ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

16 Temmuz 2010 Cuma

PERU (PUNO'ya doğru yol)

Yine sabahın köründe yola çıkıyoruz. Titicaca'yı görmek için kıyısındaki kasabaya, Puno'ya gideceğiz. Tam gün yoldayız. Elbette rastladığımız tüm tapınakları (İnkalara ait olanları ve Katolik katedrallerini), çömlek atölyelerini, yerel sanat eseri merkezlerini gezeceğiz.

İlk durakladığımız yerden fotoğraf makinem için dört tane pil aldım.

Bugünkü yolculuk sırasında, öncesinde veya sonrasında olduğunu çok iyi hatırlayamadığım ancak anlatmaktan zevk duyacağım ayrıntılardan, Peru'ya özgü görüntü ve özelliklerden şimdi bahsetmek istiyorum.

Puma başlarının üzerinde yükselen mısırlarla kaplı taş sütunlu, orta yerleri güneş figürleriyle kaplı kapılardan girilen kiliseler çok etkileyiciydi. Sonradan kabul edilen inançlar gölgede kalmış anlaşılan. Antonio'nun yemeğini Urubamba ile paylaşmasından belli.

Küçük, sıradan bir kasabada ihtiyaç molası verdiğimizde otobüsümüz herhangi bir hırdavatçı dükkanının önünde durdu. Girişinde bizim eskicilerinkine benzeyen döküntü, tekerlekleri kırılıverecekmiş gibi görünen arabanın üstünde hurda demirden yapılmış bir metrelik mükemmel Don Kişot'u hayran hayran seyrettim. İnce bıyıklarının hafifçe yukarıya kalkık kıvrımları bile işlenmiş! Sanço'nun eşeğiyse hemen yanı başındaydı. Sanço'yu göremedim. Belki de içeride, aydınlığın vurmadığı duvarın dibinde, önündeki demir parçalarıyla uğraştığını fark ettiğim kaba saba tipli Kızılderili onu canlandırmaya çabalıyordu, kimbilir? O hırdavatçıyı pek çok müzeden daha büyük bir zevkle gezdim. Eski radyolar, ütüler, lambalar, yayları eksik keman, çerçeveler, yüzyıllık bavullar...

Antonio'nun tavsiye ettiği Alpaka yün işleri satış merkezinde küçük bir duvar halısına vuruldum. Koyu mavi ve bordo hakimiyetindeki doğal boyalı eserde (bence başka türlü adlandırmak mümkün değil) kısa bir merdiven işliydi. İki yanından bakıldığında basamakların kenarları görünüyor; neredeyse üç boyutlu! Ayrıca izlendiği yerden gelen ışığın açısına göre renklerin tonları ve basamakların kalınlıkları da değişiyor. Eski değil, yeni yapılmış ama durağan olmayan şekiller üretmek bölge insanının geleneğinde varmış. Çok pahalıydı. Böyle bir şeye rastlayacağımı tahmin etseydim ufak tefek hiçbir şey satın almaz, ekstra harcama yapmaz, sadece onu alırdım. Resmini bile çekemedim; yasaktı.

Çok sesli müzikleri ve plastik sanatlardaki başarıları Peruluların gelişmiş kültürlerinin göstergeleri. Ayrıntılardaki incelik çok etkileyici. Varsın fare kızartması yesinler! Çin'de de ölmemiş maymunların beyni yeniyormuş. Zıt kutuplar her yerde mevcut.

Peru'lu köylü kadınlarının başlarında fötr şapkalar var. İspanyollar vaktiyle yerlilere batı tarzı giyim kuşamı benimsetmek için gemiler dolusu şapka getirtmişler. Ancak ölçüyü tutturamadıklarından olsa gerek, en büyükleri bile erkeklerin başlarına küçük gelmiş. Onca şapka ne yapılacak? Biri akıl edip: 'Avrupa'nın yeni kadın modasında fötr var' lafını ortaya atmış. Kadınlar her yerde modaya meraklı. İstekle kabullenmişler; hala kullanıyorlar.

İçkilere gelince: Pisco Sour'dan başlayayım. Her öğle ve akşam yemeği öncesinde önümüze çıkartılan alkollü Peru içkisi. Rom, yumurta akı ve küçük, yeşil, ekşi limonlara acı sos damlatılarak hazırlanıyor. Yapım atölyesini gezdik. Biraz ilkel. Çok temiz olmadığı izlenimi yaratan, iki adamı yutabilecek dev tahta çömleklerin içinde karıştırılıyor. Sonra nispeten daha az iri ama yine de kısa boylu bir kişiyi barındırabilecek büyüklükteki fıçılarda demleniyor. İlgimi çeken, fıçıların yanındaki kaktüs düzenlemesi oldu.

Çiça ise kutsal içki. Mısırlar ezilip suyla bekletilince az alkollü, hoş içimli, bulanık bir sıvı oluşuyor. İki türü var. Birincisini yani sarı renkte ve acımsı olanını erkekler tüketirmiş. Pembesi ise hafif, tadı diğerine göre daha güzel. Grubumuzun tek erkek elemanı: 'Sarı Çiça gerçekten iyi!' derken yüzünü buruşturuyordu. Sanırım herkes pembesini beğendi; içinden ya da dışından.
Çiça üretim merkezinde siyahları da dahil olmak üzere mısırın binbir çeşidini gördük. Dışarıda, kapının önündeki ahşap masayla banklarda ise yerli halktan genç bir çift oturuyordu. Kızın önünde pembe Çiça, adamdaysa sarısı vardı. Gözleri birbirlerinin göz bebeklerinde, ne konuştuklarını pek fark etmeden sohbet eder gibi yapıyorlardı. Bir diğerine değmeyen parmakları, kocaman bardaklarının buğusuna çizgiler çekiyordu. Sanırım dokunma duyusunun harekete geçmesine çok kısa bir süre kalmıştı. Yaşam doluydular.

Peru halkında kaçgöç yok. Erkekler üste düşerek ısrarcı olmuyorlar, kadınlarsa albenili değil, kendilerine fazla özen göstermiyorlar fakat duygular tümüyle dışa dönük. Ne hissediliyorsa belli ediliyor, işte o kadar! İnkalardan gelen gelenekler devam ediyor olsa gerek. (Bunda Coca alışkanlığının parmağı var mı, bilmiyorum) Cinsellik son derece doğal yaşanıyor. Saldırganlık yok, sakin insanlar. Sevgiyi biliyorlar. Bu arada bir müzede öyle heykelcikler gördük ki o cinsel pozisyonları denemek için akrobat olmak gerekebilir. Benzerleriyse hediyelik eşya olarak satılıyordu. Almadım tabii; nereye koyacağım?

Bereket tapınağına geldik. Önce yavru Alpaka ile tanıştık. Boynundaki ponponları sallayarak yanımızda yürüdü, başını bacaklarımıza sürttü, hiç kaçmadı. Yumuşacık, kara gözlü, sevimli... Onu okşayıp 'bereket nerede?' diye aranırken penis tarlasıyla karşılaştık. Bereket sembolleri! İnkalar taşlardan boy boy erkek organı yapmışlar. Kuleler, minareler yükselterek dolaylı anlatımlara başvurmamışlar, abartmamışlar, doğrudan gösterivermişler. Bazılarının glansları kayıptı. Rehberimiz, köylülerin evlerindeki bereketi arttırmak için çaldıklarını söyledi.
Artık 4000 metrelerin üstündeyiz. Hava kararmaya yüz tutarken Puno'ya vardık. 50000 nüfuslu büyük bir kasaba. Otobüsün penceresinden Titicaca'ya bakıyoruz. Dünyanın en büyük ve en yüksek gölü alçakgönüllü görünüyor doğrusu. Çevre halkıyla aynı özellikte. Bu yörelerde doğada bile böbürlenmek ayıp sanki.

Gece suyun üzerindeki eski bir gemide yemek yedik. Adam boyu pan flütlerle sanırım ilk kez orada karşılaştım ve ilk kez dans ettim. Hem çok acemice oldu (figürler basitse de bilmiyorum) hem de on dakikada soluk alamayacak kadar tıkandım. 4200 metredeyiz, yürüyoruz tamam ama zıplamak pek iyi gelmiyor. Nefesim rahatlasın diye dışarıya çıkıp sigaramı içtim.

Yarın Titicaca'ya açılıp yüzen adalara gideceğiz.

Hiç yorum yok: