ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

8 Aralık 2012 Cumartesi

ASSOS

Bozcaada’dan Truva’ya, oradansa kıyı şeridi boyunca Aleksandra Troias, Apollon mabedi ve çevresinde yeni keşfedilen antik şehir gezisi falan derken öğlenden beri yoldayız. Arabayı ben kullanıyorum, yollar virajlı, dar, stabilize, hava sıcak, kopilotum yabancı; yoruldum. Behramkale köyüne ulaştığımızda araba sanki “öf, pöf” diyor. Aslında o hiçbir şey söylemiyor, kiralık olmasına rağmen bana uyum sağladı, direksiyonu ellerimde uysalca dönüyor, gaz da fren de sağ ayağımın emirlerine uyuyor; ehli, dengeli, güvenilir. Tepeden, sağda Ege’nin pembe ve turuncuyu kendi mavisine yedirmiş hafif çalkantılı sularına bakarken gerginliği boynunda hisseden benim. Asfalt çok dar, büklümler arttı üstelik yokuş aşağıya iniyoruz. Kontrolü kaybediverecekmişim de o güzel görüntüye doğru uçacakmışız gibi bir izlenime kapıldım. Ürküntümün anlamsızlığını biliyorum, önceden araştırdım. Limana varan yol öylesine tehlikeli ki çok uzun zamandır hiç ciddi kaza olmamış. Elli kilometrenin üzerine çıkan araç yok. Karşıdan gelenler açısından hiçbir yerde gösterilmeyen dikkati sürücüler burada gösteriyor. Fakat manzara büyüleyici, insanı adeta kendisine doğru çekiyor. Korktuğumu belli etmeden yavaş yavaş sürüyorum; arkadaşımsa denizin enginliğine, Midilli adasının ‘elini uzatsan tutuvereceksin’ yakınlığına gözlerini kaptırmış, dalıp gitmiş.

Assos’a on dokuz yıl önce gelmiştim; beş günde yediğim balığın miktarı altı aya bedeldi, alerji olmuştum. Bu kez daha temkinli davranacağım diye kendi kendime sözüm var. Yüzmeyi çok istiyorum ama suyun soğukluğu belleğimden silinmemiş, pek kendime güvenemiyorum. Otellerin restore edilmiş o güzel taş yapılarını görmeyi özlemiştim. Bu minicik, havuz benzeri limanın daha doğrusu balıkçı barınağının içinde dolaşıp korunan binlerce yavru balığıyla birlikte kendine özgü tuhaf bir gizemi var. Eski tarihle dolu bereketli doğanın arkadaşımı da sarıp sarmaladığını hissedebiliyorum.

Rezervasyon yaptırmamıştık ama sorun değil çünkü Eylül sonu ve hafta içi; sıradan sormaya başladığımızda ikinci otelde yer buluyoruz. Odaya girince şaşırıverdim. Dekorasyonda toprak renginin tonlarını öylesine uyumla kullanmışlar ki sanki açık havada ulu bir ağacın altında, gölgedeyiz de dalların, meltemin fısıltılarını dinleyerek uyuyacağız. Kapının soluna asılmış büyük levha, şu dört duvara zekice, bilgiyle verilen anlamdan bahsediyor. Homeros destanının içindeyiz, odamızın adı: Penelope. Odysseus’un karısı. Öldü sanılan kocasını beklemekte kararlı, çıkan taliplerini başından savabilmek için örgüsünü bitirme bahanesini bulup gündüz ördüğü yünü geceleri sökerek vakit kazanan kadın. Sadakatin temsilcisi. Penceremizden limana demirlemiş alçakgönüllü tekneler görünüyor, denizin ritmik sesi kulaklarımıza ulaşıyor. Tertemiz yatağa uzanıyorum, iyi ki geldik diye düşünüyorum.

Akşam yemeğinde, kıyıdaki masamıza oturmuş mezelerimizle birlikte çipuralarımızı yiyip biralarımızı içerken arkadaşım: “Yarın burada kalalım, dönmeyelim” dedi. “Tekne gezisine çıkalım. Denizden çevreye bakalım.” Demek ki gerçekten hoşuna gitti, sevindim. Yalnız bana yeni bir sorumluluk yükledi. Tekneyi nereden bulacağım? Sabaha çaresine bakarım herhalde, şimdilik gecenin tadını çıkartalım. Gündüzün sıcağı kalmadı, tatlı bir serinlik sarmaladı etrafımızı. Hırkamı giydim. İçim huzur dolu, kendimi Assos’un parçası gibi hissediyorum. Zihnimde antik çağın büyük destanı bölük pörçük dolaşıyor. Odysseus’un maceralarıyla Penelope’nin inançlı sabrındaki bütünlüğü yakalamaya çalışıyorum. Bir de Aşık Veysel düştü aklıma. ‘Benim sadık yarim kara topraktır’ der ya, ben onu hep toprağın bereketinden bahseder diye düşünmüşümdür. Ne yaparsan yap hatta hiçbir şey yapmasan, görmezden gelsen, beslemesen bile verici olan toprak… Sona gelindiğinde ise ne olursan ol kabul eden toprak... Tıpkı buralar gibi. Zeytin ve meyve ağaçlarının ekilmeden bittiği, bakılmadan dallarını yere dokunduracak kadar ürün verdiği yerler. Mezarlarında yatanlarıysa sessizce barındıran mekanlar. Aşık Veysel Homeros’u tanımazdı sanırım. Yine de dehaların vardığı sonuç aynı: Toprak sadıktır. Penelope de sadakatin temsilcisi diye toprak renklerine bürünmüş herhalde. Standart rahatlığı ve temizliğiyle kabul görebilecek bir otel odası sıra dışılığıyla kahverengiyi, bereket kaynağının rengini Anadolu’nun bereket sembolü ‘kadın’la üstelik sadık bir eşle kutsuyor. Gerçi Penelope Anadolulu değil, Kybele de Yunan Tanrıçası değil ama Ege’nin iki yakası yakın, çağrışımlar çok da boşuna uçuşmuyor kafamda. Epeyce dalgın, tabağımdaki kılçıkları çatalımla eşelerken garson yanımıza geliyor ve çekinerek bana doktor olup olmadığımı soruyor. Yayınlanan tüm sağlık programlarını izlermiş ve beni birkaç yıl önce televizyonda gördüğünden eminmiş. Yine şaşırdım. Adamdaki hafıza müthiş! Arkadaşım gülüyor, meşhur olduğumu söylüyor. Birlikte gülüyoruz. Oradan oraya atlayarak sohbet ediyoruz. Gece koyulaşırken göz kapaklarımın ağırlaştığını sezinliyorum.

Deliksiz uyumuşum. Rüya gördüysem de hatırlamıyorum. Dinç ve günü yaşamaya tam gaz istekli kalktım. Sabahın pırıl pırıl aydınlığı ilerleyen saatlerde havanın sıcak olacağını haber veriyor. İlk sürprizle deniz kenarında kahvaltımızı ederken karşılaşıyoruz. Berrak suların içinde, hemen yanı başımızdaki kayalarda ağır ağır ilerleyen kocaman bir ahtapot! Arkadaşım fark ediyor, resmini çekerken elbette lokantanın görevlileri de neye bakıyoruz diye geliyorlar. Sonrasındaysa bizim açımızdan hem merak hem hüzün, onlar açısındansa hem sevinç hem av telaşı yaşanıyor. Uzun sopanın ucundaki kancayla dışarıya alınan ahtapot, aşçının eline tüm gücüyle yapışıyorsa da kendisini bekleyen sondan maalesef kurtulamıyor. Salata yapılmak üzere mutfağa götürülüyor. İki kilo gelecek kadar büyük zavallı. Birbirimize bakıp akşama ahtapot salatası yememeye karar veriyoruz.

Resepsiyondaki genç çocuğa tekne bulup bulamayacağımızı soruyorum. Şansımız iyi; gencin babası balıkçıymış, irice bir motoru varmış. Öğleden sonrayı bize ayırabileceğini öğreniyoruz. Odada bekleyeceğimize dolaşmaya çıkıyoruz. Hava iyice ısındı artık; içimde mayom, üzerimde havlu şort ve tişörtüm var. Denize girme umudu taşıyorum. Fakat lokantaların bittiği yerdeki tahta iskeleli, çakıllı plajda ayaklarımı suya sokunca beynime kadar ürperiyorum. Ne kadar soğuk! Olmayacak. Teknelerin demirlediği akrep kuyruğu benzeri kıvrılan mendirek boyunca yürüyerek kayaların üzerine oturuyoruz. Turkuaz renkli, ışıltılı Ege sularını fotoğraflıyoruz. Yandığımızı hissedince kalkıp otellerin ötesindeki patika yola dalıyoruz. Hayatında ilk kez zeytin ağacı gören arkadaşımın resmini zeytinlerin gölgesinde durup gülümserken çekiyorum. O da nedense benim çömelip toprağa dokunmamı istiyor ve öyle basıyor makinenin düğmesine. Küçük dükkanlardaki hediyelik eşyalara göz atıyoruz. Mevsim sonu, pek bir şey kalmamış. Dayanıklı taş yapılara baka baka dönüyoruz.

İrice, üzeri mavi – beyaz tenteli balıkçı motorumuzun sahibi eski bir tır şoförü. Emekli olmaya karar verdikten sonra rastlantı sonucu dokuz yıl önce buraya yerleşmiş. Orta yaşlı, kısa boylu, tıknaz, yanık tenli, güler yüzlü, kendisiyle barışık bir insan. İstanbul’dan nefret ediyor. Kızının Silivri’de oturduğunu, torunlarını görmeye sadece oraya kadar gittiğini, asla kentin içlerine girmediğini anlatıyor. Eşi arada gidip kızlarında kalıyormuş ama o İstanbul havasına dayanamıyormuş. “O gürültüde, kargaşada boğuluyorum” dedi. “Assos’ta denizin sesini dinleyip yiyebileceğim kadar balık tutmak gibisi yok. Bazen şansım yaver gidiyor, üç beş kuruş kazanacak kadar bereketli avlarım da oluyor. Çok derinlere açılmam, Yunan karasularına yaklaşmam. Yazın seçerek birkaç turist gezdiririm. Oğlumun işi iyi, sağlığım yerinde, mutluyum.” Kesintisiz uzanan ufuklara bakmaya alışmış, çok gezip çok görmüş, ne istediğini bilen bir adam. Sıkıntılarını büyütmemeyi öğrenmiş.

Teknemiz ağır ağır mendireğin dışına çıkıyor. Soldaki burna doğru ilerliyoruz. Motor gürültülü, birbirimize sesimizi zor duyuruyoruz. Hafif çırpıntılı sularda seyrederken oteller bölgesine bakıyorum. Bu açıdan hiç görmemiştim. Sırayla dizilmiş eski palamut ambarları… Taşlar diyarı, korsan barınağı. Limanın ardında yükselen dik yamacın tepesinde antik şehrin kalıntıları göze çarpıyor. Oradan güneşin batışını izlemek vardı ama bu kez olmayacak, bir sonraki sefere… Belki de her şeyi tek dokunuşta tüketmemek, eksik bırakmak daha iyidir. Bıraktığın yerden devam etmeyi özendirir, özletir, beklenti yaratır.

Burnu dönünce nefis bir koy çıkıyor karşımıza: Kadırga. Elimi suya sokuyorum ve Assos’taki soğukluğu değil, sadece serinliği algılıyorum. Burada denizin ısısı üç dört derece daha fazla, şaşılacak şey! Kıyıya yanaşmayı deniyorsak da ölü dalgalar yüzünden imkansız; açıkta demirliyoruz. Kıç güvertesinden kendimi Ege’ye bırakıyorum. Sahile kadar yüzüyorum, oradan arkadaşıma el sallıyorum. Tekrar derinlere kulaç atıp ilerideki otelin iskelesine yaklaşıyorum. Sırtüstü yatıyorum. Güneş ışınları yüzümü okşarken kendimi tertemiz suyun ritmiyle salınmaya bırakıyorum. Neredeyse uykuyla uyanıklık arasındayım. Tuz hafifçe cildimi dalayıp serinlik ürpertmeye başlayınca tekneye dönüyorum. Bir saate yakın yüzdüm, yenilendim, tüm yorgunluğum martıların kanatlarında uzaklara uçtu.

Kadırga’dan sonra burnumuzu Midilli’ye çevirip on beş dakika yol alıyoruz ve tekrar demirliyoruz. Türk karasularının sınırındayız. Sardalyeler hazır, balık tutacağız. Yedi yaşındayken bir kez babam ve iki tanışıyla Çanakkale’de kayıkla balığa çıkmıştık. Beş saatte yedi balık tuttuğumuzu ve çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Arkadaşımsa çok uzun yıllar öncesinden deneyim sahibi ama ırmakta. Rehberimize güveniyoruz ve oltalarımızı salıyoruz. Dibe vurup çok az yükseltmeyi öğreniyoruz. Tuttuk! İkimiz de birer Barbunya yakaladık, yenebilecek büyüklükte. Küçükleri iğneden kurtarıp denize geri veriyoruz. Su kuşları çığlık çığlığa kapıp götürüyorlar. Tır şoförü teknecimiz Karagöz yakalıyor hem de üç tane. Orada iki saat süreyle aklımızdan avlanmak dışında her şeyi silip atarak arınıyoruz.

Motoru limana doğru yönlendirdikten sonra yeni dostumuz dümeni bize bırakıyor. Ben bu işten biraz ürktümse de arkadaşım hemen benimseyiverdi. Yanaşma kısmı hariç bizi mendireğe kadar o getirdi. Hiç fena değildi. Teşekkür ederek, telefonlarımızı verip alarak ayrılıyoruz. Üç buçuk saatin nasıl geçtiğini anlamadık bile. Çok güzeldi, unutulmazdı.

Akşam yemeğinde kendi tuttuğumuz balıkları yedik. Üstelik dostumuz Karagözleri de hediye etmişti. Lezzetli ve doyurucuydular.

Dönüş gününün sabahında içimde ayrılık hüznü var. Çabucak toparlanıp hızlıca kahvaltımızı yapıyoruz. Otelden ayrılırken ön büro müdürüne oda dekorasyonunun özgünlüğünü çok beğendiğimi söylüyorum. “Her odamız farklıdır, memnun kaldığınıza sevindim. Farklı bir konsept denedik” diyor. Vedalaşmanın ardından arabamıza biniyoruz. Onu özlemişim. Ne de olsa iki gündür kullanmadım. Yolu ağır ağır tırmanıp Behramkale’nin içinde park ediyoruz. Dar, arnavut kaldırımlı, dik sokaklardan tepeye, antik kente yürüyoruz. Taş evlerin önlerine örtüler, el işi oyuncaklar, zeytinler, kekikler, naneler, sabunlar dizilmiş. Köylüler alalım istiyorlar. Bir iki şey alıyoruz elbette ama asıl isteğimiz Aristo’nun üç yıl ders verdiği o surların içine girmek.

Gezdik. Athena tapınağının önünde resimler çektik. Tüm bölgede taşlar aynı; pembemsi ve dayanıklı. Yüzyıllardır kullanılıyor, hala işe yarıyor. Yabancı turistlerden başka Türk gençler de vardı, onları gördüğüme sevindim. Geçmişini öğrenmek şimdiye çok şey katıyor, bunun bilincine erken yaşta varanlara hayranlığım sonsuz. Orada, açık havada verilen felsefe derslerini hayal ettim. Eski zamanın çarşısını, tanrıçalarına adaklar sunan insanları belleğimde canlandırmaya çalıştım. Gözüm sık sık Ege’nin ışıldayan sularına takıldı. Hafif buruşmuş yüzeyiyle nasıl da turkuaza çalan, özel bir mavisi var! Midilliyse dokunulacak kadar yakın. Doğa, köy, kent kalıntıları, liman, hepsi uyumla bir aradalar. Öyle olduğu için de bereket sürüyor, insanlar doyuyor.

Kenara kadar gidip bir kayanın üzerine çıktım ve antik yerleşimin tepesinden limanı fotoğrafladım. Zeytin ağacının biri de dallarını uzatıp görüntüye giriverdi. Bence en güzel resim bu oldu.

Assos’a tekrar gitmek istiyorum. Güneşin batışını Aristo’nun mekanından izleyeceğim. Artık o zaman arabayı başkası kullanır; karanlıkta aşağıya inmek benim yapacağım iş değil.

1 yorum:

algı dedi ki...

O kadar etkilendim ki; Assos'a yıllar önce gittiğim halde, "aynı yere mi gittim acaba?" dedim. Edremit'e gittiğimde ilk işim Assos'a uğramak olacak. Betimlemeler şahane, insanda görme arzusu uyandırıyor.