suları altımızda. Kalbimin atışları kulaklarımda. Heyecanım, uluslararası bir kongrede, özel bir konuda Türkiye'den kabul edilen tek sözlü bildirinin sahibi olmamdan değil, ilk kez Yunan adası göreceğimden. Hem de bitmek bilmeyen, romantik gün batımlarıyla ünlenmiş olanına gidiyorum: Santorini'ye! Gerçi yanımda romantizmi yaşayacağım kimse yok ama ne yapalım, bu ön araştırma olur belki, beğenirsem ve ileride fırsat bulursam iki kişilik ikinci bir gezi düşünebilirim.

Uçuş kısa sürdü. Yarım saat veya kırk beş dakika, tam anımsamıyorum. Önce ekili tarlaların olduğu tarafa yaklaştık. Ortada sipsivri yükselen karanlık görünümlü, bitki barındırmayan dağın eteklerine kadar tek boş alan yok. Bina da yok. Pilot yükselmektense adanın çevresini dolaşmayı tercih etti. Alçalırken yerleşim bölgesini seçebildim. Yarların tepelerinde sanki düşmemek için birbirlerine yanaşıp iç içe geçmişçesine bitişik duran beyaz evler topluluğu. Aralara serpiştirilmiş tek tük ağaçlar. İyice aşağılarında öfkeli dalgaların törpülemeye çalışıp başaramadığı kocaman kayalar. İlk izlenimim: Hayal kırıklığı. Manzarası çarpıcı, güzelliğini sergileyen, yumuşak hatlı, yeşili bol bir yer bekliyordum; öyle değil. Volkanik, içine kapalı, çekingen. Yine de sevimsiz ya da suratsız diyemeyeceğim.

Bavulları aldıktan sonra aynı otelde kalacağım arkadaşımla birlikte bir taksiye bindik. Radyoda boğulurcasına bağırarak bir şeyler anlatan adamın maç spikeri olduğunu tahmin ettim. Halit Kıvanç kıvamında fakat Yunanca konuşuyor. Şoför, sesin iniş çıkışlarına göre radyoyu bir kısıp bir açıyor. Yola pek bakmıyor. Neyse ki trafik denecek hareketli araç kalabalığı yok ortalıkta. Etraf temiz. Toza, toprağa, çöpe rastlanmıyor. Ancak caddeler sokak gibi, sokaklarsa... Birinden geçerken arabanın nasıl duvarlara sürtünmediğine şaşırıp kaldım. Beyaz evler iki ya da üç katlı. Pencereleri mavi boyalı, genellikle kepenkli. Birer verandaları ve küçük de olsa bahçeleri var. Hoş doğrusu. Girişlerine dört beş basamak merdivenle ulaşılıyor. Hemen kapılarının önlerine gelişigüzel bırakılmış çok sayıda ayakkabı göze çarpıyor. Arnavut kaldırımlarının ortasında çocuklar koşuşturuyor. Biz geçerken oyunlarını kesip merakla bakıyorlar. Kısacık kesilmiş saçları, burunlarından akan, ellerinin tersiyle sildikleri sümükleri, kırmızı yanaklarıyla Anadolu'nun afacanlarından farkları yok. Biraz daha açık renkliler, o kadar.

Otelimiz yokuşun başında, caddeyle sokak arası bir yolun üzerinde. Demirden dış kapısı açılırken gıcırdıyor. Birkaç basamak tırmanıp içeriye giriyoruz. Geniş, taş döşeli hol boş sayılır. Yüksek tavanlı lobi loş, serin, biraz da rutubetli. Sağda resepsiyon görünüyor. Arkasında kimse yok. Öteye, camın önüne iki koltuk konmuş. Ellilerinde, şişmanca, kır saçlı, pamuklu elbiseli, şoset çoraplı, terlikli bir kadınla yaşlı, zayıf, kasketli bir adam orada oturmuş, önlerindeki sehpaya eğilmiş, hararetle dama oynuyorlar. Bankonun üzerindeki çanı çalıyoruz. Kadın rahatsız edilmekten hoşnutsuz, ağır hareketlerle kalkıp bize doğru ilerliyor. Müşteriye pek alışkın olmayan küçük bir kasaba otelindeyiz.

İşlemlerimiz güler yüzle ve çabuk halledildi. Odalarımız ikinci katta. Amca hiç oralı olmadığı için valizlerimizi merdivenlerden kendimiz çıkartıyoruz. Koridordan arka bahçeye bakıyorum. İki üç meyve ağacının çevrelemeye çalıştığı yüksek duvarlı, düzgün taş zeminli alana birkaç sezlong konmuş. Güneşlenilebilir. Gerçekten de üçüncü gün, öğle üzeri kırk beş dakika kadar fırsat yaratarak sessiz ve kimsesiz bu avluda biraz gevşeyip kendime geldim. Denizin ortasında nemin fazla, havanın serin olacağını düşünemeden getirdiğim ince giysilerle özellikle sabah ve akşam saatlerinde donmuşken kısa bir süre için de olsa iliğim kemiğim ısındı.

Odalar çok sade fakat yeterli ve temiz. Akşamüzeri hazırlanıp çıkıyoruz. Açılış kokteyline gideceğiz. Elbisemin üzerine yanıma almayı akıl edebildiğim tek şalımı atıyorum. Ayaklarımda Santorini'deyken ilk ve son kez o gece giydiğim yüksek olmasa da incecik topuklu, şık ayakkabılarım var. Merdivenle yokuş dolu, her tarafı parke taşlarla döşenmiş bir mekanda dolanıp duracağımızı nereden bilebilirdim?

Dört günün nasıl geçtiğini tek tek anlatmak niyetinde değilim. Geziyi unutulmaz kılan ayrıntılardan, belleğime etkili film sahneleri gibi yerleşmiş anlardan, bazı görüntülerden bahsetmek istiyorum.

O ilk gece Yunanlıların kokteylden ne anladıklarını öğrendim. Bir kere bol ve çeşitli yemeği seviyorlar. Öyle batı Avrupa ülkelerindeki gibi üç parça havuç, iki minik kase fındık fıstıkla konuk ağırlamaktan hoşlanmıyorlar. Resmen tıka basa doyduk. Gece yarısına doğru hala eğlence devam ediyordu. Beş altı arkadaş, keşif gezisi yapalım diye kongre merkezinden ayrıldık. Yağmur çiselemeye başladıysa da aldırmadık. Nasılsa titriyoruz, biraz ıslansak pek bir şey farketmeyecek. Kahve içmeye çarşıya ineceğiz. Tabii önce basamaklar sonra da düzensiz Arnavut kaldırımlı sokaklar... O ince topuklarla ayak bileğimi kırmam an meselesi. Bir arkadaşımın koluna yapışıyorum. Doğal Türk ortopedisti kabalığıyla: "Neden böyle giyindin?" diye soruyor. Sanki kendisinin üzerinde takım elbise yok! Ayakkabıları rahatsa, erkek olmanın avantajından. İçimden: 'Şıklık ne haddime, değil mi?' diye köpürürken dışımdan: "Hiç sorma, sakın hızlı yürüme" diyorum. Ona tutunurken etrafa bakınmak mümkün. Geçtiğimiz sokakların bir tarafına evler dizilmiş, diğer tarafına ise bel hizasına kadar yükselen beyaz taştan duvar örülmüş. İyi olmuş çünkü alt kısım denize ulaşan uçurum. Ama korkutucu değil. Çünkü aydınlatmayı duvarlara yerleştirdikleri lambalarla yapmışlar. Aşağıdan gelen ışık öyle yumuşak gölgeler yaratıyor ki insan doğayı haşin değil sevecen algılıyor. Meydandaki hediyelik eşya dükkanlarının vitrinlerinde eşya kalabalığı hiç yok. Zevkle düzenlenmişler, hepsi kendine baktırıyor. Açık olsalar içlerine girip daha ne var diye araştırmamak imkansız. Gerçekten de sonraki günlerde dolaştım. Pek albenisi olan bir şey bulamadım fakat sunumlarının çekiciliğine hayran kaldım. Üstelik henüz mevsim başı ve az turist olmasına rağmen esnaf saygılı ve nazikti. Öyle omzumdan tutup çekiştiren ya da bağıra çığıra satış yapmaya çalışan kimseye rastlamadım.

Çarşıdaki lokanta ve kafeler küçükse de temiz. Yunan kahvesi, bildiğimiz Türk kahvesi. Ertesi akşam üç arkadaş o sevimli meydana indiğimizde (tabii bu kez kot pantolonluyum ve ayağımda spor ayakkabılarım var) yaşlı, Alman bir hocayla karşılaştık; hepimiz tanıyoruz. Selamlaştıktan sonra nereye gittiğimizi sordu. "Yemeğe" dedik. O da henüz yemek yemediğini söyledi. Ağzımdan kendiliğinden: "Hadi, siz de bizimle gelin" sözleri çıkıverdi. Denizi tepeden gören bir lokantaya gidip açıktaki masaların en kenarda olanına oturduk. Alman'a balığın yanında fava, barbunya pilaki, pancar turşusu yedirdik. Sanki memlekette ağırlıyoruz. Bir arkadaşım Almanca biliyor. Adamcağız sıkılmasın diye Alman lehçeleriyle ilgili sohbet açtı. Diğer arkadaşım esnemeye başladı. Benim için bulunduğumuz ortam, konuşma konuları, durumumuz öyle gerçeküstü ve ilginçti ki uykusu geleni arada sırada tekmelerken 'acaba rüyada mıyım?' şeklinde düşünmekten kendimi alamadım. Kalkarken garsonun onaylayan bakışları ve kafa sallaması eşliğinde oldu olacak deyip hesabı biz Türkler paylaştık, hocaya bir şey ödetmedik. Senede veya iki senede bir toplantılarda karşılaştığımızda hala o yemeği anıyor, teşekkür ediyor.

Bir arkadaşım ev tuttu. Gelirken yer ayırtmamış, nasılsa pansiyon falan bulurum diye düşünmüş. On beş dakika turlaması yetmiş. Kiralık ilanını görmüş ve o mavi - beyaz evlerden birini dört geceliğine kiralamış. Fiyatı bizim alçakgönüllü otelimizden daha ucuzdu. Toplantı için çıktığında yandaki evin sahibi gelip evini düzenliyor, buzdolabındaki eksikleri tamamlıyormuş. Bir akşamüstü iki kişi misafirliğe gittik. Verandasında bize önce şarap sonra kahve ikram etti. (Buraya koyduğum resimler ona ait. CD'ye kaydedip göndermişti. Ben iyi çekememişim.)

İkinci gün öğle saatlerinden sonra boştu ya da biz boşalttık; emin değilim. O dik yardan aşağıya asansörle inip limana vardık. Tekne turuna çıktık. Her yer volkanik. Gittiğimiz ada da volkanik, siyah taşlarla dolu bir yerdi. Pek albenisi yoktu ama oradan Santorini'nin resmini çekmek hoş oldu. Beyaz renk, sivri yüksekliklere yumuşaklık katıyor. Bakarken 'burayı keşfetmek için uzun kalmak lazım' diye düşündüğümü anımsıyorum.

Ya aynı akşam ya da bir sonrakinde şu meşhur gün batımını seyretmek için eski değirmenin olduğu yere gittik. Masaları dizip kafe yapmışlar. Çaylar pahalıydı ama değdi. Işınlar yatay gelip gözü yormamaya başladığı andan itibaren gökyüzü tümüyle turuncuya boyandı. Sanki tekrar doğmayacakmış gibi ağır ağır alçalıp küçülen güneşin görüntüsü muhteşemdi. Yatıp uyumak istemeyen pırıltılı sarı saçlı, inatçı, güzel bir çocuğa benziyordu. Herkes bir buçuk saat susup bu her gün tekrarlanan sönüşü tekmiş gibi izledi. 'Buraya mutlaka çift olarak gelmek lazım' diye düşünürken manzaranın tadını çıkartan sevgililere imrendim, ne yalan söyleyeyim.

Eurovision şarkı yarışmasının olduğu gece beş arkadaş lokantada kabuklu deniz hayvanlarından oluşmuş lezzetli bir yemek yiyorduk. İçeride televizyon seyreden Yunanlılar, bizim sıramız geldiğinde haber verdiler, gidip seyrettik. Alkışladılar, başarı dilediler. Sadece neden geldiğimizi sordular. Ayrıntılı, didikleyici sorularla bizi yormadılar. Lokanta sahibi Uzo'da indirim yaptı. Kahvelerse ikram edildi. Ayrılırken kapıya kadar geçirip teşekkür ettiler.

Genç bir Amerikalı hoca kayboldu. Dağcıymış. Hepimize dağıttıkları sırt çantaları mı adamı heveslendirdi, bilemem. Sabahın o ürpertici alacakaranlığında, siste yalnız başına dağa çıkmaya kalkmış. Tabii yolu şaşırmış. Kongre düzenleme kurulunda bir telaş! Herhangi bir katılımcı da olsa ilgilenirlerdi mutlaka ama bu üstüne üstlük davetli; önemli kişi. Neyse, beş altı saatte yerini bulup zarar görmeden kurtardılar. Halbuki kayıt sırasında trekking yapmak isteyenlere rehber temin edebileceklerini söylemişlerdi. Ege'nin minik adasındaki dağı küçümsedi sanırım. Bilim adamı da olsa Amerikalı! Döner dönmez çekip gitti.

Son gün otelden çıkarken bizim yaşlı amca merdivenleri çalı süpürgesiyle süpürüyordu. Elini kasketine götürüp gülümseyerek bize veda etti. Havaalanına doğru yol alırken: 'Pek keşfedemedimse de hoşlandım' diye düşündüm. 'Biraz utangaç, sevimli, gösterişi sevmeyen bir yer. Yanaktaki gamze gibi. İnsanları Ege insanı işte, sıcak üstelik görgülü. Yemekleri bizimkilerin aynısı, denizi bildik, güneşi göz alıcı. Tekrar gelinebilir.'

Ege'nin iki yakası bir diyenler doğru söylüyorlarmış. Yakınlığı derinden hissettim.

14 Kasım 2010 Pazar

DÖRDÜNCÜ ÇOCUK (Olgunlaşmamış portre)

İfadesiz bakışları herkesi rahatsız ediyordu. Oysa dikkat edildiğinde koyu kahverengi gözleri, uzun, ok gibi kirpikleri güzel sayılabilirdi. İçi huzursuzluk vericiydi bu etkileyici gözlerin. Göz kapaklarını kırpmadan, parlamadan, donuk, sanki saklanmak isterlermişçesine bakıyorlardı. Ya da var olmamaları gerekirmişçesine.

O Anadolu kasabasının alçakgönüllü evlerinden birinde dördüncü kız çocuk olarak doğduğunda babası küçücük eline vuruvermişti.

"Niye gene kız? Nedir bu kaderim benim?"

Yedi çocuğun, beş kız ve iki erkek kardeşin anlamsız ara sıralarındaki istenmeyen cinsiyete sahip seçilmemiş bireylerinden biri olarak büyüdü. Akıllıydı ama bunca ezilmişlik elbette ki kişiliğinde yaralara yol açtı. Sonunda isyankar oldu. Kendi varlığını çevresine, en çok da kendi kendisine kanıtlamak için pek kimsenin denemeye yanaşmayacağı tehlikelere balıklama atladı. Paraşütçülüğe kalkışıp tanımadığı kişilerle birlikte okyanuslara yelken açmak gibi. Delicesine araba kullandıktan sonra uyumadan çalışıp ortalama geliri olanların altı aylık maaş tutarını bir yemek masasına yatırmak gibi. Gelişme bahanesiyle günde iki kitap okuyup dört film izleyerek beynini çöplüğe çevirmek gibi.

Sevilmek istediğini neredeyse bağırarak söyleyecekti. Diğer taraftan özgürlüğünü aile büyüklerinden parayla satın aldığını anlatıyordu herkese, yabancılara, bu bilgileri nasıl kullanacaklarını bilmediği kişilere. Evlendi, boşandı. Kocasından önce yalnız bir kişinin elini tuttuğunu nasıl da gururla söylüyordu! Hemen ardından da geniş görüşlülükten bahsediveriyordu. Öylesine durağan, duygusuz bir ses tonu vardı ki çevresindekiler karşısında ne tepki göstereceklerini bilemeden susuyorlardı. "Bu anlattıkların beni ne ilgilendirir?" diyen olmamıştı. Aslında işlek zekasıyla insanların çoğunun dedikoduyla beslendiğini kavramıştı. Böylece yöntemi buldu. Konuş ve dinlet. Canı sıkılan olursa edepsiz bir espri patlat, gül, geç. Ya da kalk, git. Sonra da günün, haftanın, ayın konusu ol. Dikkat çek. Kolay ün, sıradan hayat! Kendi içindekilere katlanabildiğin sürece sorun yok.

Onun gibilere acıyan, sevgiye bağımlılığını kendisine bağlılık olarak değerlendiren veya bunu çevresindeki insan sayısını arttırmak için kullanmak isteyen yandaşlar buldu elbette. Narsizme eğilimini fark ettiklerinin gönlünü hoş etti, somurtkan kimliksizleri gülümsetti, yardıma gereksinimi olmayanlara açıkça rüşvet kokan katkılarda bulundu. En önemlisi 'sinek küçüktür, mide bulandırır' deyiminin uygulamalı örneklerini yarattı. Yani içindeki korkuyla kıskançlıktan yoğurduğu kötülüğü karşılaşmaya katlanamadığı özgüven sahiplerine sinsice sıvadı, ortalamanın üzerindekileri beceriksizlere yem diye sunmanın yollarını buldu... Aranan kişi olmayı başardı. Gül gibi geçinip gidiyordu ki bir gün birisi çıktı; kalın, biçimsiz bacaklarının üzerine geçirdiği rüküş desenli siyah çoraplarıyla çekiştirip durduğu mini eteğine bakıp: "Köprüden önceki son çıkış mı?" deyiverdi. Bozuldu, üzüldü, dost bildiklerine sızlandı, yalnız kaldığında ağladı. Çevresine ördüğü duvar çatlamıştı ama yılmadı. Çatlağı sıvadı, yoluna devam etti.

Takdir edilmeye değer miktarda enerji harcıyor. Her davranışı öylesine içtenliksiz ki ne yaparsa yapsın mutlu olamıyor. Şimdi ev almak için uğraşıyor. Yerleştiğinde rahat uyuyabilecek mi?

İstenmeyen çocuk olarak büyümek zor. Erişkinlerin dünyasında bundan kurtulamamak daha da zor. Kendine saygısı olmayan üstelik bunu hem acemice hem saldırganca belli eden kişi en hafifinden gülünç oluyor. Peki, zarar vermemesi mümkün mü? Verdiği zarardan tatmin olması mümkün mü?

Gerçekten harcanmış ve giderek çirkinleşen bir insan. Ruhundaki solucana bakamıyor. Kurmacanın başı, ortası, sonu belli hayal edilmiş gerçekliğinde hapsolup kahramanlaşmak için sırasını bekliyor. Günü gelince olgunlaşacak, yeterince dönüşecek, gerilimin odak noktasında yer alacak ama sadece ikincil figür olarak. Öyle bir öyküde var olacak ki oluşumuna katkıda bulunduğu yazı okuyanlarca belki anımsanacak fakat o asla!

9 Kasım 2010 Salı

AĞRI, GÖZLERİM VE DÜŞÜNCELER

Sabah uyandığımda sağ gözüm acıyor ve yaşarıyordu. Burnumdan akanın gözyaşı olduğunu kim bilecek? Sümük gibi görünüyor. Göz doktoruna gittim, "yabancı cisim kaçmış, çıkmış ama erozyon var" dedi, korneamı kazıdı. Kornea: O güzel rengin üzerinde her zaman insanları etkileyen ıslak görünüşlü doku. Ortasındaki kara bebeği ile vücudun dışa açılan büyülü penceresi. İyileşeceğimi umarak iki saat geçti. Uyuşturucu damlanın etkisi sürüyor, ağrı yok sayılır, çalışabiliyorum ama gözümde korsanlarınkine benzeyen bir bant var. Tek gözle etrafa bakmak ne zormuş! Derinlik duyusu kayboldu. İnsanlar bile iki boyutlu sanki. Üstelik diğeri de oynuyor, kardeşi ne yaparsa o da yapmak istiyor, açılmak, bakmak, algılamak için çırpınıyor. Bantın kenarından süzülen yaşları siliyorum. Hafif bir batma var. Çok rahatsız edici değil ama kendimi eksilmiş gibi hissediyorum. İşler bitmek bilmedi. Sonunda eve dönebildim.

Müdahale edileli iki buçuk saati geçti. Bir ışık çarpması oldu sanki. Keskin kenarı tırtıklı ekmek bıçağı gözümün önünde canlandı ve doğrudan içine girip bir tur döndü. Acıdan haykırdım. Ne oluyor? Fena değildim, etrafa bakınabiliyordum; şimdi yapamıyorum. Diğer gözüm yarı yarıya kapandı. Sanki hasta olana yardımcı olmak istiyor. İkisi birden yaşarmaya başladı. Hastadan akan berrak sıvıyı silmek için mendil yetiştiremiyorum. Sağlamı kendi haline bıraktım. Geniş yüzlü, çeliği parlak, büyük bir et bıçağı zavallı sağ gözümü doğrarken iki büklüm oldum, inledim ve bu acıyla cezalandırılmak için ne tür bir kötülük yaptığımı bulmaya çalıştım. Korsan bantının etrafındaki yapışkan bölge öyle bir ıslandı ki açıldı. Altından göz kapağım aralanmak isteği ile kıpırdandı. Of, bu ne büyük eziyet! Göz kırpmanın bu kadar ağrı vereceğini daha önce aklımdan bile geçirmemiştim. Çocukken annemin bayat ekmekleri soğanlı et suyunda pişirerek yaptığı papara yemeği kadar ıslak bantın kenarlarını yanağıma bastırdım. Biraz tutundu, kapak da kapanmak zorunda kaldı. Ama o ne, kapağına dokunmakla bile göz kürem acıyla sarsıldı. Kirpiklerim ters dönüp birer ok gibi içeriye saplanıverdiler sanki. Öne arkaya sallandım birkaç kez. Akıllı sol gözüm çabuk davranıp hastaya uyum sağladı ve kendisini kapatıverdi. Oh, böyle daha iyi. Hareket olmayınca ağrı da azalıyor. Kendimi bitkin hissediyorum. Koltuktan kalkıp el yordamı ile bulduğum kanepeye uzandım. Yastık nerede? Hafifçe doğrulup aradım; bulamıyorum. Sağlıklı gözümü şöyle bir an açıp yastığı görmemle ağrıdan kıvranmam bir oldu. İkisi birden hareket ediyor, engelleyemiyorum. Onlar benim organlarım ama tek tek hakim olamıyorum. Bedenin büyük dengesi bilinci yeniyor, gücün kimde olduğunu gösteriyor. Bunu biliyordum zaten, hiç reddetmemiştim ki. Kanıtlanması gerekmiyordu; hele bunca acıyla hiç. Ben doğaya saygı duyuyorum, lütfen şu işkence bitsin!

Nasıl yemek yediğimi, yatağıma saat kaçta yattığımı anımsamıyorum. Sırtüstü, nefes almaktan bile korkarak öylece duruyorum. Kollarım, bacaklarım, gövdem küçüldü sanki; sağ gözümse dev gibi. Etrafındaki tüm kaslar kasıldı, içi şişti gibi geliyor. Bantı çoktan attım. Doktorun verdiği merhemi şimdiye kadar yaptığımı anımsadığım en zor iş olarak içine sürdüm, iki kağıt mendili katlayıp bağıra çığıra üzerine bastırdım ve sıkı sıkı yapıştırdım. 'Açılmaya çalışma!' diye tersledim. Bu arada kapağına dokunduğumda onun ne kadar acı çektiğini fark edip kahroldum. Hasta zavallı, bana anlatmaya çalışıyor. 'Anlıyorum, ne olur, sen de beni anla, hareket etme, dinlen, beynimi oyma! Biraz rahatlamak istiyorum. Birkaç dakikayı olsun ağrısız geçirmek istiyorum. Çok yoruldum. Birlikte daha çok şeyler göreceğiz. Bana yardım et, düşman gibi davranma!'

Hiç cevap vermedi. Duymadı mı, dinlemedi mi, elinden bir şey mi gelmedi, bilmiyorum. Kazık gibi, kıpırdamadan yatarken tırnaklarımı çarşafa gömdüm ve 'nasılsa geçecek' diye düşündüm. Hedef tahtası gibiyim. Karşımda usta bir nişancı var, çeşit çeşit bıçakları sağ gözüme ardı ardına fırlatıyor. Çeliğin ışıltısı şimşek gibi çakıyor ve bir saniye bile geçmeden delici, yakıcı uç saplanıveriyor. Yaşlar sel gibi boşanıyor, silmiyorum artık. Sırtüstü yattığım için burnum akmıyor. Tuzlu tuzlu ağzıma gelen suları yutuyorum. Arada inliyorum. Hiçbir şey düşünemiyorum. İnsanlıktan çıktım, ilkel bir yaratık oldum. Öyle ya, önce doğal ihtiyaçlar karşılanmalı. Şu anda bana gerekli olan tek şey, ağrısız bir an. Sadece toparlanmak için, kıvranan saçma sapan amorf bir kitleden tekrar insana dönüşebilmek için acısız geçecek birkaç saniye. Tuz susattı ama mufağa gidip su içecek cesaretim yok. Ah, biraz uyuyabilseydim, unutabilseydim! Olmuyor. Öyle çaresizim ki!

Gece çok yavaş geçti. Sabah oldu, neredeyse öğlen olacak; kalktım. İki büklüm banyoya gittim. Lavaboya sıkı sıkı tutunup düşmemeye çalışarak aynanın karşısında durdum ve gözlerimin ikisini de açtım. Sağ gözüm kan çanağı gibi ve bulanık görüyor. Ortası değil de kenarları ile görüntüyü kaydetmeye çalışıyor sanki. Zorlukla yüzümü yıkadım yine bağıra çığıra. Merhemi sürdüm, kağıt mendilleri yerleştirip bantları yapıştırdım. Her hareketim ne çok çaba ve güç gerektiriyor, ne uzun zaman alıyor! Gözlerimin ikisi de kapalı, körler gibi dokunarak ilerleyip kapıdan çıktım, salona gidip oturdum. Doktorun gözümü kazırken uyguladığı uyuşturucu damla masanın üstünde duruyor, biliyorum. "Mümkün olduğu kadar kullanma, iyileşmeyi geciktirir. Normalde yirmi dört saatte kornea kendisini yeniler, bir şeyin kalmaz" demişti. Ama bu kadar ağrı olacağını, ağızdan alınan hapların etkilemeyeceğini söylememişti. On sekiz saati geçti, hiç değişiklik yok. Eksik bir şeyler var artık, fark ettim. Onu dinlemeyeceğim.

Damlaya ulaştım, kapağını açtım, haykırarak sağ gözüme damlattım. On saniye sonra rahatladım. Evet, hala batıyor ama bıçaklar saplanmıyor, ondan başka şeyler de düşünmeme fırsat veriyor, eskisi gibi şelale benzeri sular boşaltmıyor. Ne aptalmışım! Doktorların her söylediği dinlenir mi hiç? Annem çocukluğumda beni muayeneye götürdükten ve gerekli reçeteyi aldıktan sonra kendince bir yorum yapar, tedaviyi öyle uygulardı. Hiç de başarısız olmadı. Bunu bildiğim halde neden körü körüne güvendim? Kendime kızıyorum. Daha iyileşmedim ama en azından artık korteksim devreye girdi, acı çeken yaralı bir hayvan gibi kıvranmıyorum. Başka doktora gideceğim. Sağ gözüm yine iyi görecek, etrafa bakıp bana güzel şeyler gösterecek. İki kardeş bir olup üç boyutlu, renkli güzellikleri fark etmemi sağlayacaklar. Ağrım olmadan gözlerimi her istediğim yöne çevireceğim, kırpacağım, ardına kadar açacağım, kısacağım, kapatacağım; nasıl istersem öyle yapacağım. İçim sevinçle dolu! Mutluyum.

Gözlere yaklaşmaktan hep korktum; hayatım boyunca. İçlerine merakla baktım, evet, itiraf ediyorum ama yanlarına gitmekten, dokunmaktan hatta öpmekten bile korktum. Öyle özel göründüler ki bana, öyle gerçekdışı gibiydiler ki ruhu yansıtıyorlar diye düşünüp biraz uzak durmak gereğini hissettim. Saygı gösterdim, hayran oldum, karşımdakini anlamamda yardımcı olacaklarını umdum ve kendiminkilerin de beni ne kadar anlattığını her zaman merak ettim. Saklamak istediklerimi açığa vuracaklarından çekindim. Okşayanlar, öpücük konduranlar, tutkusunu doğrudan göz bebeklerime yansıtanlar oldu; o insanların cesaretine hep imrendim. Bunca büyülü, vücudun dışarıya açılan, anlamlı topu topu bir çift penceresine nasıl doğrudan yaklaşabiliyorlar diye merak ettim, durdum. Ama sevdim onları, her zaman, kendiminkileri çok ve diğerlerini de çoğu zaman.

Sevgili gözlerim, bana çok şey gösterdiniz. Birlikte, eşgüdümle davranarak boyutları öğrettiniz. Varlığınızı hissettirmeden beynimin gelişimine katkıda bulundunuz. Diğer duyu organlarımı biraz körelttiniz, biliyorum, sizler kapalıyken bunu çok net olarak fark ettim ama ne yapalım, sizleri kusurlarınızla birlikte seviyorum. Bencilsiniz; ön planda olmak, verdiklerinizle sonuca ulaşmamı, karar vermemi sağlamak istiyorsunuz, tamam, öyle olsun. Boyun eğiyorum. Gücünüzü kabul ediyorum. Yeter ki benimle kalın, öyle ağrımayın, sulanmayın, görün, varlığınızın gereği neyse öyle davranın, hastalanmayın. Birlikte yaşayıp yaşlanalım. Etrafınız kırışsın, kapaklarınız sarksın, kirpikleriniz dökülsün, uyumunuz biraz bozulsun, çabuk yorulup uzun dinlenmek isteyin, gözlük kullanın ama benimle kalın. Benden önce sakın gitmeyin. Size iyi bakacağım, söz veriyorum. Sık sık yıkayacağım, ovuşturmayacağım, çok yormamaya çalışacağım. Gerektiğinde en iyi doktorlara götüreceğim, değerinizi bileceğim. Kendinizi önemsenmemiş gibi hissettiyseniz lütfen beni affedin. Bir daha olmayacak. Değerinizi anlattınız, asla unutmayacağım. Kalın sağlıcakla!

7 Kasım 2010 Pazar

AVUCUNDAN KAYIP GİDEN

Yaman yattığı yerde huzursuzca kıpırdanmaktan bıkıp kalktı. Mutfağa gidip bir bardak su içti, saate baktı. Sabahın dört buçuğu. Kuşlar yavaş yavaş uyanmaya başlamışlar. Tek tük araba sesleri bile duyuluyor. 'Ne zaman uyuyacağım da nasıl kalkacağım? Yarın Pazartesi, iş günü.'

Tekrar yatağına döndü. Isıttığı gibi duruyor. Serin evde ürpermişti. Yorganı boğazına kadar çekti, yüzüstü, başını yastığa gömdü. Kafasında dolaşan düşüncelerin dağınıklaşıp belirsizleştiğini, görüntülerin uzaklaştığını fark etti. Karanlık bir kuyuya yuvarlanır gibi ama korkarak değil, düşeceği yumuşak minderden emin, kendisini uykunun derinliklerine bıraktı. Tam dalmak üzereyken sağ bacağı seyirdi, derin bir iç çekti.

Gelen kardeşiydi. En sonuncusu, dört numara, Cenk. On sekizindeyken doğan tekne kazıntısı. Ne sevimli yumurcaktı! İşte altı yaşındaki haliyle karşısında duruyor: "Abi, hadi beni parka götür, salıncağa binmek istiyorum!" diye elinden çekiştiriyor. Hiç kırmamıştı bu sevgili küçüğü, şimdi neden istediğini yapmasın ki? Göğsünün ortasından taşıp bedenine yayılan sıcaklıkla gülümserken minik parmakları avucuna aldı; kapıdan ne zaman çıktılar, belli değil. Eski evlerinin sokağında yürümeye başladılar. Yol çok uzadı. Sanki bitip tükenmiyor, onlar gittikçe parke taşlar sıra sıra döşenip öteki uca ekleniyorlardı. Kendisi de hep böyle kalsınlar, elele devam etsinler istiyordu zaten. Sona varmaktan, parka ulaşmaktan ürktüğünü algıladı. Cenk'in elini daha sıkı tuttu, alacakaranlıkta adımlarını onunkilere uydurdu.

Sis bastırdı aniden. Hafifçe midesinin bulandığını hissetti. Yönünü kaybettiğini düşündü. Oysa dümdüz ilerliyorlardı, sapacakları herhangi bir yer yoktu. Dünya değiştirmiş gibiydiler. Cenk'in salıncakla ilgili fantezileri kulaklarına zorlukla erişiyordu. Sesler de etraftaki evler, ağaçlar, çöp kutuları, elektrik direklerine benzemiş, hafifleyip dağılıvermişlerdi. Önlerinde uçuşup duran grimsi beyaz bilinmezliğin içindeydiler. Ürpererek arkasına baktı. Yumuşak görünüşlü, kaygan şekilsizlik ardlarından kapanıvermişti. Ak bir örtüyle sarmalanmışlardı; soğuk, istenmeyen.

Avucunun iyice ısıttığı küçücük parmakların kıpırdandığını hissedince mutlulukla 'oh!' çekti Yaman. Yanındaydı kardeşi, güvendeydi, ne söylediğini anlamasa da bıcır bıcır konuşuyordu. Sevilen canla birliktelik... Sis yoğunluğunu kaybetti, güneşin parlak ışıkları dağılmaya başlayan bulutumsu varlığın içine sızıverdi. Hava ılındı, karanlık aydınlığa çevrileyazdı.

Birden karşılarında oyun parkı belirdi. İkili salıncak ne de büyük görünüyordu! Masallardaki devler bile içine sığabilirdi sanki. Cenk'in eli onunkinden hızla sıyrılırken: "Dur!" diyebildi ancak soluk soluğa. Neredeyse kendisi bile kısılmış sesini duyamadı. Ter basmıştı. Çocuğun koşarak salıncağa varışını, üzerine çıkıp ayaklarıyla hızlandırarak, tutunmadan, sevinç çığlıklarıyla sallanmaya başlamasını, giderek daha yükseklere doğru yol almasını korkuyla izledi, izledi...

Derinlerden gelen zil sesi yaklaştı, tekdüze melodi bilincini yüzeye sürükledi ve birdenbire gözlerini açtı. Duyduğu dehşetle tüm vücudu sırılsıklam olmuştu. Gözlerini kırpıştırdı, saçlarını karıştırdı. Hala önündeymişçesine salınıp gıcırdayan demirlerle bütünleşmiş küçük bedenin giderek uzaklaşıp silikleşen görüntüsünü katlanamayacağını sandığı bir hüzünle gözledi. Yaşlar yanaklarından süzülürken saate elini atıp sinir bozucu çınlamayı durdurdu.

Tıraş olurken yıllar önce bıraktığı o gençlik aşkını anımsadı. Aklından 'güzeldi herhalde' diye geçen kelimeleri tuhaf buldu. Saçları tam olarak kahverenginin hangi tonundaydı? Göz bebeklerinin kenarlarındaki noktalar gerçekten yeşil miydi? Burnunun kıyısında çiller var mıydı? Gülerken sol yanağında derin bir gamze sahiden oluşuyor muydu? Neden etkilenmişti o kızdan? Neden ısrar etmişti? Diğerlerinden farkı neydi?

Ofiste kendinde değildi sanki. Düş dünyasında geziniyor gibiydi. Toplantıya, yaptığı sunumdan sonraki sorulara adeta katlandı. Yanıt verirken bir yıl önce mide kanserinden ölen annesiyle tartışıyordu aslında. "O kız sana göre değil!" diyen kaşları çatık, 'onunla evlenirsen seni affetmem!' ifadesiyle bakan yüzü karşısından ayrılmıyordu.

Akşam arkadaşlarıyla gittikleri barda sessizdi. Çok içti. Tek istediği eve dönüp geçmişe dalmaktı.

On biri geçe kapıdan içeriye girdiğinde hem kurtulduğu için rahattı hem de rahatsız. Işığı yakmadı. Pencerenin kenarındaki koltuğa otururken cama yansıyan ışıklardan, odasına dolan seslerden tiksindiğini fark etti. Şimdiye katlanamıyordu; bir türlü yaşama katılamıyordu. Kader diye bir şey yoktu, olmaması gerekirdi. Oğluna layık bulmadığı kadını lanetleyen anne! Neredeyse onun istediği anda şekilleniveren ayrılık. Doğrudan söylenmese de sezdirilen suçluluk duygusu! Sırtında giderek ağırlaşan bir yük gibi büyüyen şüphe. Ağıtlarla geçen yıllar... Peki, vicdan var mıydı? Ölmeden önce annesiyle konuşmuşlardı ama ruhunu serbest bırakacak kadar değil. Gerçek neydi?

Cenk'i gömdüklerinden bu yana hiç rüyasına girmemişti. Düşüp başını yere çarptığı salıncak dün geceki gibi miydi, emin değildi. O gün kız arkadaşıyla buluşmaktan vazgeçip kardeşiyle gitseydi yine bunlar yaşanır mıydı? Kayıplar rastlantılara mı bağlıydı? Hıçkırırken düşünemiyordu.