ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

28 Ekim 2012 Pazar

AMASRA (25 yıl sonra)

Dönemeçler tam anımsadığım gibi ama Bakacak’tan geçerken özlemle görmeye çalıştığım Amasra gizlenmiş. Sis öyle kalın ki lacivert deniz bile siluet halinde. Çok üşüyorum.

Yolda Şah mahallesinden itibaren dizilmiş binalara şaşıp kaldım; ne kadar çok! Müze uçuşan beyazlığın içinden belli belirsiz yüzünü gösterdi ve hemen kayboldu. İnince biraz yokuş aşağı, belki yüz metre yürüyoruz, ellerimizde küçük de olsa valizlerimiz… İşte meydan! Solda Kafe Kumsal; büyümüş. Küçük limanın yumuşak çizgileri aynı. Burnuma yosun kokusu doluyor, neredeyse tuzlu su soluyorum. Kimseler yok.

Dolaştık, açık dükkan bulamadık. Titreyerek Kafe Kumsal’a oturduk. Deniz kenarına değil, daha içeriye. Donuyoruz, sanki denizden biraz uzaklaşırsak titrememiz azalacak!

Hayal kırıklığı içindeyim. Saçma olduğunu bilsem de sıcacık bir karşılama bekliyordum. Kimden? Burası büyücek bir sahil kasabası, Karadeniz sonbaharının sabahında, saat sekizde henüz uyanamamış… Benim minik beldem olmaktan çok uzaklaşmış.

Arkadaşımın akıllı telefonu ortam ısısının bir derece olduğunu gösteriyor. Açıkta çay içiyoruz. Olmayacak bu iş, kalktık. Kapalı bir yer bulmamız lazım.

Sağa saptık ve bir pastane fark edip daldık. Sahibinin gözleri mahmur. Fırına yeni bir şeyler atmış. Çayı ot kokuyorsa da sıcak. Ayaklarımı hissetmez oldum. Parmaklarım bardağa yapışıyor sanki. Otele gidelim, giriş yapamasak bile lobide otururuz diye düşünüp eyleme geçiyoruz.

Meydandaki tek taksi durağında bir araç var. Şah mahallesindeki otelimizin adını söylüyoruz, yola koyuluyoruz. Şoför Amasra’lı genç bir adam. Hesaplıyorum, ben buradayken üç – dört yaşlarında olmalı. Belki de annesi soğuk algınlığı veya ne bileyim başka bir şey için bana getirmiştir. Topu topu iki taksi olduğunu, yaz aylarında bile yettiğini söylüyor. Sakin ve halinden memnun görünüyor.

Otelde güzel bir sürpriz bizi bekliyor. Erken giriş yapabileceğiz. Odamız hazırlanana kadar verandaya çıkıyoruz. Burası da açık hava ama daha ılık. Aşağıya baktığımda o sis bulutunu, etkisini hatırladığımı sandığım fakat aslında unuttuğum o vahşi, ısırıcı kümeyi yavaş yavaş yükselirken görüyorum. Masada çaylarımız, mendirek ve koyu mavi deniz arkada, resim çekiyorum.

Odada ne kadar kalın kazağımız varsa hepsini üst üste giydik, yedek battaniyeleri dolaptan çıkarttık ve yataklarımıza yatıp yaklaşık sekiz saat uyuduk. Uyandığımda ısınmış ve acıkmıştım. İçim kıpırdamaya başladı; keşfe hazırım.

Tekrar meydandayız. Artık insanlar dolaşıyor, akşam olmak üzere. Önce soldaki bakkala giriyoruz; sigara alacağım. İşte ilk hoş sürpriz! Birisi arkamdan adımla sesleniyor. Dönüyorum ve mühendis arkadaşlarımdan birisiyle yüz yüze geliyorum. Emekli olmuş, Çekiciler çarşısının girişinde küçük bir hediyelik eşya dükkanı açmış. Ayaküstü konuşuyoruz. Çok sevindim. Buralarda hala beni tanıyan birileri var!

Yemeğe tabii ki Canlı Balığa gidiyoruz. Kalabalık üstelik herkes balık yiyor ama ortalıkta ne yağ ne de balık kokusu var. Servis mükemmel, lezzet de öyle. Salata sanat eseri. Ballı yoğurtsa tam kıvamında, harika. Burası eski minik meyhaneden kocaman bir lokantaya dönüşmüş ama amatör ruhunu kaybetmemiş. Çok keyiflendim. Artık yarınki büyük tura hazırım.

Sabahın geç saatlerinde dolaşmaya başlıyoruz. Önce Büyük liman. Evimi bulamadım. Yıkılmış, yerine dört katlı yeni bir bina yapılmış. Mendireğin başlangıcından itibaren sıra sıra lokantalar ve kafeler dizilmiş, deniz onların arkasında kalmış. Plajın da kapısı var artık, etrafı tellerle çevrili, doğrudan ulaşılamıyor. Küçüklü büyüklü otel ve pansiyonlar gördüm. Anlaşılan halk tümüyle turizmden geçinir olmuş.

Büyük limanı arkamıza alıp kale içine dalıyoruz. Kabanım sırtımda ama üşümüyorum. Hava öfkeli olmak isteyip de beceremeyen sevecen bir baba gibi suratsız. Birazdan ısınacak, denizin ışıltısından belli. Daracık sokaklara girip çıkıyoruz, kale duvarlarının ardına gizlenmiş bahçelerin yaratıcı çiçek düzenlemelerine hayran kalıyoruz. Tünel gibi bir aralıktan tekrar denizi görmek mutluluk veriyor. Küçük limanın başlangıcındayız. Kemere Kahvesi’ne oturup orta şekerli iki kahve söylüyoruz. Güneş yüzünü gösterdi, az katlı binaların camlarında yansıyan ışınları Küçük limanın berrak sularında mücevher gibi pırıldıyor. Buradan Sormagir mahallesinin evleri görünüyor, çok tanıdık. Eskisi gibi burunlarını denize uzatmışlar, neredeyse yürüyüp ayaklarını suya sokacaklar. Hayretle Kemere köprüsünden araba geçtiğini görüyorum. Amasra motorize olmuş!

Karanlıkyer dehlizinin altından tekrar yürüyünce yapmam gereken önemli bir eylemi gerçekleştirdiğim hissine kapıldım. Kemere köprüsünde, arkamda tavşan adası, resim çektirdim. Yirmi beş yıl önce oturduğum yerde oturdum. Neredeyse aynı pozu vermişim. Sormagir mahallesine girip tren yoluna benzeyen Arnavut kaldırımlı tek sokağının sonuna kadar gittim. Yani Küçük limanın en güzel göründüğü yere. Kemere köprüsünü fotoğrafladım. Boztepe’ye doğru yükselirken Ağlayanağaç’ta mola verip rüzgarın ve denizin sesine kulak vererek çay içtim. İki gündür Karadenizli gibi çay içiyorum. Oradaki tezgahtan incecik, rengarenk bir şal aldım; burada kullanamayacağım kesin. Tekrar yola düzülünce Boztepe’nin çalılıklarına daldım. Islak ot kokusu her yerde. Aşağıda Amasra, 90 – 60 – 90 ölçüleriyle kendini sergiliyor. Bugün sisin ardına gizlenmiyor. Aynı haşin denize üç ayrı karakter bahşeden büyülü mekan! Küçük limanda doğal durgunluk, Büyük limanda mendireğin dizginlediği heyecan ve kayalıklarda olağan Karadeniz öfkesi. Evler sanki rüzgara göre şekillenmişler, kırmızı damları birbirlerinin üzerine eğilmiş gibi duruyorlar. Tavşan adasıyla kayalıklar rüzgarın ve denizin diliyle karşılıklı söyleşiyorlar, evler dinliyor. Tanıdığım, anımsadığım, çok özlediğim o uyumlu uğultuyu ben de dinliyorum. Mutluyum.

İnince Sormagir Kafe’de soluklandık, gözleme yedik. Sonra Çekiciler Çarşı’sını dolaştık. Ağaç oyma işleri çeşitlenmiş, yanına desenli cam eşyalar eklenmiş, güzel olmuş. Tabii ki birkaç hediyelik seçtik. Meydanı kat edip müzeye gittik. Bahçesindeki eski eserlerin arasında tekrar dolaşmak çok heyecan vericiydi. Cumhuriyet Bayramı olduğu için bir sergi düzenleniyordu, eser sahiplerinin ve görmeye gelenlerin arasına biz de karıştık.

Akşam yemeğini Çeşm’i Cihan’da yedik. Güzeldi ama Canlı Balık gibi değil. Ne bileyim, ben Küçük Liman tarafını daha çok seviyorum galiba.

Ayrılış vakti. Otelimizde bir üniversitenin eski mezunları da konaklıyordu. Ellinci yıllarını kutlamaya Amasra’ya gelmişler. Ön büro müdürümüz çok esprili bir adamdı. Yaşlıları yanlışlıkla otobüslerinin kalkış vaktinden bir saat önce uyandırıp gönderdiğinden bahsederek bizi güldürdü. O gün saatlerin değişme zamanıydı, şaşırmış ama olan olmuş. “Umarım memnun kalmışsınızdır, tekrar bekleriz” dedi. Gerçekten memnun kaldık ve elbette tekrar gelmek isteriz.

İçinde iki yıl yaşadığım beldemde iki gün de olsa tekrar kalabilmek güzeldi. Değişmişse değişmiş, ben de değiştim! Kömürün etkisi azalmış, turizminki artmış. Hala büyüleyici. Üstelik esas karakterini koruyor, temiz ve ufku açık.

Ne tuhaf! Bu yazıyı Amasra gezisinden tam bir yıl sonra kaleme almışım. Her şey tekrar anı olduktan sonra. Belleğim yine gerçeklerle oynayıp bazı değişiklikler yapmıştır diye düşünüyorum.

Hiç yorum yok: