ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

7 Kasım 2010 Pazar

AVUCUNDAN KAYIP GİDEN

Yaman yattığı yerde huzursuzca kıpırdanmaktan bıkıp kalktı. Mutfağa gidip bir bardak su içti, saate baktı. Sabahın dört buçuğu. Kuşlar yavaş yavaş uyanmaya başlamışlar. Tek tük araba sesleri bile duyuluyor. 'Ne zaman uyuyacağım da nasıl kalkacağım? Yarın Pazartesi, iş günü.'

Tekrar yatağına döndü. Isıttığı gibi duruyor. Serin evde ürpermişti. Yorganı boğazına kadar çekti, yüzüstü, başını yastığa gömdü. Kafasında dolaşan düşüncelerin dağınıklaşıp belirsizleştiğini, görüntülerin uzaklaştığını fark etti. Karanlık bir kuyuya yuvarlanır gibi ama korkarak değil, düşeceği yumuşak minderden emin, kendisini uykunun derinliklerine bıraktı. Tam dalmak üzereyken sağ bacağı seyirdi, derin bir iç çekti.

Gelen kardeşiydi. En sonuncusu, dört numara, Cenk. On sekizindeyken doğan tekne kazıntısı. Ne sevimli yumurcaktı! İşte altı yaşındaki haliyle karşısında duruyor: "Abi, hadi beni parka götür, salıncağa binmek istiyorum!" diye elinden çekiştiriyor. Hiç kırmamıştı bu sevgili küçüğü, şimdi neden istediğini yapmasın ki? Göğsünün ortasından taşıp bedenine yayılan sıcaklıkla gülümserken minik parmakları avucuna aldı; kapıdan ne zaman çıktılar, belli değil. Eski evlerinin sokağında yürümeye başladılar. Yol çok uzadı. Sanki bitip tükenmiyor, onlar gittikçe parke taşlar sıra sıra döşenip öteki uca ekleniyorlardı. Kendisi de hep böyle kalsınlar, elele devam etsinler istiyordu zaten. Sona varmaktan, parka ulaşmaktan ürktüğünü algıladı. Cenk'in elini daha sıkı tuttu, alacakaranlıkta adımlarını onunkilere uydurdu.

Sis bastırdı aniden. Hafifçe midesinin bulandığını hissetti. Yönünü kaybettiğini düşündü. Oysa dümdüz ilerliyorlardı, sapacakları herhangi bir yer yoktu. Dünya değiştirmiş gibiydiler. Cenk'in salıncakla ilgili fantezileri kulaklarına zorlukla erişiyordu. Sesler de etraftaki evler, ağaçlar, çöp kutuları, elektrik direklerine benzemiş, hafifleyip dağılıvermişlerdi. Önlerinde uçuşup duran grimsi beyaz bilinmezliğin içindeydiler. Ürpererek arkasına baktı. Yumuşak görünüşlü, kaygan şekilsizlik ardlarından kapanıvermişti. Ak bir örtüyle sarmalanmışlardı; soğuk, istenmeyen.

Avucunun iyice ısıttığı küçücük parmakların kıpırdandığını hissedince mutlulukla 'oh!' çekti Yaman. Yanındaydı kardeşi, güvendeydi, ne söylediğini anlamasa da bıcır bıcır konuşuyordu. Sevilen canla birliktelik... Sis yoğunluğunu kaybetti, güneşin parlak ışıkları dağılmaya başlayan bulutumsu varlığın içine sızıverdi. Hava ılındı, karanlık aydınlığa çevrileyazdı.

Birden karşılarında oyun parkı belirdi. İkili salıncak ne de büyük görünüyordu! Masallardaki devler bile içine sığabilirdi sanki. Cenk'in eli onunkinden hızla sıyrılırken: "Dur!" diyebildi ancak soluk soluğa. Neredeyse kendisi bile kısılmış sesini duyamadı. Ter basmıştı. Çocuğun koşarak salıncağa varışını, üzerine çıkıp ayaklarıyla hızlandırarak, tutunmadan, sevinç çığlıklarıyla sallanmaya başlamasını, giderek daha yükseklere doğru yol almasını korkuyla izledi, izledi...

Derinlerden gelen zil sesi yaklaştı, tekdüze melodi bilincini yüzeye sürükledi ve birdenbire gözlerini açtı. Duyduğu dehşetle tüm vücudu sırılsıklam olmuştu. Gözlerini kırpıştırdı, saçlarını karıştırdı. Hala önündeymişçesine salınıp gıcırdayan demirlerle bütünleşmiş küçük bedenin giderek uzaklaşıp silikleşen görüntüsünü katlanamayacağını sandığı bir hüzünle gözledi. Yaşlar yanaklarından süzülürken saate elini atıp sinir bozucu çınlamayı durdurdu.

Tıraş olurken yıllar önce bıraktığı o gençlik aşkını anımsadı. Aklından 'güzeldi herhalde' diye geçen kelimeleri tuhaf buldu. Saçları tam olarak kahverenginin hangi tonundaydı? Göz bebeklerinin kenarlarındaki noktalar gerçekten yeşil miydi? Burnunun kıyısında çiller var mıydı? Gülerken sol yanağında derin bir gamze sahiden oluşuyor muydu? Neden etkilenmişti o kızdan? Neden ısrar etmişti? Diğerlerinden farkı neydi?

Ofiste kendinde değildi sanki. Düş dünyasında geziniyor gibiydi. Toplantıya, yaptığı sunumdan sonraki sorulara adeta katlandı. Yanıt verirken bir yıl önce mide kanserinden ölen annesiyle tartışıyordu aslında. "O kız sana göre değil!" diyen kaşları çatık, 'onunla evlenirsen seni affetmem!' ifadesiyle bakan yüzü karşısından ayrılmıyordu.

Akşam arkadaşlarıyla gittikleri barda sessizdi. Çok içti. Tek istediği eve dönüp geçmişe dalmaktı.

On biri geçe kapıdan içeriye girdiğinde hem kurtulduğu için rahattı hem de rahatsız. Işığı yakmadı. Pencerenin kenarındaki koltuğa otururken cama yansıyan ışıklardan, odasına dolan seslerden tiksindiğini fark etti. Şimdiye katlanamıyordu; bir türlü yaşama katılamıyordu. Kader diye bir şey yoktu, olmaması gerekirdi. Oğluna layık bulmadığı kadını lanetleyen anne! Neredeyse onun istediği anda şekilleniveren ayrılık. Doğrudan söylenmese de sezdirilen suçluluk duygusu! Sırtında giderek ağırlaşan bir yük gibi büyüyen şüphe. Ağıtlarla geçen yıllar... Peki, vicdan var mıydı? Ölmeden önce annesiyle konuşmuşlardı ama ruhunu serbest bırakacak kadar değil. Gerçek neydi?

Cenk'i gömdüklerinden bu yana hiç rüyasına girmemişti. Düşüp başını yere çarptığı salıncak dün geceki gibi miydi, emin değildi. O gün kız arkadaşıyla buluşmaktan vazgeçip kardeşiyle gitseydi yine bunlar yaşanır mıydı? Kayıplar rastlantılara mı bağlıydı? Hıçkırırken düşünemiyordu.

Hiç yorum yok: