ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

4 Mayıs 2012 Cuma

MUTLULUK

Aile Bakanlığı’nın on iki bin hanede yaptırdığı anket sonucunda katılımcıların yüzde altmışı mutlu olduğunu söylemiş. Ara durumlar, çekimser kalanlar falan hayli çok. Açıkça mutsuz olduğunu belirtenlerin oranı ise yüzde ikiyi bile bulmuyor. Bunu öğrendiğim andan itibaren Türk halkını çoğunlukla mutlu kılan etmenleri düşünmeye başladım. Önce bilgilenmek istedim tabii, yorum aradım; bir televizyon kanalında başka bir anketçiyle yapılan söyleşi dışında ne görsel ne de yazılı medyada sosyolojik bir değerlendirme bulamadım. Yaşım elverse tekrar üniversite sınavına girip sosyoloji bile okuyabilirim. O kadar merak ettim. Sonuçta yazarak anlamaya çalışmanın şu şaşkın beynime iyi geleceğine karar verdim.

Ülkemizde maddi güçsüzlük içinde olanların elli milyona dayandığını, yüksek işsizlik oranını, hapishanelerin dolup taştığını, çocukların eşit fırsatla eğitim göremediğini, okullaşmadaki göreceli artışa rağmen eğitim kalitesi açısından dünyanın sondan beşinci ülkesi olduğumuzu, kadınlara şiddet ve tacizin yaygınlaştığını, etnik kavgaları, mezhep çekişmelerini, trafik kazalarındaki dünya birinciliğimizi, yüzde on beş engelli vatandaşın genelde evlerin arka odalarında kilitli tutulduklarını, çocuk istismarlarını, gençlerin geleceğe karamsar baktıklarını falan biliyorum. Türkiye çalkalanıp duruyor. Dışa bağımlılık had safhada. Neredeyse üzerinde yürüdüğümüz kaldırımlar bile satışa çıktı; Telekom, Tekel, limanlar satıldı. Daha saymayacağım, sinirleniyorum. Bu durumda insanların yüzde altmışı mutlu, yüzde otuz sekizi ise en azından mutsuz değil!

Serinkanlı olacağım. ‘Mutluluk nedir?’ diye sorarak başlamak en iyisi. Bedensel ve ruhsal açıdan sağlıklı, hem kendisi hem çevresiyle uyum içinde, temel gereksinimlerini karşılamış, bireysel gelişme olanaklarını yakalamış, benliğine ve içinde yaşadığı toplumun bireylerine güvenen, saygınlığını hisseden, seven, verici olan, yarınına umutla bakan kişi mutludur. Elbette bu benim fikrim. Anlaşılan ezici çoğunluk aynı kanıda değil.

Bir ev kadını düşünüyorum. On yaşından itibaren ağabeyi gibi sokakta oynamaması gerektiği belletilmiş, güzel yemek yapmayı öğrenmiş, okuldan eve – evden okula derken liseyi bitirmiş, hoşlandığı, işi gücü yerinde bir gençle evlendirilmiş, biri kız diğeri erkek iki çocuk doğurmuş. On sekiz yıldır ailesiyle yoğruluyor, yaz tatiline gidebiliyor, evi var, hali vakti yerinde. İçinde yaşadığı toplum onu yeterli ve değerli buluyor, mali gücü ortalamanın üzerinde. Peki, kendisi? Kocasını ne kadar seviyor? O çok hoşlandığı delikanlı beklentilerini ne derece karşıladı? Çocuklarının okul gereksinimleri ve haytalıkları dışında konuşuyorlar mı? Kaçınılmaz akraba görüşmeleri haricinde ortak arkadaşları var mı? Koca maça giderken, arada erkek erkeğe toplantılar yaparken o hangi yakın arkadaşlarıyla görüşebiliyor? Evdeki musluğu tamir edebiliyor veya telefon edip tamirci çağırabiliyor mu yoksa bu işi halletmesi için kocasını mı arıyor? Neden menü hep evdekilerin istekleri doğrultusunda hazırlanıyor da örneğin onun burnunda tüten ama diğerlerinin tercih etmediği bamya hiç sofraya gelmiyor? Kocasıyla iki haftada bir kez on dakikalığına yaşadığı cinsellikten memnun mu? Bunu hiç karşılıklı konuşuyorlar mı? Elektrik, su parası otomatik ödemeden çıkarsa ve kocası hastalanırsa kayınbiraderini mi devreye sokacak? Bireyselliği olmadan, kendisinin şu hay huy dışında ne yapabileceğini bilmeden nasıl mutluyum diyebiliyor?

Bir iş kadını düşünüyorum. Erkek kardeşlerinin oyunlarına katılması on beş yaşından sonra ikna yöntemiyle engellenmiş ama flörtlerine pek ses çıkartılmamış. Okumuş, üniversiteye gitmiş, iş bulmuş, sınıf arkadaşıyla evlenmiş. Bir oğlu olmuş. On iki yıldır hem çalışıyor, hem evine bakıyor. Kocasının işleri yoğun, artık pek görüşemiyorlar. Çocuksa bakıcıyla ya da okulda; onu da pek sık göremiyor. Yine de işler bitmiyor. Akşam sekiz civarında eve geliyor; oğlan yemeğini yemiş, bilgisayar başında. Yatılı kadını denetliyor, arkadaşlarıyla telefonlaşıp ‘çok iyiyim, BMW’mi değiştirdim, yenisi tam otomatik, en yakın fırsatta brunch’a gidelim’ diyor, televizyonun karşısında uyukluyor, çoğu zaman kocası gelmeden yatıp uyuyor. Otomatiğe bağlanmış hayatında mutluluğu nasıl tanımlayabiliyor?

Bir köylü kadın düşünüyorum. On dördünde evlendirilmiş. Kocası on dokuz yaşındaymış o zaman, askere gidecekmiş. İçini gıcıklayan yakışıklı delikanlı zifaf gecesi amansızca üstelik defalarca üstüne abanınca çok korkmuş, canı yanmış, ondan o anda soğumuş ama kimselere söyleyememiş. Dört çocuk doğurmuş, üçü erkek, biri kız. Daha fazla olmasın diye gizlice spiral taktırmış; günah söylemiyle zorla çıkartmasınlar istiyor. Kaynanası ve kayınpederiyle oturuyor. Kocası onu kendince seviyor, anasının sövmesine olmasa da dövmesine izin vermiyor, haftada üç kez arzuluyor. Oysa adamın altında kıpırdamadan yatıp bir an önce bitmesini bekliyor. Sabah beşte kalkıp çalışmaya başlıyor, akşam yatağa girinceye kadar işi tamamlanmıyor. Hatta yattıktan sonra da. Banyo suyunu ısıtmak onun görevi. Tüm gücünü dayanabilmek için harcıyor, başka bir şey düşünecek hali yok. Çocukları eğitimsizse de sağlıklı. Bunun için mi mutlu acaba?

Kente gelip gecekondu yapmış, tapusunu almış, ailesinin güvencesini sağlamış bir erkek düşünüyorum. Karısı temizliğe gidiyor, kendisi takside şoför olarak çalışıyor. Kazançları vergisiz üstelik iyi sayılır. Üç çocuğu var, hepsi okuyor. Karısını kendi seçip istetti; köylüsü. Güzel kadın, onu seviyor ama yatak ve çocuklar hariç paylaştıkları bir şey yok. Hatta onu tanımıyor sayılır. Hangi rengi sever, çiçekten hoşlanır mı, yaptığı şakaları beğeniyor mu? Hiçbir fikri yok, umursamıyor da. Daha doğrusu böyle şeylere kafa yormuyor. Kadın namuslu, bu yeterli. Çocuklar küçük daha, yaşları da birbirine yakın, azıyorlar. Gürültü etmesinler diye azarlıyor, bazen bir iki tokat vuruyor. Arada onları gezdiriyor, dondurma alıyor. Yazın ayda bir falan pikniğe gidiyorlar. Düğünde, oğlanın sünnetinde gelen altınları biriktirdiler; karısı tutumlu. Araba alacaklar. Kendisini iyi hissediyor, aile reisi!

Bir erkek düşünüyorum, altmışını geçmiş, emekli. Belirgin bir hastalığı yok, sağlığı yerinde. Küçük bir evi var, başını sokmuş. Otuz sekiz yıllık evli, üç çocuğunu büyütmüş, ikisini evlendirmiş. Küçük de başka kentte iş bulup evden ayrılmış zaten. İki torunu var, biri kızından diğeri oğlundan. Arada getirip bırakıyorlar, onları gezdiriyor. Karısıyla baş başa kalmak istemiyor, çok dırdır ettiğini düşünüyor. Birinin yaptığı her şey diğerine batıyor. Araya soğukluk gireli çok oldu, belki yirmi yıl ama idare ettiler işte; bunu başarı sayıyor. Maaş az, geçim zor fakat hanımın kirada evi var babadan kalma, destek oluyor. Karısı temiz üstelik iyi yemek yapar. Bulmacasını çözüyor, kumandayı asla kaptırmıyor, isteyince çıkıp yürüyüş yapıyor. Biraz canı sıkılıyorsa da doğal kabul ediyor; kenara çekildi, eski memuriyetindeki gibi sabahtan akşama onu meşgul edecek bir işi kalmadı. Zaten büroda da sıkılırdı. Çok sıradan bir işti yaptığı, hiç benimsememişti ama değiştirmeyi düşünmedi. Zaman nasıl da akıp gitti diye hayıflanıyor. Başka derdi pek yok.

Bir genç düşünüyorum. Erkek, henüz on dokuz yaşında. Bu yıl istediği bölüm olmasa da üniversiteyi kazandı, hem de büyük kentte. Baba evinden çıkacak, yurtta kalacak. Heyecanlı. Kazandığı fakülteyi bitirince nasıl bir iş bulacağını hatta iş bulup bulamayacağını bilmiyor ama pek önemsemiyor. Şu anda gideceği kenti düşünüyor. Yeni arkadaşları olacak, kızlarla tanışacak, spor yapacak. Ailesi nasılsa para verecek, eksiklerini karşılayacak. İsteyerek dünyaya gelmedi ya, görevleri. Annesinin yemeklerini özleyecek ama o kadar olur. Arada gelir zaten, hem kirli çamaşırlarını da getirir. Babası öğüt verir, ‘kötülüğe bulaşma, içkiden uzak dur’ der, belki uzatır fakat o katlanır. Yeter ki kendi hayatı olsun, nasıl olursa olsun!

Bir genç kız düşünüyorum, on sekizinde, nişanlı, kasabalı. Bir yıl öncesinden çoğu arkadaşı nişanlanmıştı, evde kalacağı korkusu içini sarmıştı. Şimdi memnun. Nişanlısı otuz yaşında, akraba, çocukluğundan beri tanıyor, beğeniyor. Esnaf; ona iyi bakacak. Lise ikiden ayrıldı, okumayacak. Hem okuyup da ne oluyor ki? Evinin kadını olur, gerekirse dükkanda kocasına yardım eder, geçinip giderler. Annesinden çok şey öğrendi; kocasını idare etmek için nasıl suyuna gitmesi gerektiğini biliyor. Babası az sinirli adam değil, gene de annesinin bir dediğini iki etmez. Çamaşır makinesi bozulunca ustaları seferber eder, yaptırır, arada ırmak kenarındaki aile çay bahçesine götürür, hiç dövmez… O da becerecek. Üstelik kendi evi olunca babaannesine bakmaktan da kurtulacak. Hep birlikte oturdular, huysuz kadındı. Sonunda yaşlandı, aklını yitirdi. Ocağı açık bırakıyor, hırsızlar altınlarımı çaldı diyor, evden kaçıp gidiyordu. Arka odaya kilitlediler. Avaz avaz bağırıp pisliğiyle oynamaya başladı. Odayı temizlemek onun göreviydi, artık bu işi iki yaş küçük kız kardeşi üstlenecek. İyi olur, bundan sonra şımarıklık neymiş, görür. Sevinecek çok şeyi var.

Bunlar ülkemizin ‘düzgün’ ailelerinin insanları. Bir de şu yüzde elli beş kayıt dışı ekonomiyi yaratan diğerleri var. Çalıştıkları mekanlardan işyeriyse en masumu kalem, defter, çay, şeker, evse et, peynir, yağ, giysi alıp götürenler, pazarda kesekağıtlarına çürük domates dolduranlar, küflenmiş peynirleri eritip taze kaşar diye satanlar, sahte içki üretip milleti kör edenler, evlerini akrabalarının üstüne geçirip belediyeden yardım, devletten yeşil kart alanlar, üç kadınla imam nikahlı yaşayıp on dokuz çocuk sahibiyim diye övünen ve erkek olan onunu bebekkenden korucu yazdıranlar, hemşerisinin gasp ettiği başkasına ait arsada otopark bekçiliği yapanlar, oy vaadiyle gecekondusuna tapu alıp üstüne altı kat çıkanlar, dilenciler, tefeciler, falcılar, büyücüler, cinci hocalar, cenazelerdeki profesyonel ağıtçılar… Çok sayabilirim ama yeter bu kadar.

Son olarak yerine hakkıyla gelmeyenler ve yerinin hakkını veremeyenler var. Bunlar okumuş yazmış kesim elbette. Koro halinde hangi iktidar gelirse onu destekleyen basın mensupları, hiç ders vermedikleri ve vermeyecekleri fakültelere bir günlüğüne gidip profesör olan hocalar, ‘aman sürerler sonra’ diye gözleri önünde konu anlatmaktan başka özelliği olmayan üniversite öğretim üyeleri, tartışmalar sırasında mevcut yönetimi yermekte birinci ama onların yandaş şirketlerinde bol kazançlarla çalışmakta sakınca görmeyen meslek sahipleri, ‘emirleri yerine getiriyorum’ diye işkence yapan hapishane müdürleri, komiserler, dili güzel kullandığı halde suya sabuna dokunmayan yazarlar, onları alkışlayan yayınevi editörleri, sıradan pop müziğinde karar kılıp meşhur olan değerli opera sanatçıları, uyuşturan televizyon dizilerinde oynayan tiyatrocular, meslek odalarının seçimine gitmeye üşenen doktorlar, mühendisler, mimarlar, eczacılar…

Tüm saydıklarım ve saymaya dilimin varmadıkları bu ülkenin vatandaşları. Şu on iki bin hanede böyleleri yoktu da nasıl insanlar vardı acaba? Diyelim ki çok kötümserim, anketçiler böyle tiplere hiç rastlamadılar. Peki, bunlarla yan yana, aynı apartmanda, mahallede, köyde, kentte yaşayanlara da mı rastlamadılar? Kimse yanındakinin ne olduğunu bilmiyor, suskunluğundan, baskısından, haksız kazancından, zulmünden, boş vermişliğinden, ezikliğinden rahatsız olmuyor mu? Bunca insan nasıl mutlu olur?

Bireyselliğini kazanamamış, biat kültürünün egemenliğindeki toplumların bireyleri ait olabildikleri oranda mutlu oluyorlar herhalde. Bir de alabildiğine bencil davranabildiklerinde. Hırslarını denetimsizce sergilediklerinde, başkalarını kendi yetersizlikleri ve eziklikleri ölçüsünde ezdiklerinde yastığa başlarını rahat koyuyorlar. Sevgi ve saygı mı? Bu çok daha uzun başka bir yazının konusu bence.

Aynı ankette hiç kitap okumayanların oranının sadece yüzde kırk dört olduğu belirtilmiş. Bu konuda iki yıl kadar önce psikiatristin birinden dudağımı uçuklatan bir monolog dinlemiştim. Adam gerilerek karısının gerçeklikten uzaklaşmasını önlemek için kitap okumasını engellediğini, kendisininse yıllardır tek bir kitap okumadığını söylemişti. Şaşkınlıktan verecek yanıt bulamamıştım. Başka dünyalara girip çıkmaktan, farklı bakış açılarıyla karşılaşmaktan, etkileşimde bulunmaktan korkan ‘sözde’ aydınlar! Ortalama vatandaşınsa doğru söylemediğinden eminim (yine de saklama gereğini duyduklarına göre seçimlerinde utanılacak bir şey olduğunu fark etmişler demektir). Ülkemizde herhangi bir konuda altı ayda bir kitap okuyanların oranının yüzde yirmiyi geçtiğini bana kanıtlasınlar, araştırmacıların ellerinden öpeceğim.

Ümidim yüzde ikide yani mutsuzlarda. Gergedanlaşamayanlarda. Ionesco’yu saygıyla anıyorum. İstanbul tiyatro festivalinde Gergedan’ı bir kez daha izleyeceğim.

2 yorum:

Maho & Maho dedi ki...

Sevgili Nedret Nitchze'nin meşhur mutlu inek tanımlamasını hatırlamak gerek; " Geleceğin kaygısı ve geçmişin yükü " olmayınca mutlu olmakta sanıldığı kadar zor değil. Aziz Nesin' i daha iyi anlıyoruz değil mi? :):(

Lame ve Dore dedi ki...

Offff bu yazı gerçekten kanıma dokundu...O kadar gerçek ki..Hepsi çevremizde olası tipler ve hayatlar, yazında en çok katıldığım ve sorunun kaynağı olarak düşündüğüm nokta "bireyselliğimizi yakalamamış bireyler" olmamız, millet olarak sosyal çevreye göre yaşayan, belirlenen kuralları sorgulamadan kabul eden ve kendine ait farklı fikirleri olmayan milletiz...En çokta karısına kitap okutturmayan adama kızdım!! Ve şuan düşünmeyen ,sorgulamayan bir nesil inşa edilmek isteniyor, okumasın, gezmesin, görmesin, hatta kafasını karıştıracak arkadaşlarıyla takılmasın....Ve hatta bu şekilde eğitim vermeye çalışan özgün öğretmenler genelde başka yerlere sürülüyor, kim yönetime gelirse bu halk alışmış el pençe duracak, güce tapacak, devletten, güçten korkacak, denileni hiç düşünmeden kabul edecek, kadın kocasıyla aynı partiye oy verecek, çocuklar büyüyünce aynı fikirlerle yoğrulacak,onların şahsında mutluluk nedir diye sorsan çevrenin kabul ettiği bir düzende yaşamak diye düşünür belki...Politika yapmak istemiyorum ama yeni düzen ve yapılmak isteyenler beni iyice umutsuzluğa sürükledi...Bence o istatistiki araştırma külliyen yalan, mutlu olmak çok zor bu topraklarda...