ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

30 Nisan 2012 Pazartesi

HELSİNKİ (Buzlar ülkesinin başkenti)

Uçaktan inerken kendimi soğuğa öylesine hazırlamıştım ki kabanım sıcak geldi. Oysa hava bir santigrat derece (Nisan’ın ortasındayız), pek de hafif olmayan dondurucu rüzgar yüzüme üflüyor üstüne üstlük nem had safhada, yağmur çiseliyor.

Havaalanı tenha görünümlü. Halbuki aynı anda dolu uçak indi. ‘İşte uygarlık bu’ diye düşünüyorum. ‘Mekanı öyle düzenleyeceksin ki kalabalık dağılıp gidecek, gürültü nasıl olduğunu anlamadan emilecek, fısıltıyla konuşmaya kendini zorunlu hissedeceksin ve çıkış kapısına zorlanmadan ulaşacaksın.’ Dışarıdayım. Burnum soğuğu algılayıp akmaya başladı. Etrafa bakınıyorum. Sol yanımda sıralar ve yanlarında kül tablaları (onca uçtuktan sonra önemli); önümde, biraz ileride taksi ve otobüs durakları. Acele eden yok, bağırarak yakınlarına seslenen, koşan kimseyi göremiyorum. İnsanlar ellerinde valizleriyle sakince dağılıyorlar. Bir sigara yakıyorum. Hava hem aydınlık hem bulutlu. Şu ötede uzanan sonu belirsiz ormanın sarı yapraklı ağaçları geçen hafta gördüğüm Sibirya’da geçen Rus filmindekilerin aynısı.

Yolda taksiciyle biraz konuşup bilgi alıyorum. Helsinki’nin nüfusunun bir milyon olduğunu söylüyor. Aralık, Ocak ve Şubat aylarında ısı eksi yirmi beşle elli arasında değişirmiş. Havaysa sabah dokuz gibi aydınlanır, üç buçukta kararırmış. “Şimdi bahar, ısı arttı, günler de uzadı” diyor. “Sabah altıda aydınlanıp dokuzda kararıyor. Temmuz’da dört buçukta gün ışır, gece on ikiye kadar aydınlıktır. Kuzeydeki bölgelerde kışın üç ay hep karanlıktır. Yazınsa tam tersi, üç ay hiç hava kararmaz. Oralar hala kar altında. Mayıs sonundan önce baharı göremeyecekler.” Yorum yapmıyorum ama içimde burada yaşayanlara karşı ılık bir acıma duygusu kabarıyor. Çok ama çok zor bir doğada var olma savaşı veriyorlar.

Otelim bir hostel. Fena değil, idare eder fakat pahalı. 2012 Helsinki’nin Avrupa tasarım başkenti olduğu yıl. Üstelik öyle bizdeki gibi bol bol bina olmadığına dair de bilgi sahibiydim. Buna rağmen kongre kaydımı geç yaptırdım, topu topu bir ay önce. Sanırım bir hafta daha tereddüt etseymişim yer bulamayacakmışım. Kapının önünde biraz oyalanıyorum. Saat iki olmalı ki içeriye girebileyim. Yağmur damlaları arada savrularak yüzüme vururken yabancılığımdan kurtulmak için bakınıyorum. Yollar düzgün parke taşlı. Trafik sakin. Tek tük yaya var, ortalık terkedilmiş gibi. Binalara göz gezdiriyorum. Genellikle tuğla döşemeleriyle, kendi doğal renklerinde bırakılmışlar. En yükseği beş katlı. Çatılar sivri ve düzgün kiremitli. Hepsi birbirine uyumlu. Ancak bir arada oldukları zaman güzel görünebilecek bir bütünlük sergiliyorlar. Pencereler küçük, hepsinin perdeleri ardına kadar açık, çoğunun pervazında (içeride) çiçekli saksılar var. İsveç’te, Göteborg’da da aynı şeyi görmüştüm. Perdeler, saksılarla bezenmiş pencereleri gece gündüz kapatmıyor.

Yerleşip biraz dinlendikten sonra aynı otelde kalan arkadaşımla birlikte keşif gezisine çıkıyoruz. İçime ikinci kat kazağımı giydim, atkımı sardım, şapkam başımda, eldivenlerim ellerimde, kabanım sırtımda. Yağmur hızını azalttı, şemsiye açmaya gerek kalmadı. Sokağımızın devamından ilerliyoruz; işte Baltık denizi! İsveç’ten gelmiş dört katlı, kocaman bir yolcu gemisi limana demirlemiş. Lokanta-bar olarak kullanılan küçük tekneler, adalara giden feribotlar mendireğin içinde. Öyle az insan var ki dolaşan, inanılır gibi değil. Güzel bir meydandayız. Bir yanımız deniz, diğer yanımız kent. Birkaç derme çatma görünümlü seyyar dükkan toparlanma aşamasında. Geyik postları ve kürk şapkalar dikkatimi çekiyor. Burası daha sonra keşfedeceğimiz açık Pazar ama saat dört buçuk şimdi, demek ki kapatma zamanı.

Kongre otelini bulduk. Çok zevkli bir bina. Tam karşısında ise kongre merkezi; otelin toplantı ünitesi olarak inşa edilmiş. Kaldığımız otele taş çatlasın yüz elli metre mesafede. Bu iyi işte, sabah erkenden koşuşturmak zorunda kalmayacağız. Çevredeki büyük caddelerin birinden diğerine geçip ara sokaklara girip çıkarak üç saat kadar dolaşıyoruz. Büyüğü ve küçüğüyle iki market keşfediyoruz hem de otelimize yakın. İyi, aç kalma korkumuz kalmadı. Bir kafede soluklanıp Fin kahvesi (bildiğimiz filtre kahve) eşliğinde buraya has biri somonlu, diğeri sebzeli iki hamur işi ısmarlıyoruz. Nasıl anlatsam… Nötr kelimesinin gerçek karşılığıydılar. Sevmedim diyemeyeceğim ama sevdiğimi de söyleyemeyeceğim.

Otele döndük. Dış kapıdan girer girmez soğuk kayboldu. Yarım metre kalınlığında izolasyonlu tuğla duvarlar, beş santimlik camlar (abartmıyorum) ve korunaklı çerçevelerle ısı kaybını neredeyse sıfıra indirmişler. Kaloriferler ılık. İyi ki öyle yoksa sıcaktan bunalırdım.

Saat sekiz buçuğa kadar bekledim, alacakaranlık olmadı. Hava saat ikide nasılsa aynen öyle aydınlık. Akşam yemeğini gün ışığında mı yiyeceğiz yani? Acıktım. Gelirken 2011 yılının en iyisi seçildiği girişinde yazan lokanta dikkatimi çekmişti. Fiyatları diğer lokantalardan daha pahalı değil. Arkadaşımla orayı deneyeceğiz. Tekrar sarınıp büründüm; çıktık.

Deniz kenarındaki mekanın girişi kafe gibi düzenlenmiş. İçerisi mis gibi kahve kokuyor. Dört metreden daha yüksek tavanlı, ferah bir yer. Lokanta kısmında ahşap dekorasyon hakim. Her şey çok sade ve çok şık. Yere kadar uzanan camlı bölmenin gerisi mutfak. Yemekler göz önünde hazırlanıyor. Diğer yandaki camdansa Baltık suları görünüyor. İçerisi alacakaranlık, dışarının aydınlığı yok edilmiş. Elma ve kabağın püre haline getirilip sütle sulandırıldığı çorbayı pek tutmadım. Şarapta bekletilerek Fin usulü pişirilmiş yaban ördeği ile Fin birası ise güzeldi.

Saat onda lokantadan çıktık. Hava kararmış ama bildiğimiz karanlık değil, beyaz bulutların ilerlediği pek de güzel görünüyor. Şöyle bir denize doğru yürüyelim, genişçe bir tur atıp otele sonra dönelim dedikse de bunun pek iyi bir fikir olmadığını üç adımda anladık. Baltıktan esen dondurucu rüzgar içimize işleyip yüzümüze öyle bir şamar savurdu ki sırtımızı dönüp neredeyse koşarak hostelimize vardık. Doğa çok sert burada, bildiğimiz ağır aksak akşam yürüyüşü falan yapmaya izin vermiyor.

Odama girdikten sonra hiç üşümedim. Gece yarısına kadar oturup yerel televizyon kanallarını izledim. Reklamlar öyle bizdeki gibi çeşitli ve ileri derecede yaratıcı değil, daha çok ürünü tanıtıp bırakıyor. Birkaç dizi gözüme çarptı ama Fince oldukları için anlayamadım. Amerikan filmleri burada da revaçta anlaşılan; Fince alt yazı ile orijinal dilinde yayınlanıyorlardı. Haberler gerçek haber şeklinde, bir sonra söylenecek olanın ön görüntüsü falan verilmeden, araya reklam sokulmadan birbiri ardı sıra sunuluyor. Uykum geldiğinde saat bir olmuştu. Dışarıya baktım; bildiğimiz karanlık nihayet gelmiş. Perdelerimi kapatırken arkalarının kalın naylon kumaşlarla kaplı olduğunu gördüm. Uyuyanların erkenden aydınlanacak günden etkilenmemesi için olsa gerek diye fikir yürüttüm.

Sonraki yağmursuz ve az rüzgarlı (ama aynı derecede soğuk) günlerden birinde yine aynı arkadaşımla birlikte beş saatliğine kongreyi kırdık ve birer toplu taşıma kartı alıp tramvayla tüm kenti kıyı bucak dolaştık. Helsinki’de raylı sistem hem yeraltında hem yer üstünde işliyor. Ayrıca otobüsler de var. Metroyu boş verip yeşil tramvaylarla (yazın bunlara bir de kırmızısı ekleniyor, kahve veya bira ikramı eşliğinde kent gezisi düzenleniyormuş) banliyölere kadar gittik. Merkezden uzaklaştıkça nispeten daha mütevazi diyebileceğimiz semtlere ulaştık fakat buradaki şehirleşme de düzenliydi. Çoğu bahçeli, sırt sırta vermiş iki katlı evler ve az katlı apartmanlar, sık, küçük, sevimli parklar, sebze-meyve yetiştirmek için hazırlanmış ufak tarım alanları… Sibelius parkındaki modern heykel çok dikkat çekiciydi. Tramvayların içinde pencere kenarlarındaki tutamaklara asılı gazeteliklerde metro dergileri var. İsteyen alıp okuyor sonra yerine koyuyor, isteyen daha sonra okumak üzere bir tanesini çantasına atıyor. Tramvay makinistleri (şoförleri mi demeliyim yoksa?) üniformalı değil. Saçlarını punkçu gibi kestirip kulağına üç küpe takmış olanı en dikkat çekicisiydi. Son durakta herkes inince o da indi ve bir sigara yaktı. Yanına gidip nerede olduğumuzu sordum, bekleme kulübesinin iç kısmına asılmış haritadan yerimizi gösterdi. Çok güleryüzlüydü. Ondan in, diğerine bin derken yönümüzü kaybettik tabii. Herhangi bir durakta bekleyen herhangi bir yolcuya Baltık kıyısına nasıl gideceğimizi sorduk. Kaç numaralı tramvaya binmemiz gerektiğini kibarca söyledi ve kenarda asılı olan tabelaya bakmamızı, orada bizim bineceğimiz tramvayın kaç dakika sonra geleceğinin yazdığını belirtti. Tüm duraklarda bu elektronik cihazlardan mevcut. Tramvaylar geç kalmıyor ama bazen yarım dakika kadar erken geldikleri oluyor. O zaman sensörler algılıyor ve zamanı sıfırlıyor. Bu arada kentte yeni bina inşaatı hiç gözüme çarpmadı. Sadece üç restorasyon çalışması gördüm. Çevreleri güvenlik çemberine alınmış ayrıca örtülmüşlerdi. Toz toprak olmuyor. Kaldırımlardaki tek kirlilik sigara izmaritleri. Finliler bizim kadar sigara içiyorlar ve tıpkı bizim gibi izmaritlerini yere atıp yürüyüp gidiyorlar.

Tramvay turundan sonra acıktık. Toplantıya gitmeden önce ilk gün kapanışına denk geldiğimiz açık pazara girmeye karar verdik. Hediyelik eşya dükkanları cıvıl cıvıl. Bugün rüzgar az ya, insanlar ortalığa çıkmış. Tahtadan yapılmış birkaç küçük, sevimli geyik figürü aldım. Ayı yontucusuyla karşılaştım, sohbet ettim (bir önceki yazıda anlatmıştım). Derken yiyecek içeceğe ayrılmış alanlardan birinde, kenardaki kamyonetin üzerinde ‘Lapland’den gelen balıklar’ diye bir yazı dikkatimi çekti. Yemeği hazırlayan kadın otuzlarında, zayıf, çok esmer ve çekik gözlü. Bir Suomi (Eskimo). Arkadaşım sütlü somon çorbasını denerken ben de yanında garnitür olarak hem kızarmış hem haşlanmış patates bulunan kocaman bir dilim kuzey somonu yedim; çok lezzetliydi. Ekmek olarak koyu renkli peksimetlerden istediğimiz kadar alabildik. Tek kullanımlık tabak, kase, çatal, bıçak ve kaşıklarımızı ise çöp kutusuna attık; bitti. Orada, o öğlen vaktinde, Baltık kıyısında, tahta, uzun masanın derme çatma sırasına oturup kabanım, şapkam ve eldivenlerimle buz gibi fakat pırıl pırıl açık havada kutup çizgisinden gelmiş yerli kadının hazırladığı yemekle doydum. Bir kez daha dünyanın çok renkli olduğunu düşündüm.

Kongrenin düzenlediği şehir turu otobüsle ve rehberliydi. Gezdirdikleri yerlerin yüzde seksenini bizim tramvay turundan zaten tanıyordum. Fakat rehberin anlattıkları ilginçti.

Finlandiya’daki beş milyon nüfus aynı anda sıcak banyo yapmak istese herkese yeterli gelecek binlerce kaplıca varmış. Tüm Finliler en az haftada bir gün kaplıcaya giderlermiş. Otel veya apartman yapılmadan, plaj alanı düzenlenmeden önce Fin hamamı inşa edilirmiş. Helsinki çevresindeki göl sandığımız durgun sular, Aralık ve Ocak aylarında buz tutan denizin oluşturduğu lagünlermiş. Büyücek birinde bazı yaşlılar yeni yıla girerken yüzer ve bunu sağlıklarını devam ettirmek için yaptıklarını, gençleştiklerini iddia ederlermiş. Zorunlu eğitim kesintisiz dokuz yıl olup okula başlama yaşı yedi, temel eğitimi bitirme oranı ise yüzde yüzmüş. Bundan sonra üç yıl lise ve daha sonrasında gençlerin yönelimlerine göre meslek okulu veya üniversite tercih ediliyormuş. İlköğretimin üçüncü sınıfından itibaren yabancı dil eğitimine başlanıyor ve ilk öğretilen dil İngilizce oluyormuş (tramvay makinistinden ayı yontucusuna kadar neden herkesin düzgün gramer ve aksanla İngilizce konuşabildiği böylelikle açığa çıktı). Beşinci sınıfta İsveççe başlıyor, lise düzeyindeki öğrenciler seçmeli olarak üçüncü ve dördüncü dilleri de öğrenebiliyorlarmış. Finlandiya iki yüz elli sene önce İsveç’ten ayrılmasına rağmen hala halkın yüzde altısının ana dili İsveççeymiş. Kitap okuma oranı çok yüksek olup (Japonya’dan sonra dünya ikincisi) önünden geçtiğimiz sekiz katlı kitapçıda otuz bir dilde ve her konuda kitap bulmak mümkünmüş. Eğer mevcut olmayan dillerden bir esere ulaşmak isteniyorsa ısmarlanabiliyor, bir hafta içinde de getirtilebiliyormuş.

Bütün bunlara ne yorum yapabileceğimi bilemedim. Galiba başka bir boyutta yaşıyorlar.

Son gün hava güzeldi. Isı dört santigrat dereceye ulaşıp bir de Cumartesi’ye denk gelince Finliler kapalı mekanlardan çıktılar. İncecik pardesüler giyip düğmelerini açtılar. Ben hala kabanımlaydım ama atkımı gevşetip şapkamı ve eldivenlerimi çıkartmıştım. Kafelerin önüne masalar kondu, dondurmacılar satış yapmaya başladı. Kongre bitmişti artık, yarım gün dolaşmaya fırsatımız vardı. Şu herkesin çıktığı binaların içini görelim dedik ve mükemmel düzenlenmiş alışveriş merkezleri, ayaküstü yeme içme yerleri, iğne atılsa yere düşmeyecek kadar dolu kitapçılar keşfettik. Bir kafede klasik müzik konseri veriliyordu, kahvelerimizi yudumlayarak dinledik. Dört gündür içinde yaşadığım kentin sakinleriyle herhangi bir hafta sonunun keyifli birkaç saatini paylaşmak iyi geldi.

Finliler diğer kuzey Avrupa ülkelerinin insanları gibi soğuk değiller. Çok uygar ve ölçülüler ama sıcakkanlılar. Sohbet etmekten hoşlanıyorlar. Irkçılık lehine hiçbir şey görmedim. Başları acımasız doğayla dertte, o kadar. Bunu da kongrede bile buzlu su ikram ederek, yeni yıla girerken buzlu suda yüzerek veya tam tersi durmadan Fin hamamına giderek falan aşmaya çalışıyorlar. Şu biyoritmi bozan uzun aydınlık ve karanlıkla nasıl baş ettiklerini ise pek anlayamadım. Tevekkülle kabullenilebilecek kadar kolay bir durum değil doğrusu. Fakat belli ki memleketlerini seviyorlar ve gelişmeyi hayatın anlamı olarak algılıyorlar. Sanatseverler. Helsinki’nin ondan fazla konser salonunda Kasım’dan Mayıs’a kadar her gün ayrı bir klasik müzik konseri veriliyormuş. Kent duvarları zevkli süslemelerle dolu. Kongre açılış kokteylinin düzenlendiği salondaki etkileyici mermer heykeli de anmadan geçemeyeceğim.

Buradaki insanlar tüm dünyayı tanımak istiyorlar. Açık yürekli ve iyi niyetliler.

Tek bir polise rastlamadığımı (trafik polisi dahil), tek bir ağız dalaşı veya kavgaya denk gelmediğimi, spor amaçlı olanlar hariç koşan, acele eden insan görmediğimi, korna sesi duymadığımı yazarak bitirmek istiyorum.

Darısı başımıza!

25 Nisan 2012 Çarşamba

AYI YONTUCUSU (Finlandiya'lı ahşap heykel ustası)

Uzun zaman geçmiş, bloğuma tek kelime yazmamışım. Çeşitli gerekçelerim olabilir elbette; bahane bulmak o kadar da zor değil. Ama burası var olduğumu bana hissettiren beynimin bazı üretimlerini sergilediği bir yer. Bu kadar da boş bırakmak olmaz ki!

Profilime yazdığım cümleleri okudum, duygulandım. Günlükten söz açmışım. Hiç günlük tutmadım, doğru, burada belki başlarım diye düşünmüşüm. O sözcükleri seçerken samimiydim. Hadi bakalım, biraz cesaret!

Bir hafta önce kongre nedeniyle Helsinki’ye gittim. Baltık kıyısında, kuzeyden esen dondurucu rüzgarın altında atkım, şapkam, eldivenlerim, kabanımla dolaşırken açık pazara girdim. Eskimoların derme çatma kulübelerde tertemiz ayıklayıp pişirdikleri Lapland somonunu tattıktan sonra hediyelik eşya tezgahlarını dolaşırken bir ayı yontucusuyla karşılaştım. Bizim seyyar satıcıların Finlandiya’daki meslektaşlarından biriydi. Kumral, sakallı, uzun yüzlü, durgun tavırlı, altmışlarında bir adam. Bir santigrat derecede ince rüzgarlığının önü açık, içindeki yıpranmış kazak pek de kalın görünmüyor. Elinde kocaman bir bıçakla oralarda yetişen bir ağacın odunundan minik ayılar şekillendiriyor. İlgimi çekti, fiyatlarına baktım; pahalı. “Neden?” diye sordum. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:

“Tahtadan ayı heykeli yapma sanatı Finlandiya’nın bin yıllık geleneğidir. Ama şimdilerde bunu devam ettiren iki üç kişi kaldık. O nedenle pahalı.”

“Özelliği nedir?”

“Hepsi oturmasına rağmen hiçbirinin yüz ifadesi ve oturma şekli birbirine benzemez. Burunları, gözleri, kulaklarının ve pençelerinin uçları siyahtır fakat boyanmazlar. Özel fırınlarda renklendirilecek şekilde ısıtılarak böyle olurlar. Heykellerin altında yapanın adının baş harfleri yazılıdır. Ayı Finlandiya’da çok önemli bir figürdür. Barışı simgeler. Oturuşu sükunet telkin eder. Bizler ondan örnek almışızdır. Hepimiz sakin insanlarız.”

“Ayıyı tehlikeli bir hayvan olarak tanıyorum. Bu yorum çok ilginç.”

“Gerçekten tanımadığınız için öyle düşünüyorsunuz. Siz nereden geldiniz?”

“Türkiye’den.”

“Türkiye nerede?”

“Akdeniz kıyısında. Yunanistan’ın yanında.”

“Ah, anladım, İstanbul’un olduğu yer!”

“Doğru.”

“İstanbul çok ilgi çekici bir kent, biraz okudum. Bizans, Osmanlı sonra batı işgali ve Cumhuriyet… Uygarlıkların üst üste geliştiği, birbirinden etkilediği, birbirinin etkisiyle şekillendiği belki de en önemli merkez. İki film izledim. Biri yerli televizyon kanallarından birinde yayınlanan uzunca bir belgeseldi. Renkliliğine ve karmaşık insan yapısına hayran kaldım. Diğeri ise sinemada, belki siz de görmüşsünüzdür, ‘Yalnız Gezegen’. Pek çok kişi politik açıdan değerlendirdi ama ben onlar gibi düşünmüyorum. Mekanın güzelliği ve farklılığı açısından baktım. İnsanda görme isteği uyandırıyor.”

“Belki bir gün gelip görürsünüz.”

“Tabii, neden olmasın? Karım gitti zaten, gördü. Evde de pek çok İstanbul resmi var, epeyce fotoğraf çekmiş. Önümüzdeki yıllarda yaz tatili için ben de planlıyorum.”

Bu konuşmayı İngilizce yaptık. Sonuçta bir ayı aldım tabii. Küçük, şeffaf bir naylon torbaya koydu, elime tutuşturdu. Gülümseyerek ve birbirimize iyi günler dileyerek ayrıldık. Kongreye birlikte geldiğimiz arkadaşımın İngilizcesi yeterli olmadığı için sohbete katılamadı üstelik konuşulanların yarısını da maalesef anlayamadı.

Yılda bir kez ve her seferinde Avrupa’nın değişik kentlerinde yapılan uluslararası toplantımızda elli dört ülkeden katılımcılar vardı. On sekiz ülke bildiriyle katılmıştı ve bunların arasında Türkiye sonuncu sıradaydı. Çoğunu kıdemsiz uzmanlık döneminden tanıdığım, şimdi profesör olmuş arkadaşlarım elleri boş gelmişlerdi. Ben mi? Üç yıl öncesine kadar epeyce çalışma götürdüm. Artık bir poliklinik doktoruyum. Bilimsel çalışma uygun ortam ister. Kongrelere (böyle seçkin toplantılara tabii, hepsine değil) bilgi tazelemek için gidiyorum.

Dönüşte bazı meslektaşlarım aktarma ile ülkemizin sıcak bir kentindeki başka bir kongreye gidiyorlardı. Çoğunun orada konuşmaları varmış. Onlara iyi yolculuklar diledim, bavuluma koyduğum ayımla birlikte evimin yolunu tuttum.

Toplumların gelişmişlik düzeyleri tek tek vatandaşlarının gelişmişlik düzeyleriyle çok bağlantılı. Bizdeyse… Körler ve sağırlar, birbirini ağırlar.