ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

20 Kasım 2010 Cumartesi

ÇOĞUNLUK: Sinemayı sanat yapanlardan

Çok fazla sinemaya gitmiyorum (Nisan'daki İstanbul film festivali bir istisnaydı). Bu bir seçim meselesi. Sinemanın sanat olduğunu nadiren aklıma getiriyorum. Tek bir duyu organına üstelik en baskınına, göze hitap etmesi ve sürekli değişen görüntüleriyle yaşam yanılsaması ortaya çıkartması bende ne anlatılmak isteniyorsa onun propagandası yapılıyormuş izlenimi yaratıyor. Bu kişisel fikrim elbette, kimseyi bağlamaz.

Düşüncemden şüphe etmeme neden olan, retinamdaki izdüşümlerinden beynimin derinliklerine, kalbime işleyen, zevk verirken gelişimime katkıda bulunup duyarlılığımı arttıran sadece birkaç film oldu. İlk sırada Amarcord'u söylemeliyim. Yedi kez izledim. Potempkin Zırhlısı, Bisiklet Hırsızları, Gündüz Güzeli, Tristana, Deep Blue, Mavi, Çingeneler Zamanı... Belki altı yedi tane daha, o kadar. Bunlara en sonunda bir Türk filmi eklendi: Çoğunluk.

Işıklar kararırken beklentim yüksekti. Çünkü hem bu işin içindeki bir kişi tarafından önerilmişti hem de ödüllü bir filmdi. Yine de beğeniyle izleyip hızla unutacağım bir görsellik bekliyordum. İncecik ayrıntılarla örülmüş sanatsal bir yaratı olasılığı aklımın ucundan bile geçmemişti.

Açılış sahnesi vurucuydu: Koruda sabah sporu yapan baba oğul. Kilolu, kırmızı yanaklı erkek çocuğu kan ter içinde babasına yetişmeye çalışıyor. (Daha sonra bazı eleştirileri okuduğumda böylesine açık bir söylemle başlamasına rağmen nasıl olup filmin baba oğul çatışmasına ya da çocuğun ezik karakterine indirgendiğine şaşırıp kaldım.) Eve geliyorlar. Baba ayakkabılarını çıkartıp dolaba koyarken aynı yerden aldığı terliklerini giyiyor. Çocuk da babası gibi oturarak ayakkabılarını çıkartıyor ama onun terliklerinin özel, ayakkabı altlarının sokak çamuruyla kirlenmiş bir yeri yok, henüz yok.

Ayakkabı çıkartıp terlik giyme metaforu hep aynı söylemle defalarca tekrarlandı. Babanınki çok ayrıntılı, oğlunkiyse şöyle bir gösterilerek.

Filmi özetlemeyeceğim. Görülmeli. Beni çok etkileyen ayrıntılardan bahsetmek istiyorum.

Sonradan görme, burjuva standartlarına ulaşmış bir küçük burjuva evi ancak bu kadar gerçeğe uygun işlenebilir! Mutfak küçük, eski buzdolabı köşeye sıkışmış, iki külüstür iskemlenin arasındaki tahta masaya konmuş ekmek sepetinin üzerinde işlemeli örtü var. Anne, adı anılmayan anne, kendisine ait düşüncelere dalacağı her anda o masanın başında görüntüleniyor. Asla evin başka bir bölümünde değil. Oysa salon geniş, deri kaplama koltuk takımı var. Yemek masasının sandalyeleri yine deri kaplama, kırık beyaz renkte. Anne, servisi ayakta yapıyor. Baba yemeğe başlamadan kimse başlamıyor. Patronun kim olduğu belli. Deri kanepenin bir köşesinde akşamları baba oturuyorsa da hep aynı yerde. Salonun geri kalanı, evin sahiplerinin tümüne yabancı.

Büyük oğlun evi, anne babasınınkinin neredeyse aynısı. Yalnız büfe farklı yerde duruyor. Renkler bile benzer. Mitoz bölünme gerçekleşmiş, yerleşik düzenin sorgusuz sualsiz destekleyici bir üyesi (ağabeyin karısını saymıyorum; sadece hareket eden bir dekor o) üretilmiş. İkincisi için uğraşılıyor. Sonra sırada torun var tabii. Hele Mertkan pişsin...

Mertkan'ın kız arkadaşı Gül'ün evi daha alçakgönüllüyse de işlevsel. Üstelik asıl yaşam alanı hoş. Girişte, salon olarak kullanılan bölümde zemin desenli bir halıyla kaplı. Canlı renkleriyle sıcaklık veriyor. Tek bir kanepe var. Orada oturuluyor, ders yapılıyor hatta belki yatılıyor. Yatak odasına girince her şey değişiyor. Burası neredeyse Mertkan'ın odasıyla aynı. Bu arada ayakkabı çıkartma işi, Gül'ün evinde biraz duraksamalı gerçekleşiyor. Delikanlı içeriye girince ne yapacağını bilemeden dikilirken önüne biraz sertçe konan terliklerle harekete geçip ayakkabılarını çıkartıyor. (Başkasının, özellikle bir kadının evinde belki de ayakkabı çıkartmaya gerek yok -mu?- )

Mertkan'la Gül'ün seviştikleri sahne tüm çıplaklığıyla bir çiftleşmeyi gösteriyordu. Soyunmamış, birbirlerine dokunmayan, yalnız cinsel organlarıyla birleşen gençler. Doyuma ulaşansa sadece Mertkan elbette. Boşalır boşalmaz yere kayıp oturuyor. Genelevde daha fazlasını yapacağı muhakkak. Gül nefes nefese yanına çöküyor. Adama sadece bu yolla hitap edebileceğini sezmiş. Nitekim daha ileride aklına ve duygularına ulaşma çabaları sonuçsuz kalıyor. Siliniyor. Filmdeki tüm kadınların silindiği gibi.

Alt sınıfları ezmek için yetişme yolundaki Mertkan, kimliğini gerçekleştirme sancılarıyla sarsak adımlarla ilerlerken o alt sınıfların insanları da kendi kimliksiz varlıklarının gerektirdiklerini sorgusuz sualsiz uygulayarak yaşıyorlar. Gül'den başlayayım: Deniz kenarında saatlerce oturup evinde barındırdığı küçük kızın kendini acındırarak mendil satmasına göz kulak oluyor. Üniversite öğrencisi iki genç kadın, muhtemelen ailesinin kiraladığı bir küçük çocuğun dilenmesine neden sahip çıkar ve savunur? Ev kirasının bir bölümü belki de böyle ödeniyordur. Halbuki çalışıyorlar. Kuştepe pahalı geliyorsa Bağcılar'da oturabilirler. Aynı derecede rahatsız edilirler, yol parası ise değişmez. Biraz erken kalkarlar, o kadar. Sonra Mertkan'ın parası çıkışmayınca onu arabadan indirmeyip dayılanan taksi şoförü: Baba gelip aracın penceresinden yumruklar savurmaya başlayınca sinip gaza basıyor, kaçıyor. Kapıyı açıp bir yumruk da o patlatamaz mı? Hayır, yapamıyor. Ezilmişlik çoktan sindirilmiş, özümsenmiş. Gebze'de yaptığı işin beğenilmediği açıkça söylenen inşaat işçisi: Mertkan'ı yemek yerken dışarıdan süzmekle yetiniyor. Ne lokantaya girip konuşuyor ne de yolda yanına yaklaşıyor. Fakat uzaktan takip etmekten, bunu da belli etmekten geri durmuyor. Yani filmde kimse çok saf ve masum değil.

Gebze'de Mertkan için hazırlanmış olan evden de bahsetmeden geçemeyeceğim. Bir oda cart pembe, diğeri mavi boyanmış. Sevimsiz desenli, ille de parlak kumaştan döşemeleriyle iki kanepe, beyaz naylon iskemlelerle masa, üzerinde eski televizyon... Genç patron sadece televizyonun kumlu görüntüsünden, kanalların çoğunu çekmemesinden rahatsız oluyor. Çevresindeki çirkinlik umurunda bile değil.

Mertkan'ın aile içindeki gelişimi, karakterinin baba kopyası olmak üzere evrilmesi ön planda işlenirken fonda lümpen metropol insanları gösteriliyordu. Çeşitli nedenlerle büyük kente göçmüş, tutunmaya çalışırken kurnazlığı, yalancılığı, fırsat bulunca karşısındakini kullanmayı ilke edinmiş, sıradan faşizmin değerli öğeleri haline gelmiş, birey olamamış bireyler. Film, şimdiki İstanbul'a kocaman bir ayna tutuyordu. Ayrıntılar süslenmeden, kalabalık yaratmadan, kafa karıştırmayacak şekilde serpiştirilmişti. O kadar yalındı ki sıradanın içyüzünü gösteriyordu. O kadar gerçekçiydi ki Bunuelvari bir gerçeküstücülüğe ulaşıyordu. Kasvetli miydi? Evet. Ama ayna yansıtır. Kimse yarıda çıkmadı. Demek ki yeterince sürükleyiciydi. Kalplere dokunmasını bildi.

Sinemayı sanat dili olarak kullanmak zor iş. Seren Yüce çok genç bir yönetmen. Senaryo da kendisininmiş. Böylesine başarılı bir ilk filmle başı dönerse yazık olur. İçgörüsünü yitirmeden devam etmesini umuyorum ve diliyorum.

Bana gelince: 'Çoğunluk' çıtayı çok yükseltti. Bakalım bundan ne kadar zaman sonra tekrar bir filmden Marquez okurmuşçasına zevk alabileceğim?

Hiç yorum yok: