ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

28 Ekim 2010 Perşembe

SEVGİLİNİN GÖLGESİ (AZ DENEME, ÇOK ÖYKÜ)

Özlemek nedir?

Anne, askerdeki çocuğunu özler. Genç kız, öteki şehre okumaya giden sevgilisini özler. Kadın, kendisini görmezden gelen kocasını özler. Delikanlı düşündeki huriyi, baba olmuş erkek kaybettiği babasını, dedeyse bir türlü getirilmeyen torununu özler. Ne hissederler?

Varlığı gündelik yaşamda isteneni çağırmaktır özlem. Geçen zamanı anlamsız kılar. Her pişirilen tadında olmalıyken, bir tutam az konmuş tuzdur. Bir gülümsemesi eksik nefes, bir sözü söylenmemiş duygu, bir dokunmasından kaçınılmış hayattır. Mutluluk arayışında gerçekleştirilemeyen tüm eksikliklerdir. Sanki her şeydir.



Kapıyı açtığında elini duvara uzatıp lambayı yaktı, karşısındaki aynaya dikkatlice baktı. Kirli sakallı, esmer, toparlak yüzde altları torbalaşmış yorgun gözler, ince burun, kalın dudaklar... Siyah deri montlu, marka pantolonlu, uzunca boylu, hafif göbekli, otuzlarının sonlarında, sıradan bir adam. Tepeden yansıyan ışık erken seyrelmiş saçlarındaki tek tük beyazları belirginleştiriyor. Başını sağa çevirdi. Salondaki geniş pencerenin perdesi çekilmemiş; karşı apartmanın yaşayan dairelerinden ulaşan huzmelerle içerideki televizyon, yanındaki koltuk, üstünde asılı duran kıyı manzarası resmi, kütüphaneyi dolduran biyoloji kitapları camda kendilerini çoğaltıyorlar. Tülün kıvrımları hafifçe dalgalanıyor sanki. Önündeki kanepe kara bir beton bloğa benziyor. Girişteki aydınlık bu büyücek mekanda alacakaranlığa dönüşüyor, rengi belli olmayan halının tüyleri gölgeleniyor.

Öylece yürüyüp girdi. Beş yıldır yerleri değişmemiş eşyaların ortasında durdu, kanepede sessizce oturan kadına baktı. Onu farkedip etmediği anlaşılmıyor; hareketsiz. Bacakları görünmediğine göre sabahlık olmalı üzerinde. Parmaklarının arasındaki sigaranın dumanı belli belirsiz yükseliyor, ucu ateş böceğine benziyor. Kucağında kristal kül tablası var, kenarları hafifçe ışıldıyor.

"Günün nasıl geçti?" dedi kadın, ağzını açmadan.

"Her zamanki gibi sıkıcı."

"Ben de burada sıkıldım. Sen gittikten sonra hiçbir şey yapmadım. Yemek yemedim, su içmedim, sadece sigara. Balkon kapısını açtım bir ara. Üşüyünce kapattım. Çok mu havasız burası?"

"Hayır, iyi" diye yalan söyledi.

"Yanıma gelsene!"

"Kaybolursun diye korkuyorum."

"İstemezsen kaybolmam."

"Böyle daha güvenli. Dün akşam yanına oturmuştum, hatırlıyor musun? Yine bu sabahlık vardı üstünde. Bir anda yok oldun."

"Sen bilirsin."



Ömer işten çıkınca haftada en az iki kez uğradığı kitapçıda karşılaşmıştı Canan'la. Göz bebeklerini belli etmeyecek kadar koyu kahverengi gözlerinin içinde çoğaldığını sanmıştı. Nasıl kahve içmeye ikna ettiğini sonradan hatırlamamıştı bile. Tek arzusu yanından ayrılmamasıydı. Oturdukları kafede ona uzun zamandır bir araya gelemediği, özlediği bir yakınıymışçasına yaşantısını anlatmıştı. Hep mimar olmak isteyip sonunda başardığını, çalıştığı büroya belki de şans eseri kabul edildiğini ama çabalayarak yükseldiğini, on yıldır heyecanı azalmadan proje çizmeye devam ettiğini, işini sevdiğini peş peşe sıralamıştı. Yaşını söylemişti: "Otuz üç". Hemen arkasından bekar olduğunu da eklemişti. Konuşurken kulaklarının yandığını hissediyor, yüzünün kızarıp kızarmadığını merak ediyor, kızın da kendisi gibi etkilenip etkilenmediğini nasıl anlayacağını bilemiyordu. Şimdiye kadar çıktığı, sevgilisi olmuş hiçbir kadına benzemiyordu. Öyle doğal, öyle güzel, öyle sevimliydi ki! İlk görüşte aşka inanmazdı fakat işte duyduğu her şey farklıydı. Çevre renklenmişti sanki. İnsanlar daha canlı, daha güler yüzlüydüler; aniden değişmişlerdi. Önlerindeki kaldırım daha temiz, cadde daha az gürültülüydü. Bütün arabalar yeni, sokak lambaları zevkli, başıboş köpekler zararlı değil sadece meraklıydılar. Hayat birdenbire düzen ve anlam kazanmıştı. Tüm canlılar sevinç içindeydi.

Ertesi gün için randevu kopartmayı başardı. Üçüncü buluşmalarında o tatlı gamzesinin kenarından öptü. Canan da dudaklarından. Vişne tadındaydı ağzı. Boynunun kokusu kır çiçeklerini andırıyordu. Kabarıp duran kıvırcık saçları denizin dalgaları gibiydiler, aralarında ellerini kaybetti. Evine davet etti. Tutkudan tükeneceğini, eriyip kaybolacağını sanıyordu. Sevişirlerken: 'Ah, böyle dursa zaman!' diye geçti içinden.

Birlikte yaşamaya başladılar. Ömer'in evini paylaşıyorlardı. Canan biyologdu. Bir üniversitede öğretim görevlisiydi, araştırmacıydı. Kütüphane biyoloji kitaplarıyla doldu, taştı. Salona babasının hediyesi olduğu için çok sevdiğini söylediği kıyı manzarası resmini astı. İki kişilik bir yatak satın aldılar. Geceler aşağı yukarı uykusuz geçiyordu. Tekrar tekrar birlikte oluyor, birbirlerinin varlığından uzaklaşırlarsa boşluğa düşeceklermişçesine sarılıp bütünleşiyorlardı. "Seni seviyorum" diyordu kız. Ömer'in ayakları yere değmiyordu. İşte müthiş bir enerjiyle çalışıyor, zamanın nasıl ilerlediğini anlamıyor, akşamları aşık olduğu kadının yanında kendisini tamamlanmış, her zorluğu yenebilecek güçte hissediyordu. Gün içindeki olayları tüm ayrıntılarıyla paylaşıyorlar, birbirlerine dokunmadan yan yana oturamıyorlardı.

Dört ay sonra bir yemek sırasında öylesine sorulmuş bir soruya gelen içtenlikli yanıt ve devam eden konuşma bazı şeyleri değiştirdi.

"Daha önce sevgilin oldu mu?"

"Evet."

"Kaç erkekle yattın?"

"Bir kişiyle. Nasıl soru bu?"

"Onu sevdin mi?"

"Çok sevmiştim. Ama aşk hastalık gibi bir şey. Bitti."

"Benden çok mu?"

"Niye böyle bir şey soruyorsun ki? Kimse kimseye benzemez. Senin de hayatında kimbilir kaç kadın oldu, ben merak ediyor muyum? Erkekler için doğal olan kadınlara gelince neden irdelenmeye başlanıyor, anlamıyorum."

Ömer kendisini aldatılmış hissetti. İçindeki burukluğa anlam vermeye çalıştı. Canan'ın geçmişinin olmaması, geride bıraktığı kimsenin bulunmaması gerektiğini söylüyordu derinlerden gelen bir ses. Eşsiz değildi. Belki ona sadece kırık kalbini onarmak için yaklaşmıştı. Bunu anlaması olanaksızdı. O adam aralarına girecekti ilişkilerinde. Sevişirlerken eski aşığını hayal etmediğini nereden bilecekti? Tekrar ona dönmeyeceğinden nasıl emin olacaktı? Başka bir erkeğe kapılması da mümkündü, nasıl engelleyecekti? Vazgeçemeyecek kadar çok seviyordu bu kadını. Ya giderse? Kendisini biraz geride tutması, tutkusunu alabildiğine serbest bırakmaması gerektiğini düşündü ümitsizce; kalbi sıkıştı, gözleri doldu. Belli etmemek için masadan kalkıp su içme bahanesiyle mutfağa gitti.

O gece geniş yataklarının solunda, kapı tarafında yatmak istediğini söyledi. Canan'a dokunmadı. Uzun koridorun açık bir ağız gibi davetkar derinliğine bakarken yavaş yavaş uykunun kuyusuna yuvarlandı. Dalmadan hemen önce kızın ayaklarını onun iki bacağı arasına soktuğunu, saçlarını okşadığını duyumsadı. Dönüp sarılmak istedi ama yapmadı. Ertesi sabah rüyasız uykusundan yorgun kalktı.

Burukluk geçmedi. Göğsünün ortasına taş gibi oturmuştu. Artık hep kapı tarafında yatıyor, seviştikten sonra Canan'a sırtını dönerek uyuyordu. Sevgilisinin elleri vücudunda geziniyor, ılık nefesi ensesini ısıtıyor, Ömer dudaklarını ısırıyordu.

Tekrar aynı konuda konuşmadılar. Canan'ın beden dili Ömer'e aşık olduğunu söylüyordu ama o şüpheden kurtulamıyor, durakladığı yerden bir adım ileriye gidemiyordu.

Altı ay böyle geçti. Bir gün Canan midesi bulandığı için kahvaltı edemedi. Ardından iki hafta süresince her sabah kustu. İşe geç kalıyor, sararmış yüzündeki kocaman kara gözleri hüzünle parlıyordu. Ömer'in kalbi parçalandı fakat soru sormadı. Kendiliğinden gelen herhangi bir açıklama da olmadı.

Üçüncü haftanın başlangıcında, gece yarısından sonra aniden başlayan, kıvrandıran karın ağrısıyla hastaneye gitmek zorunda kaldılar. Dış gebelik teşhisi, acil ameliyat, durdurulamayan kanama, yirmi dört saatten daha az sürede gerçekleşen yok oluş! Canan Ömer'i öylece bırakıverdi.

Cenazede anneyle babayı gördü. Acıdan ayakta duramayan iki orta yaşlı insan. Konuşmadılar. Karmakarışıktı, boşluğu yaşıyordu; onları umursamıyordu aslında. Donmuş gibiydi. Bundan sonra nasıl devam edeceğini bilmiyordu.



"Beni gerçekten sevdin mi?"

"Canımdan fazla. Nasıl anlamadın?"

"Benden öncesi vardı. Diğeriyle karşılaştırmadın mı hiç?"

"Hayır. O bitmişti. Yaşadığım için pişman olmadım, çok güzeldi. Bir aşktan diğerine insanları taşırmışız, kim söylemişti unuttum. Belki bazı izler vardı, hissettin, kıskandın. Oysa kıyaslamıyordum. Tamamen farklıydın. Tekrar bütün olmamı sağlamıştın. İnandıramadım. Hep arkanı döndün bana."

"İlk olmak isterdim."

"Değildin ama sana aşık oldum. Sonra da yalan söyleyemedim."

"Kendimi aldatılmış hissettim. Herhangi biriydim, özel değildim sanki. Gidersen katlanabileyim diye uzaklaşmaya çalıştım."

"Aptalcaydı. Yine de çok üzdü beni."

"Ben sıradan bir adamım. Seni kırdığım için nasıl özür dileyeceğimi bilmiyorum."

"Aşkta pişmanlık yoktur. Hem boşver, geçti artık."

"Kızgın mısın?"

"Kusarken ne olduğunu sormanı isterdim."

"Yapamadım."

"Biliyorum."

"Yanına gelmek istiyorum. Lütfen kaybolma."

"İstemezsen kaybolmam."

Kanepeye doğru yürüdü. Ayakkabıları halının tüyleri arasına gömülüyor, ayakları ağırlaşıyordu sanki. Üç adımlık mesafe sonsuzluk kadar uzadı. Nefes nefese yanına oturdu. Kadın hareketsiz, yüzü belirsizdi. Sigarasının külü uzamıştı. Ömer titreyerek elini tuttu: Oradaydı.

"Yatalım mı?"

"Sen bilirsin."

Giriş ışığından başka aydınlatmanın olmadığı evde elele uzun koridoru geçip yatak odasına geldiler. Kapıyı kapattı. Karanlıkta sendeledi. Zorlukla ulaştığı yatağın üzerine örtüyü kaldırmadan, montu ve pantolonuyla uzandı; sağa, duvara arkasını vererek. Gölge sola yattı. Sırtını kapıya döndü, iyice sokuldu, silinmiş yüz hatlarındaki boş gözlerini kapatıp başını göğsüne gömdü. Ömer içindeki özlemin azalmasını umarak sımsıkı sarıldı yokluğa.



Böyle dramatik yaşanması gerekmez. Kimsenin öykü ya da roman kahramanı olması da gerekmez. Gündelik hayatta biraz hoşgörü, biraz özgüven her şeyi halledebilir. Yeter ki ta içten istensin, hareketi sağlayacak cesaret bulunsun.

Kavuşamamanın acısıyla yananlar için...

Hiç yorum yok: