ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

20 Haziran 2010 Pazar

BOLİVYA - UYUNİ (Dünyanın aynası)

Yemekten sonra ciplerle yarım saat kadar ilerledik. Uyuni'nin derinliklerine gidiyoruz. Lastik patlarsa ne olacak? Neyse, en azından burada telefonlar çekiyor.

Susuz kalmış da çatlamış toprağa benzeyen bir alana geldik ve araçlardan indik. Küçük bir bölge değil, ufka kadar her yer aynı. Pek çok Avrupa ülkesinden büyük. Yeryüzünün üstünde bulunduğumuz kısmı, kenarlardan dışarıya fışkırmaya çalışıp da başaramamış birikintilerin sınırlarını belirlediği çokgenler şeklindeki tuz kitlelerinden oluşmuş. Mor And dağlarıyla kesintiye uğramayan bölgeler bence daha etkileyici. Geçip gitmiş arabaların izleri, parlak beyaz çizgiler gibi ışıldıyor. Bir tür çekim hissediyorum. Galiba herkes aynı duygulanım içinde; değişik yönlere dağılıyoruz, uzaklaşıyoruz, yalnız kalmak istiyoruz. Manzaranın sıradışı tekdüzeliği, insanı kendi içine bakmaya zorluyor. Kaçınacak bir şey yok. Burası şimdiye kadar gördüğüm en sade doğa parçası. Canlı barındırmıyor. İzlemiyor, beklenti yaratmıyor sadece gösteriyor. Tüm biriktirilenleri ortalığa yaymak, ayıklamak, işe yaramayanlara sırtını dönüp gitmek, hafiflemiş, arınmış halde tekrar yola çıkmak için bulunmaz bir yer. On beş dakika kadar yürüyorum. Ne düşündüğümü bilmiyorum ama zihnim işliyor, farkındayım. Beynim arı kovanıymışçasına vızıldıyor (güneşin etkisi de olabilir tabii).

Yarım saat sonra tekrar bir araya geliyoruz. Rehberimiz, hinoğlu hin gülümsemesiyle: 'Yere oturun isterseniz' diyor. O daha önce Uyuni'ye gelmiş, etkisini biliyor. Artık şaşırmayacağım diyordum, büyük söylemişim. Kavurucu güneşin altında tuz, buz gibi. Şöyle bir uzanıp serinlemek gerçekten iyi geliyor. Fakat aynı anda eskisinden de fazla yandığımı hissediyorum. Uzatmaya gerek yok, kalkıyorum.

Öğleden sonra oldu ama hala gölgelerimiz çok kısa. Ayaklarımızın kenarında minicik, büzüşmüş, görünmemek için gövdelerimizin altına saklanmaya çalışan amorf yaratıklara benziyorlar. Kalamiti Jane: 'Hadi, resim çekelim' diyor. Beni uzaklara gönderiyor, 'yan dön, biraz ilerle, geri gel, sola git!' gibi komutlarını 'ardından ne çıkacak acaba?' diye düşünerek uyguluyorum. Arkadaşıma ise vizörün tam karşısında eli açık poz verdirtiyor. Çekilen resme ağzımız açık bakakalıyoruz. Ben, arkadaşımın parmaklarının ucunda ayakta duruyorum! Sonra o da aynı yöntemle benim avucumun içine bağdaş kurup oturuyor. Değme fotoğrafçılar fotoshopla benzerini yapsınlar da görelim!

Daha bitmedi, devam ediyoruz. Tuz otele geldik. Hava hala çok sıcak ama kuvvetli bir rüzgar çıktı. Esintiyle birlikte kavruluyoruz sanki. Şapkamı tutuyorum, uçmasın diye. Bu ortamda en değerli varlığım o.

Çok hoş bir bina. Damındaki sazı hariç her tarafı tuzdan tuğlalarla inşa edilmiş. Küçük, köşeli pencereleri var. Kenara yedek tuğlalar yığılmış. Arada lamalar buraya kadar gelip duvarları yalıyorlarmış (tuzu seviyorlar), onun için kuru mevsimde bile bazen onarım gerekiyormuş. Önünde yine elbette ki tuzdan yapılmış koltuklarla masa var. Bir de tuzlu suyla dolu havuz. İlk kez Uyuni'de su görüyoruz. Mutlaka tadına bakmalıyım. Çok tuzlu! Ne bekliyordum ki? Arkadaşım: 'Deli misin, mikrop alacaksın!' diyor. Benim direncim İstanbul'un en zengin floralı hastanesinde gelişti, tuz otelin suyundan etkilenmesi mucize olur. Nitekim ne midem bulandı ne de hastalandım.

Pencereler kirli. Yine de ardı görünüyor. Kenarlara dürülüp bükülüp kaldırılmış şilteler ve ortadaki masanın üzerinde birkaç tabak çanak gözüme çarpıyor. Bekçiyle ailesinin evi. Yaşayan bir yer. Belki de içerideydiler ama bize gözükmediler. Fazla bakmadım. İnsanları rahatsız ederim diye çekindim.

Kalamiti Jane, bana kimseye yapmadığı bir şey yaptı. Nedense beni sevdi. Tuğlaların yanına sıralanmış duran, diz boyuna ancak ulaşan tuz tepeciklerinin yanına gittik. 'Uzaklaş' komutunu verdi; belki elli metre yürüdüm. Yine sağ sol yaptırdı. Sonra yüzükoyun yere yattı ve resmimi çekti. İşte, elim şapkamda, tuz dağının zirvesine çıkmış, etrafa bakınıyorum. Teşekkür ettim. Yumuşacık gülümsedi. Gülünce güzel oluyormuş.

Otelin biraz ilerisinde bir platform var. Üzerinde birkaç direk ve direklerde değişik milletlerin bayrakları asılı. Gelenler, izlerini bırakmışlar. Bizim de küçük bir bayrağımız vardı. Rehberimiz hemen uygun yer arıyor ve bayrağımızı sıkıca bağlıyor. Artık Uyuni'de Türk bayrağı da dalgalanıyor. Ne de olsa burayı ziyaret eden ikinci Türk grupmuşuz. İlki, beş altı yıl önce gelmiş. Bolivya'ya turistik gezi yapan Türkler, La Paz çevresini dolaşıp gidiyorlarmış. Öyle bizim gibi cahil cesaretiyle bu taraftan Titicaca'ya açılan veya o yolu tepip Uyuni'yi görmek isteyen pek olmuyormuş.

4X4'lerle daha ilerilere taşınıyoruz. Tuzun nefes aldığı bölgeye.

Çokgenler silindi. Şekilsiz bir alandayız. Beyazı kirlenmiş bir tuz bataklığına benziyor ama zemin sert. Arada delikler açılmış. Küçük değil; yarım metre ile iki metre arasında. Gölcükler bile var. Derinlikleri değişkenmiş. İçleri kille karışık bulanık, ılık suyla dolu. Gerçekten de su, ritmik bir şekilde inip kalkıyor. Bazı yerlerde fokurduyor gibi. Ürkütücüydü doğrusu.

Dönerken hüzünlendim. Ne olurdu burada bir gece daha kalsaydık da yarın tekrar gelseydik?

Uyuni'ye boşuna 'dünyanın aynası' dememişler. Göl hali farklı mutlaka; doğrudan nesneleri yansıtıyor olsa gerek. O zaman belki de görüntülere kapılıp gider insan. Ama çöl hali muhteşemdi. Kişinin benliğini yansıtıyor, içini gösteriyor; apaçık. Tabii bakmak istersen.

Otele dönmeden önce tren mezarlığına uğradık. Hurda demir yığınlarına dönüşmüş lokomotiflerin çevresini çalılar bürümüş, vagonların bazıları devrilmiş... İyice hüzünlendim.

Hava karardı artık. Otelde yarım saat içinde elimizi yüzümüzü yıkayıp yola çıkacağız. Valizleri sabahtan kapatmış, lobiye indirmiştik. Öyle odaya gidip biraz dinlenmek falan yok. Otobüsümüz kapıda hazır. Kumanyalar yüklenmiş. Rehberimizi çok takdir ettim, becerikli adam doğrusu. Bize sezdirmeden uyku tulumları ayarlamış. Herkese bir tane düşüyor. En azından soğuktan donma olasılığımız ortadan kalktı. Şaşkınlıkla naylon penceremize bakıyorum; köyde son yapıldığı şekliyle duruyor. Buralarda hazır cam yokmuş. Ismarlayınca da iki üç günden önce ulaşmıyormuş.

La Paz'a gidiyoruz. O yol olmayan yoldan bu kez gece geçeceğiz.

Hiç yorum yok: