ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

28 Şubat 2011 Pazartesi

EMİNÖNÜ

Hep uzak kentlerde ya da ülkelerde dolaşacak değilim elbette, yaşadığım diyarda da geziyorum. Böyle dediğime bakmayın, hemen inanmayın, arkamdan itip "fotoğraf çek" diyen olmasaydı kışın o ahmakıslatanlı, soğuk, rüzgarlı Pazar gününde dünyada evden dışarıya çıkmazdım.

Görev duygusu yüksek öğrenci ruhlarımızın rehberliğinde, arkadaşımla birlikte Kadıköy'den Eminönü vapuruna bindik. Öğrenciliğin yaşı yok üstelik insanı genç tutuyor, herkese tavsiye ederim. Üzerimizde kalın montlar, şapkalar, eldivenler, şemsiye, bir de ellerimizde küçük dijital kameralarımız tabii. İkimiz de amatörüz. Hele ben... Çoğu yere giderken fotoğraf makinemi bile unuturum. Makineyi alsam yedek pilim bulunmaz, ne çekeceğimi bir türlü bilemem. Bu kez donanımım tam. Dört tane yedek pilim hazır. Çıkmadan önce makinemi kontrol ettim, çalışıyor. İçinde dolu boş yer var. Eh, düğmeye basmayı da becerebildiğime göre sorun yok sayılır.

Konuyu hafta içinde belirlemiştim. Dilencileri çekeceğim. Yıllar önce Eminönü'nde mekan tutmuş bir dilenci hastamın anısını yaşatmak istiyorum. Kronik osteomiyelit nedeniyle bacağını ampute etmek zorunda kalmıştım. Taburcu olduktan birkaç ay sonra herhangi bir nedenle Eminönü'ne vapurla geçtiğimde karşılaştık. Nehir gibi akan insan kalabalığının şaşkın bakışları önünde elindeki tahtaya dayanarak seke seke koşturup elime sarıldı, engelleyemedim, öpüp başına koydu. Güdüğünü tümüyle açıkta bırakmış, sergiliyordu. "Çok teşekkür ederim hocam, sayenizde işlerim açıldı. Eski bacağım kokuyordu, kimse bakmak istemiyordu, şimdi çok iyi. Allaha şükür rızkımı çıkartıyorum. Şu köşede duruyorum. Gelin bir çay ikram edeyim" demişti. Acele ediyordum herhalde ki davetini kabul edememiştim. Sonra uzun zaman vapurla Eminönü'ne geçmedim ve ona da bir daha rastlamadım. Şimdi nerelerdedir acaba?

Hikayemi arkadaşıma anlatırken vardık. İskele verildi, indik. Şöyle bir etrafa göz gezdiriyorum, hiç dilenci yok. Ortalık tenha sayılır. Hem Pazar hem de soğuk. Rüzgar kamçı gibi vuruyor. Hava suratsız, kapanık. Olsun, dolaşır bakınırız. Genel görünüm çekeriz.

Yolun karşısından başlamaya karar veriyoruz, Eminönü Camii'nin kıyılarından. Kestaneciler tek tip arabalarıyla biraz sıkkın, bekliyorlar. Ayakkabı boyacıları uyumak üzere. Kuşlar az, yağmurdan kaçmışlar. Zaten onları beslemek için yem atan da yok gibi. Mısır Çarşısı'na gelmeden, hemen caminin yanında bir sokak gözümüze çarpıyor. Parke taşlı, dar, canlı. Girişinde 'Tohumcular Çarşısı' yazıyor. Utanıyorum söylemeye ama ben burayı şimdiye kadar hiç görmemiştim. Dalıyoruz elbette.

Yüzlerce çeşit çiçek tohumunun yanında kurutulmuş otlar, naylon torbalarının üzerine değişik hastalıklara iyi geldiği yazılmış bazıları bildik, çoğunun adı sanı belirsiz bitkiler, çaylar... Turşucu! Belki otuz çeşit turşu var. Ağzımız sulanıyor. Zeytincideki renkler mükemmel. Hele bidonlarının içinde kıvrım kıvrım oynaşan iri sülüklere ne demeli? Müşterisi bol bir yer. Bilen İstanbullular kimbilir hangi semtlerden gelip alışveriş yapıyorlardır. Örneğin kalp ve damar çayını almak için Beykoz'dan buraya yolculuk eden olabilir. Sülük ihtiyacı nedeniyle Silivri'den gelinebilir. Burası hem çok gerçek hem de gerçeküstü bir yer.

İkinci durağımız Mısır Çarşısı. Kapısında bizi o tanıdık, hafif iç gıcıklayan baharat kokusu karşılıyor. Kubbeli, yüksek tavanlı yapısına bir kez daha hayran oluyorum. Bu tatil gününde bile kalabalık. Burada fotoğraf için malzeme çok. Epeyce çekiyoruz. Arkadaşım bir dükkanın sakallı, takkeli, şalvarlı sahibini de resme dahil etmek istiyor ve izin almak için yaklaşıyor. Tabii ki reddediliyor. "O amcayı ikna edebilseydim keşke!" diye dönene kadar söylendi. Amca dediği, olsa olsa otuzlarının ortasındadır. Böyle giyinince yaşlı görünmemek olanaksız.

Yine dışarıdayız. Titrerken fotojenik bir sokak buluyoruz. Tüm açılardan güzel görüntü veriyor. Arnavut kaldırımlı, eski taş binalarla dolu, hoş bir açıklığı var. İlerideki hafif kıvrımıyla Doğubank'a doğru uzanıyor. Ona değil de yanındakine sapıyoruz. Kurukahveci Mehmet Efendi'ye varıp taze kavrulmuş kahve kokularını içimize çekiyoruz. Konyalı kapalı. Diğer lokantalar da. Demek ki buralardaki yiyecek dükkanlarının esnafı tok. Hafta içi iyi kazanıyor olmalılar ki Pazar günü tatil yapabiliyorlar.

Peynircilerin önünden arkadaşımı zorla uzaklaştırıyorum. Peynire bayılıyormuş. Ama hangisi iyi, bilemeyiz ki! Üstelik elimizde peynir paketleriyle fotoğraf çekmek de hayli zor olacak. Bir de şemsiye idare ediyoruz üstelik.

Buralara gelmişken gara uğramadan olmayacak. Bugün Sirkeci'den bir yere giden yokmuş gibi bir izlenim edindim. Bilet gişeleri boş. Trenler yan yana dizilmişler, sessizce bekliyorlar. Sadece bir tanesinin ışıkları yanıyor. Binip inen yolcular ancak hayal edilebilir. Yüksek tavanlı, ıslak taşlı, sütunlu peron, sonsuzluğa açılan kapıya benziyor.

Çok üşüdük. Hem ısınmak hem de bir dükkanı içten gözlemek için arkadaşımın bildiği bir şapkacıya giriyoruz. Sahiplerinden olduğu belli, güler yüzlü, genç bir kadın bizi karşılıyor. İçerisi her çeşit şapka, kravat, gömlekle dolu. Hem çok karışık hem çok düzenli. İkimiz o eşyaların arasında kaybolabiliriz ama belli ki satıcı her şeyin yerini biliyor. İstanbul'un seksen senelik gayrimüslim esnaflarından. Dedesinin işini sürdürüyor. Mükemmel İstanbul Türkçesiyle bir yandan duyduğu ve hatırlayabildiği geçmişi anlatırken boş durmayıp her ikimize de sudan ucuz birer yün şapka satıyor. Sokakların tümüyle trafiğe kapatılmasından yakınıyor. Bu yöre Fatih Belediyesi'ne bağlanmış ve araç girişi yasaklanmış. Mal getirmek büyük dert olmuş. Otopark sıkıntısı da olduğu için ne yapacaklarını şaşırmışlar. "Uygar ülkelerde metro var, hallediliyor. Altyapıyı tamamlamadan değişiklik yapıyorlar, acısını biz çekiyoruz" diyor. Fikrimizi soruyor, kararsız kalıyoruz. Burada yaşayan ve çalışanların daha iyi bileceğini söylüyoruz. "Soran yok ki!" diye sitem ediyor.

Tekrar deniz tarafına geçiyoruz. Boşalan vapurlardan çıkanları, sıra sıra taksileri, yalnız veya grup halindeki balıkçıları, Galata köprüsünü, kirli, kurşuni denizi, yarısı siste kaldığı için terkedilmiş izlenimi veren vapuru çekiyorum. Tüm gelip geçen insanlara öyküler uyduruyorum. Büyük kent hikayesinin bu yöredeki parçalarını görüntülüyorum. Kendimi gerçekten İstanbullu olarak hissediyorum. Eşsiz tarihi dokusu, mükemmel çizgileri olan bu şehirde kalabalığa karışıp kaybolabilen, kalabalığın parçası olduğunu bilen, kalabalığı gören, burnu kızarıp tepeden tırnağa ıslanmış herhangi bir kişi. Güzel duygu.

İki buçuk saatin sonunda tekrar Anadolu yakasına geçiyoruz. Kadıköy'deki lokantaların hepsi açık. Finali, sohbete katık ettiğimiz ekmek arası kokoreç ve birayla noktalıyoruz. İkimiz de verimli bir gün geçirdiğimiz konusunda hemfikiriz. Resimlerimiz hazır, ödevimizi yaptık, sıra kolajda.    

Hiç yorum yok: