ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

PERU (PARAKAS)

Kahvaltı sonrası otobüste ilk iş sayılıyoruz. Hem rehberimiz hem de Antonio tek tek, kafalarını sallayıp gülümseyerek sayıyorlar.

Yanımıza bir günlük yedek giysi almamız söylendi, öyle yaptık. Program şöyle: Önce Ica bölgesindeki Parakas'a gidip doğal park olan Ballestas adalarına tekne ile ulaşacağız. Sonra yemek yiyip Naska'ya gideceğiz, pır pır uçaklara binip Naska çizgilerini göreceğiz. Çömlek yapım atölyesine de uğrayıp gece Naska'da kalacağız. Yarın aynı yol üzerindeki müze ve katedralleri gezerek geri döneceğiz. Yarını bilemem ama bugünün uzun olacağı kesin.

Lima'nın dış mahallelerinden geçiyoruz; gecekondu bölgeleri. Sıvasız, döküntü evler, önlerinde çöpler, pencerelerden sallandırılmış çamaşırlar... Sekiz milyonluk kentin çevresi sarılmış durumda. Herhalde nüfusun yarısından fazlası buralarda yaşıyor. Tıpkı İstanbul gibi.

Panamerikan karayoluna çıktık. Antonio, bu yolun Alaska'yı Arjantin'e bağladığını anlatıyor. 48000 kilometre uzunluğundaymış. İlk on beş dakika okyanusu görerek gidiyoruz. Derken çöl başlıyor.

Çöl! Hayatımda ilk kez çöl görüyorum. Borges'in 'en büyük labirent' dediği yer. Acaba bunu kum çölleri için mi söylemişti? Burası küçük taşlarla kaplı toprak bir alan. Göz alabildiğince uzanıyor. Hemen adını soruyorum. İlk çölümün adını mutlaka bilmem gerek. 'Huacachina'. Aklımda tutamadım tabii. Defterim yanımda yok, küçük bir kağıt parçası bulup yazdım.

Huacachina'nın göbeğinde ip gibi uzayıp giden asfaltta ilerlerken uzaklardan And dağları belirdi. İlk çölüm öyle korkutucu gelmedi bana. Taşlı topraklı olduğuna göre mutlaka kendisine uyum sağlamış hayvanlar barındırıyordur. En azından solucanlar, yılanlar falan. Yaşamı reddeden bir yermiş izlenimi yaratmadı.

İki buçuk, üç saat yol aldık. Arada bir kez durduk; ihtiyaç molası. İkinciyi talep edenler olduysa da reddedildi. Gecikmişiz, teknede bizi bekliyorlarmış. Zaten şoför de hızı arttırdı.

Karada bembeyaz yükselmiş yelkenli gemi heykeli Pasifik'ten önce göründü. Parakas'ın simgesiymiş. Çölden çıkışa yerleştirmişler, iç ferahlatıyor. Peru'luların ince estetik anlayışlarıyla sıradanı sanatla harmanlayan yaşam biçimleri ayrıntılarda belirginleşmeye başlıyor.

Kıyıya ulaştık. Hava sıcak, tişörtlerleyiz. Rehberimiz 'çabuk giyinin' diyor. Ne giyeceğiz bu güneşte? Sırtımdan şıpır şıpır ter aktığını hissederek kalın kazağımı üzerime geçirip boynundaki fermuarı çeneme kadar çekiyorum. Üzerine de yağmurluk. Şapka mı? İşte yanıma almayı unuttuklarımdan biri daha. Neyse, yağmurluğun kapüşonu var, gerekirse onu kullanırım. Homurdanan dolu. Adam durup dururken eziyet etmek için böyle davranmıyor ya, herhalde bildiği bir şey var.

Marina burası. Bir sürü yelkenli, büyüklü küçüklü botlar, tekneler demirlemiş. Çoğu gezi motoru, bazıları ise balıkçılıkta kullanılıyormuş. Koşarak iskelede hazır bekleyene biniyoruz. Hepimize can yelekleri veriliyor, takıyoruz. Üstü açık, hovercraft benzeri, sıra sıra tahta banklar yerleştirilmiş bir tekne bu. Bizden önce gelmiş olan Japonlarla batılı turistler ters ters bakıyorlar. Geciktik de ondan. Hemen hareket ediyoruz.

Daha marinadan ayrılmadan yelkenlilerin direklerine keyifle kurulmuş dolu kuş görüyoruz. Büyük deniz kuşları; çok çeşitli.

Okyanusa çıktık. Pasifiğe en batısından açılıyoruz. En doğusundan, Japonya'dan da aynı şeyi yapmıştım. Fakat o zaman ilk kez okyanusla karşılaştığımdan olsa gerek, epeyce ürkütücü gelmişti. Dalgasız, sakin hali bile iyi sallıyor, biliyorum. Sonra hemen derinleşiyor, hep koyu mavi hatta lacivert. Çok büyük ve çok gizemli. Ben iç deniz insanıyım, mavinin açık tonlarına, turkuaza daha yakınım. Yine ürperdiğimi hissediyorum.

Önce yavaş gidiyoruz. Üzerimdekiler artık terletmiyor, motorun üstü iyi esiyor. Solda kumluk olduğunu sandığım bir tepeye yaklaştık. Göz bu kadar mı yanılır? Kayaymış. İşte İnkaların atalarınca yapıldığı rivayet edilen, tam olarak hangi kültürden kaldığı keşfedilememiş şekil! 'El Condelabro' (tekrar otobüse bindiğimizde bunu da kağıdıma yazmıştım). Kayaya kazınmış. Birkaç on metrelik büyüklüğü var. Quechua dilinde (Antonio'nun ana dili) İspanyolcasının karşılığı yok. Bir elinde mısır, diğer elindeyse başka bir bitki tutan ana tanrıça figürü gibi. Haberci olduğu da söyleniyormuş. Tam bir bilinmez. Peki, deniz kabardığında kayaya vurup aşındırmıyor mu? Yüzyıllar boyunca bozulmadan nasıl kalmış, belli değil.

Tanrıçanın önünden sürüyle kuşlar uçarken sanatsal bir fotoğraf çekmeye çalıştım. Fotoğraf tamam da sanat kısmı gerçekleşmedi tabii.

Artık enginliğe doğru yol alıyoruz. Tekne hızlandı; suda neredeyse zıplayarak, içeriye damlacıklar yağdırarak, ufka kadar uzanan maviliğin kaptanca bilinen bir bölgesine doğru ilerliyor. İyi ki giyinmişim, üşümeye başladım üstelik ıslanıyoruz. Kapüşonu da çekiyorum.

Bir saate yakın böyle gittik. Sonunda denizin ortasında beyaz, bazı yerleri oyulup kocaman delikler açılmış kayalar belirdi. Yaklaşınca inanılmaz bir kuş yoğunluğuyla karşılaştık. Milyonlarca kuş! Grup halinde tünemiş olanları kaya tepelerini siyaha boyamış. Uçup süzülenler çığlık çığlığa. İyice yakınlaşınca keskin bir koku sardı her yanı. Dışkılar! Katılaşıp taşların alt kısımlarına yapışmışlar. Bunlar toplanıp gübre yapılıyor, kimya sanayinde kullanılıyormuş.

Nispeten bütünlüklü bir kayanın üzerine derme çatma izlenimi veren gözlem kulübesi yerleştirilmiş. Çevresi felaket bir kuş kalabalığı. O gürültüde nasıl çalışılır?

İşte pelikanlar, penguenler ve denizaslanları (ya da foklar)! Hepsi birlikte, birbirlerini rahatsız etmeden güzel güzel yaşıyorlar. Herkese yetecek yer ve yiyecek var.

Pelikanlar bilmiş görünümlü. Penguenler küçük, ancak diz boyu, dolaşıp kendilerince konuşuyorlar; sevimliler. Denizaslanları tembelce uzanmış, güneşleniyorlar. Bir anne denizaslanı çocuğuna yüzme dersi veriyordu, seyrettik. Üzerindeki küçük yaratık bas bas bağırırken önce başını gövdesine sürttü, sonra silkelenip yavruyu suya atıverdi. Arkasından kendisi de atladı.

Delikler, mağara gibi. İçlerine sokuluyoruz. Koku, keskinliğiyle göz yaşartıcı. Kuşlar her yerde. Kaç çeşit olduklarını öğrenemedim ya da unuttum.

Bazı oyukların altlarında siyahlaşmış taşlık alanlar var. Oralarda birbirlerini yastık yapmış uyuklayan onlarca denizaslanı yatıyordu.

Birden bu ortamda en düş ürünü sayılabilecek canlıyı görüverdim: Bir dalgıç! Kimse bana inanmadı. Ama iki tane resmini çektim, kanıtım var.Yarım saat bu doğal yaşam alanının çevresinde dolaştık. Gerçekten güzeldi.

Döndüğümüzde rehberimiz bize, özellikle grup lideri olan arkadaşımıza teşekkür etti. Daha önce beş kez Peru'ya gelmiş fakat gezdirdiği turların hiçbiri Parakas'ı programına almamış. 'Hep uzaktan bakar, ölmeden önce Ballestas adalarına gidebilecek miyim diye düşünürdüm, sağ olun' dedi. Sesi titriyordu. Bizimki turistik zevkse onunki mesleki tatmin duygusuydu sanırım. Bir şeyi veya yeri çok iyi bilip de yakınlaşmasına izin verilmemek... Kendine güveni durup dururken yitirmek... Onu gayet iyi anladım.

Yemekten sonra Eric Von Daniken'in meşhur Tanrıların Arabaları kitabında uzaylıların yaptığını savunduğu Naska çizgilerini görmeye gideceğiz.

Hiç yorum yok: