ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

EJDERHANIN DİLİ VE DOLAYLARI (ASO - JAPONYA)

Metrodan aktarmayla banliyö trenine binerek arkadaşımın evine gittim. Karısı beni kapıda karşıladı. Ne sevimli kız! Önceden görüşmüştük hatta onlarda yatıya kalmıştım. Birbirimizden hoşlanmıştık. Aynı tatlı duygu sürüyor.

Japonlar, uygarlık gereği programlı yaşamayı tercih ediyorlar. On gün öncesinden çıkacağımız yolculuğun haberini vermişlerdi. İsteyip istemediğimi sormuşlardı elbette. "Memnuniyetle" diye yanıtlamıştım. Gece konaklamalı hafta sonu gezisi. Çalışma arkadaşımın kız kardeşi, eşi ve yeğenleri de bizimle birlikte gelecek. O aileyi özellikle seçtiler, eminim. Bacanak, iki yıllık Amerika eğitiminin ardından mükemmel İngilizce konuşuyormuş, anlaşma problemimiz olmayacak. İki erkekle ben aynı meslekteniz; sohbet akıp gidecek hem kadınlarla dilediğimiz gibi hem erkeklerle hayatın çatışmalı yüzüne dair.

Fukuoka'dan çıktık. Diğerleri bize Saga sınırında, kornaya dokunup peşimizde olduklarını belirterek katıldılar. Arabada müzik güzel, klima çalışıyor, yabancılık hissi yok, her şey iyi. Kyushu'nun subtropik doğasında, Haziran başının nemli sıcağında, pürüzsüz otoyolda adanın aktif volkanları barındıran göbeğine, güneye doğru ilerliyoruz. Pek konuşmuyoruz. Manzarayı seyrediyorum. Ormanlar, olmazsa olmaz pirinç tarlaları, seyrek çiftlik evleri, uzun tüneller... Yol çizgileri yeni çizilmişçesine bembeyaz ve parlak. Tüm trafik işaretleri, en dalgın sürücünün bile dikkatini çekecek kadar belirgin, büyük. Üç şeritten akan araçlar hızlarına göre sıralanmış, hatalı sollayana rastlanmıyor. Pencereyi aralıyorum. İçeriye ıslak yaprak kokulu ılık havadan memnun ağustos böceklerinin koro halindeki bağırışları doluyor. Bu müzisyenler buralarda ne kadar da erken gelişiyorlar!

İki saatlik sükunet hepimize fazla geldi, uyku bastırdı. Ayrıca sabahleyin zamandan kazanalım diye alelacele atıştırmıştık; acıktık. Elinde tabak ve fincanla gülümseyen önlüklü genç kız figürüyle işaretlenmiş mola yerine sapıp durduk. Peşimiz sıra kız kardeş ve ailesi de geldi. Tanışma faslı! Gülümsemeler, eğilerek verilen selamlar, el sıkışma... Alçakgönüllü ve sıcak insanlar. Üç çocuğun en büyüğü dördüncü sınıf öğrencisi abla, ikincisi yedisinde, ön dişlerinden biri çıkmış, diğeri sallanan erkek, minikse daha iki yaşında, badem gözlü, uzun kirpikli bir kız. Şimdiden gövdesini saz gibi bükerek selamlaşmayı öğrenmiş. Dayanamayıp yanaklarından öpüyorum. Büyükler gülüyorlar.

Yeni dostlarla çabuk kaynaştık. Erişte çorbalarımızı hızla bitirip haritamızı açtık. Plan, Aso yanardağının zirvesine yakın bir platoya ulaşıp aktif kraterinin içine bakmak. Geceyi vadideki dağ evinde geçireceğiz. Ertesi günse Kumamoto eyaletinin kırsal bölgelerini keşfedip döneceğiz. Arkadaşımla kız kardeşi Kumamoto'lu. Aso'nun eteklerindeki geniş, verimli ovada, dağla aynı adı taşıyan kasabada doğup büyümüşler. Volkanın yerleşim yerine kadar taş, toprak, kükürtlü gaz püskürttüğünü anımsıyorlar. 2001 yılındayız, 1994'de kükremiş. Çok heyecanlıyım! Dünyanın içindekileri kustuğu ağızlarından birini gözlerimle göreceğim! Peki, Japonlar bu denli tehlikeli yerlerde barınmaktan korkmuyorlar mı? Şaşkınlıkla: "Hayır!" cevabını alıyorum. Onlar için doğanın kıpır kıpır olması olağan. Tehlike sadece dağlarla sınırlı değil zaten. Depremler, tayfunlar, arada tsunami olasılığı... Türkiye'de hiç aktif volkan bulunmamasına ise onlar şaşırıyorlar.

Yemekten sonra otoyolu terkedip Aso'ya tırmanan devlet karayoluna saptık. Her dağ yolu gibi sık ve keskin virajlı. Asfalt bakımlı, iki aracın yan yana geçmesine izin verecek ölçüde geniş. Barikatlar eksiksiz, işaretler dikkat çekici. 'Önce güvenlik' düşüncesi çok belirgin. Yükseldikçe manzara değişmeye başladı. Ağaçlar seyreldi, toprak koyulaştı. Sonunda uzun bitki kalmadı; sadece çalılar. Onların da tükendiği yerde yol genişleyip bitti.

Çıkıp etrafa göz gezdiriyorum. Dağın üçte ikisini ancak tırmanmışız. Devamı tepemizden bakıyor. Çıplak ve haşmetli. Yerler camın ardından gördüğüm gibi değil, karanlık kum. Aralarında siyah çakıllar ve çalılaşmaya çalışıp başaramamış bitkiler var. Arkasını kayalara yaslamış binayla dönerek yükselen teleferik hattı tam karşımızda. Bundan sonrası için teleferiğe bineceğiz.

Kapıdan girer girmez ilk dikkatimi çeken, uyarı levhası. Japonca'dan başka birkaç batı dilinde de yazılmış. Kalp, akciğer hastalığı olanların, solunum yolu enfeksiyonu geçirenlerin yukarıya çıkmamasını öğütlüyor. Yanındaki monitörden nem ve zehirli gaz oranlarını öğrenmek mümkün. Değişip duruyor. Şu anda tehlike sınırının altında olduğunu yeşil renkten anlıyorum.

Volkanın açık ve köpüren ağzı tam dorukta değil, biraz yanda. Kısmen küçük bir krater. Uzaktan dağa geniş gövdeli bir vazo görünümü veren ortadaki asıl büyük krater üç yüz yıl önce püskürmüş ve sönmüş. Aso çok yüksek sayılmaz, bin metrenin biraz üzerinde. Yaygın, şişman, yumuşak kıvrımlı.

Biletlerimizi alıp teleferiğe bindik. Kabin büyük, içeride otuz kişi kadar varız. Yukarıya çıkarken yön değiştirdik, binayla önündeki arabalar kayboldu. Koyu kahverengi kayaların yanından geçiyoruz. Bazı kısımları farklı tonlarda katmanlardan oluşmuş.

On dakika sonra vardık. Kapılar açıldığında önce kükürt kokusuyla karşılaştık. Çok keskin olmasa da hafifçe göz yaşartıyor. Zemin, kahverengiyle siyah arası kum. Eğilip avucuma alıyorum. Toz kadar ince, biraz yapışkan. İçinde kara pırıltılar saçan tanecikler barındırıyor. Artık çakıllar yok. O tuhaf bitkiler seyrek de olsa oradan buradan başlarını çıkartmışlar, ortalığa biraz renk katmaya uğraşıyorlar. Ama öyle cılızlar, yeşilleri de öylesine sönük ki! Geniş bir plato burası. İki yüz metre ilerideki hafif eğimli yükseltiyi saymazsak Aso'nun doruğundayız.

Yürüme alanına tahta iskelelerden yollar yapılmış. Ayakkabılarımız kirlenmiyor. İlerleyip sağa sapıyoruz. Tepeciğin tam karşısında, elli metre kadar uzağında kükürt kokusu artıp yeşilimsi bir duman kendini gösteriyor. Kenarlardaki barikatları fark ediyorum: Geldik!

Belim hizasında, bacağım kalınlığındaki sağlam tahtalara dayanıp aşağıya eğiliyorum. İşte yanardağ araştırmacıları dışında pek az insanın görebildiği aktif volkan çukurlarından biri. Kıyısı üst üste yerleştirilmişçesine düzenli katmanlardan oluşmuş asık suratlı kayalarla çevrili kaynar, açık yeşil renkli, yoğun kükürt havuzu. Şekli oval, düzgün. Arada küçük sıçramalarla yükselip alçalan ölümcül sıvısı dumanlar çıkartarak fokurdayan yirmi metrekarelik bir kazan. Çok canlı. Dünyanın içine bakıyorum, ejderhanın diline! Derinlerden gelen hafif bir sesi var, anlaşılamayan homurtu gibi. Bastığım yerin sertliğine güvenmemem gerektiğini fısıldıyor. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, gerçek gücün, yok edilmez ve yok edici gücün kendisinde bulunduğunu hatırlatıyor. Varlığını en yumuşak haliyle sergilerken bile bizleri eziyor. Hem sakin hem huzursuz. Hem çekici hem itici. Hem güzel hem çirkin. Karşıtların mutlak dengesi. Konuşsa kadim bilgiyi söyleyiverecek. Gösterişli, gizemli, korkutucu. Tek kelimeyle büyüleyici!

Çocuklar pek yaklaşmadılar. Ufaklık, annesinin kucağında zaten. Ürpererek seyredip gözlerimizin yanmasına aldırmadan resimler çektik. Hiçbiri gerçeği yansıtmadı.

Kuyuya sırtımızı dönüp yükseltiye yöneliyoruz. Otuz metre var yok, tırmanmak mümkün. Nitekim çıktık. Sonunda Aso'nun doruğundayım! Öyle dibi belirsiz bir uçurum yok altımızda. Dağ, ekspresyonist ressamların fırçalarından çıkmışçasına dağınık alçalıyor. Ötede, yaklaşık yüz metre aşağıdaysa kadavranın açık kalmış ağzı gibi karanlık ve kocaman ana krater görünüyor. Yeryüzünün midesine giden yolun kapısı. Aydınlık, yaşamın sürprizlerini duyumsatan Haziran gökyüzüne tezat, cehennemin çağrısı!

Konaklayacağımız dağ evine doğru yol alırken karmakarışıktım. Şimdiye kadarki deneyimlerimden hiçbirinin şu yanardağın tepesinde geçirdiğim üç saatlik süreyle kıyaslanamayacağını fark ettim. Kendimi koruma ve hayata sıkı sıkı sarılma içgüdüsünü hiç bu denli kuvvetli hissetmemiştim.

Kulübemiz Aso'nun ortalarındaki ormanlarla kaplı vadide. Ahşap, bakımlı, iç içe geçmiş iki büyük odadan ibaret. Tuvaleti var, suyu akıyor. Sadece duş yok. Japonlar, genel banyoya gideceğimizi söylüyorlar. "Eve dönünce yıkanırım, bugün şart değil" diyorum. Ter bastı! O banyoların kurallarını öğreneli epeyce oldu. Her ne kadar kadın erkek ayrılmış olsa da içeriye çamaşırsız giriliyor. Tanımadığım insanların yanında çırılçıplak soyunup banyo falan yapamam! "Biz o işi düşündük, sana ayrı kabin ayarladık" diye gülüyorlar. Şaşkınlıkla bakakalıyorum. Nasıl incelikli bir düşünce tarzı bu böyle? Hem tek kuruş para harcatmıyorlar hem de rahat etmem için ellerinden gelenin fazlasını yapıyorlar. Hiç zorlama yok. Sadece her anın tadını çıkartmam için gereken neyse hazırlayıp önüme sunuyorlar.

Lavaboya kadar bambu hasır (tatami) döşeli zevkli salonumda, havuz kadar büyük, pırıl pırıl taş küvetin içinde, yanardağın ruhunu barındıran sıcak kaynak suyunda keyif çatarken gerçek konukseverliğin ne olduğunu burada öğrendiğimi düşünüyorum; gözlerim doluyor.

Akşam hava güzel. Verandamızda barbekü partisi yapıyoruz. Etler nefis, sebzeler taze, hafif alkollü, sodalı Umeşu ağızda hoş, buruk bir tat bırakıyor. Sohbet konularımızı unuttum fakat belleğim, yediğimiz leziz yemekle eşdeğer olduğunu anımsatıyor. İş arkadaşım kendileriyle gelmeyi kabul ettiğim için bana teşekkür etti. Kız kardeşi ve o Aso'nun doruğuna bir kez, ilkokuldayken çıkmışlar. Tıpkı bugün çocukların yaptığı gibi ürkerek uzak durmuşlar, kratere bakamamışlar. Eşlerininse buraya ilk gezisiymiş. Benim için en uygun program ne olabilir diye düşünmeseler belki de Kumamoto'ya gelmeyeceklermiş. Nezaketlerine uygun yanıtı bulamayıp sustum. Zaten konuşsam, sesimin titrediği belli olacaktı.

Gece duvarlardaki gömme dolaplardan şilteler ve tertemiz çarşaflar çıktı, yerdeki tataminin üzerine serildi. Biz kadınlar ve iki kız çocuk büyük odada, erkeklerse küçüğünde yattı. Rüyasız, derin, huzurlu bir uyku uyudum.

İkinci gün ilkiyle kıyaslanacak olursa sönüktü diyebilirim. Dağın eteklerindeki yemyeşil ovanın derinliklerine girdik, pirinç tarlalarının kıyısında yürüyüş yaptık. Yakınlardaki hayvan çiftliğine gittik, evcil hayvan barınaklarının çevresinde dolaştık. Çocuklar buna bayıldılar. Tavukların, keçilerin peşlerinde koşuşturdular. Kasabanın sokaklarında turladık, rastladığımız biftek lokantasında gecikmiş öğle yemeğimizi yedik ve dönüş yoluna çıktık. Üç afacan, bizim arabayla gelmek istediler. Beni rahatsız etmesinler diye arkadaşımın eşi arkaya, onların yanına geçti. İyi azdılar doğrusu! Kızcağız gerçekten yoruldu. Elli kilometre ancak gitmiştik ki kamyonete yüklenmiş, kafes içinde güzel bir at gördüm. "Herhalde kesime götürülüyor" dedi arkadaşım. "Kumamoto, atlarının lezzetiyle ünlüdür. Birazdan biz de kasaba uğrayıp bir şeyler alacağız." Donakaldım tabii.

Asfaltın kenarındaki bakımlı binanın önünde park ettik. Kasap dükkanı buymuş! İçeride hiç koku yok. Camekanlarda sergilenen etler atın her bölgesinden ayrı hazırlanmış. Yelenin dibindeki deriden toynağın hemen üzerindeki bir tür paçaya kadar belki kırk çeşit et türü mevcut. Çiğ yeniyor. İki aile birkaç paket yaptırdılar. Bana da ısrar ettiler ama istemediğimi söyledim. Utandığım için fotoğraf çekemedim. Gezideki tek 'keşke!' dediğim şey bu oldu.

Orada vedalaştık. Biz Fukuoka'ya döneceğiz, diğerleriyse Saga'ya; tekrar durmayacağız. Çocukları öptüm, onlar da beni. Anne babalarına gösterdikleri yakınlıktan dolayı defalarca teşekkür ettim. Bir de baktım ki dostlarım gibi eğilip doğrularak konuşup selam veriyorum.

Arabada arkadaşımın eşi arka koltukta uyudu. Arkadaşım: "Hamile" dedi. "Ben çocuk istemiyordum ama o çok istiyordu. Yeğenlerimle hep böyle ilgilenir. Karıma her açıdan minnettarım. Ne yapalım, baba olmayı öğreneceğim artık."

'Şanslıyım, güzel insanlar tanıdım' diye düşündüm. 'Üstelik doğanın alacakaranlığına birlikte tanık olduk. İleride görüşemesek bile içimde duyduğum şu sıcaklık hep sürecek, eminim.' 
 

Hiç yorum yok: