ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

11 Haziran 2011 Cumartesi

ARAYIŞ

Ayaklarımda en sevdiğim siyah spor ayakkabılar, üzerimde kot eteğim, yürüyorum. Kendime tam karşıdan bakıyorum ama sis var, ceketimle kazağımın renklerini seçemiyorum. Yüzüm yok gibi. Kocaman yanakların üzerine yerleşmiş iri gözlerden ibaret ikinci ben olarak yukarılardan gözetliyorum. Görüşüm keskin yine de herşey belli belirsiz.

Yol Arnavut kaldırımından, üstünü deniz kumu örtmüş. Taneciklerin grisi, yükseldikçe yoğunluğunu arttıran beyazlığa karışıyor. Uçuşan ak dumanların arasında hedefimi bilirmişçesine kararlı adımlarla ilerliyorum. Lastik tabanlarımdan çıkan ritmik gıcırtıyı duyuyorum. Ardımda giderek yaklaşan bir kişi daha var: Takma bacağını taşlara vurarak, aksayarak gelen biri. Kadın bu, üstelik benden güzel; seziyorum. Bulutlara çarpıp yankılanan tok tahta sesi artıyor, olmayan kulaklarımın içini acıtıyor. Kimliksiz yüzümün ortasına atılıyorum, kısacık bir an karanlıkta kaybolduktan sonra kafatasımın arkasından çıkıveriyorum. Canımız yanmıyor. Birbirimizden uzaklaşırken lastikle bağlıyız sanki, geriliyoruz. Aldırmadan gözbebeklerimi büyütüyorum: Yabancıyı tanımalıyım!

Seçilebilecek kadar yakınlaştığı anda sırtını dönüveriyor, yavaş yavaş uzaklaşıyor. Omuzlarına dökülen sarı saçları, ince endamıyla çok tanıdık da... Zihnimde bir koridor canlanıyor, sol yanında aralıklı iki ahşap kapısı olan uzun bir koridor. Geçmişte aynı kadın aynı şekilde orada yürüyordu, eminim. Odaların ilkinde oturup konuşanlar onun zeminde çıkarttığı düzenli tıkırtıları duyup seslerini alçaltıyorlardı. Donuk çehresinden daha etkili bir yürüyüşü var. Sırf bu nedenle belleğime kazınmış.

Kafam kaşınıyor. Anımsamaya çalışırken hep aynı şey olur. Ellerim diğer bende kaldı. Gerilimi azaltıp yapışıveriyoruz, parmaklarımı arkada kalan alnımda gezdiriyorum. Tam yerine dokundum, kadını tekrar buldum. Sis dağıldı, geniş bir salondayız. Avizeye saklanıp aşağıya eğiliyorum. Dolu kız var, açık saçık giyinmişler. Koyu tenli adamın getirdiği kutuya bakarken çığlıklar atıp kaçışıyorlar. Ama o korkmuyor, ilgiyle bakmayı sürdürüyor. Sonra başka birisiyle sevişiyor. Üstündeki gencin sağ ayağındaki çorabı delik.

Yine ayrılmamız gerek yoksa yürüyüşün tekdüzeliğine kapılıp merakımı yitireceğim, hissediyorum. Bir hamle yapıyorum, bu kez beynimi de söküp çıkarttım, gözlerimin ardına kıvrım kıvrım yerleşiverdi. Örtüsüz, korunmasız...

Sarışınla diğerleri aniden yok oldular. Kalabalık belirdi. Bir arada yemek yemeği planlayıp başaramayan arkadaş topluluğu. Ne kadar isterlerse o kadar çok engel çıkıyor. Olaylar öyle bulanık ve saçma ki neden bunlara bakmak için kendimi zorladığımı anlayamıyorum.

"Benim için" diyor birisi; yaşlı bir erkek.

Ses kulaklarıma kumlu yolun epeyce ilerisinden vuruyor; beyaz belirsizliğin hem içinden hem dışından.

'Orası sıkıcı, burası renkli, gitmeyeceğim' diye düşünüyorum; duyuyor.

"Yön değiştir, böyle çekişerek olmaz!"

Lastiği iyice geriyorum, bu kez canımız yanıyor hem de çok. Adım atamaz oluyorum, zihnim karışıyor, gözyaşlarım süzülmeye başlıyor. Başka yol yok ki!

"İnat etme, dene!"

İkimiz de dayanamayacağız. Yay boşalıyor, gürültüyle çarpışıyoruz, iç içe geçiyoruz, boynumuzun üstünde kalan her hücre ağrıdan şekil değiştiriyor, tek bedenimiz oracığa çöküp kıvranıyor, ortalık kararıyor... Ne kadar süründüğümüzü bilemiyorum, toza bulanmış halde ama birleşmiş; kısmen toparlanıyoruz.

Doğrulurken avuçlarımla yüzümü yokluyorum. Çenem, ağzım, burnum yerli yerinde, gözkapaklarım zor aralanıyor, kirpiklerim kısmen dökülmüş, alnım kırışmış, sol kulağımın önünde dokununca acıyan bir şişlik var yine de hasar onarılmayacak düzeyde sayılmaz. Beynimin girinti çıkıntıları biricik kafatasımın içine yayılıp yerleşirken memnuniyetle hışırdıyorlar.

Artık baktığım yönü görebiliyorum. Peki, tekrar yürüyebilecek miyim? Deniyorum, ayaklarım çalışıyor. Sola dönünce önümde çakıllı bir yol beliriyor. Hava aydınlık, kuşlar cıvıldıyor. Biraz gidip bakınıyorum, taşları üst üste koyup heykelcikler yapıyorum, beğenmeyip deviriyorum, bir daha deniyorum, bir daha, bir daha... Bu değil, istediğim bu değil!

Sağa sapıyorum, tekrar sola, düz ve bir kez daha sol... Gidilmemiş mekanda yapayalnızım. Yüksek çalılıklardan oluşmuş duvarları gökyüzüne uzanan, aşılması imkansız, iç içe geçmiş, parke taşlı, dar sokaklar. Yorgunluktan başım dönüyor. Üstelik acıktım.

"Merhaba!"

Donakalıyorum. Sesin sahibi o, seziyorum: Yaşlı adam. Uzun, ince parmaklı elinde tuttuğu sigarasından derin bir nefes çekiyor. Patlak gözleri, buruşmuş, çirkin yüzüne tezat, ne de sevecen bakıyor!

"Filmlerimden parçalar canlandırıyordun" diyor. "En azından üçünü biliyorsun. Daha fazlasını göremediğin için kendini üzme, ben de ancak o kadarını hatırlıyorum."

"Ne yapacağım?"

"Uykudaki rüyaları boşver, bilincin yerindeyken hayal etmeye bak. Gerçeklere dört, gündüz düşlerine yirmi saat ayır. Sonra karar verirsin. Kesinlik yok, her kuralın ucu açık, en çapraşık temalar aslında en yalın olanlar. Sen bunları seziyorsun aslında, benim kızım sayılırsın."

Buharlaşıveriyor. İçimde coşkun bir sevinç dalgası kabarıyor. Beynimin ortadan ikiye yarılırcasına genleşmesine aldırmıyorum. Üst kabuğu beni eski, sisli yola sürüklemeye çalışırken alttaki en ince, en kırılgan, en karanlık kısmı bilinmezliğin derinliklerine doğru çekiyor.

Sonuncuya uyup gizlerde kayboluyorum.   

Hiç yorum yok: