ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

5 Aralık 2013 Perşembe

YEREBATAN SARNICI

Sultanahmet köftecisinin önündeki kuyruğu aşıp yokuş aşağı ilerliyorum. Sola kıvrılır kıvrılmaz önüme çıkıyor: Yerebatan Sarnıcı. İstanbul’un en olağandışı turistik mekanı. Doğu Roma imparatorluğu döneminden miras, yerle bir edilmemiş yüz bin ton kapasiteli dev su deposu. Bin beş yüz yaşında. Hayaleti at meydanının ilerisinde belli belirsiz düşlenebilen, günümüzde izi bile kalmamış büyük sarayın su ihtiyacını karşılamak için inşa edilmiş. Topu topu yüz elli metre ötede ise Ayasofya.

            Bir bilet alıp merdivenlerin alacakaranlığına adımımı atıyorum. Daha başlangıçta hafif bir küf kokusu burnuma ulaşıyor. Elli iki basamağın sonunda ‘eğer astımım olsaydı burada dolaşamazdım’ diye düşünerek soluklarımın derinleştiğini hissediyor, rutubetin yarattığı serinlikle hafifçe ürperiyorum. Her biri tepeden aşağıya pas içindeki demir ayaklara tutturulmuş, ters çevrilmiş metal çöp kovalarına benzeyen ama tuhaf bir şekilde güzel görünen lambaların sarı ışığı koca mekanı biraz olsun aydınlatıyor. Sütunlar, sütunlar… Toplam üç yüz otuz altı tane. Kalın tuğla duvarlar ıslak. Tavan haç biçiminde tonozlu. Yürüyüş platformunun parmaklıklarından zemine bakıyorum: Yarım ila bir metre civarında su var. İçinde Aynalı Sazanlarla Japon balıkları sakince yüzüyorlar. Hafif ve daimi bir şırıltı ile dolaşan kalabalığın bin bir dildeki konuşmaları birbirine karışıp yankılanıyor. Dış dünyanın keşmekeşini, koşuşturmacasını falan unuttum, gitti.

            İnsanların arasına karışıp ilerliyorum. Herkes her yerde fotoğraf çekiyor. Aslında görüntü aşağı yukarı hep aynı ama öylesine gizemli bir atmosfer ki tüm ziyaretçiler hem burasını hem de kendi varlıklarının buradaki gerçekliğini belgelemek gereğini hissediyorlar. Sarnıcın ortalarında bir yerde taş oyma sanatının incelikleriyle bezenmiş gözyaşı sütunu yer alıyor. Üzerinde erişilebilecek uzaklıkta bir delik var. Belli belirsiz su sızdırıyor. Altındaki bölgeye dilek havuzu denmiş. Suyun içi bozuk para dolu. Dünyanın değişik ülkelerinden gelen, daha mutlu olmak isteyen tüm gezginler parmaklarını o deliğe sokup birkaç saniye tutuyor sonra gözlerinde ümitle uzaklaşıyorlar. Söylenceye göre ise bu sütun, binanın inşası için çalışan ve ölen yedi bin kölenin ardından ağlamaya başlamış, gözyaşları yüzyıllardır durmamış.

            ‘Medusa’ levhalarını takip ediyorum. Loş ışıkta sarı metal üzerine yazılmış açıklamayı okumak kişiyi Yunan Tanrılarının diyarına taşıyor. Yeraltı dünyasının dişi canavar kız kardeşlerinden tek ölümlü birey olan Medusa, kendisine bakanı taşa çevirme yeteneğine sahip. Güzel bir kız ve Zeus’un oğlu Perseus’a aşık. Ancak Tanrıça Athena da Perseus’u seviyor. Üstelik Medusa’yı çok kıskanıyor. Tanrıça bu, gazabına uğramamak lazım. Medusa’nın parlak, uzun, siyah saçlarını korkunç yılanlara dönüştürüveriyor. Onu bu halde gören Perseus büyülendiğini düşünüp kızın başını kesiyor, bu başı eline alıp savaş alanlarında düşmanlarını taşlaştırarak pek çok zafer kazanıyor. Olaylara inanıldığı için Bizans’ta kılıç kabzalarına savaşçıyı, sütun kaidelerine ise o mekanı korumak amacıyla Medusa figürleri ters ve yan olarak işlenmeye başlıyor. Burada yani sarnıcın kuzeybatı ucunda da iki dev Medusa başı biri ters, diğeri yan durmuş şekilde üzerlerindeki sütunlara kaide oluşturmuşlar. Taş heykeller gerçekten birer şaheser. Kimin yaptığı, nereden getirildiği bilinmiyor. Daha önceleri çamur deryası içerisinde kaybolmuşken 1987’deki onarım ve restorasyon çalışmaları sırasında ortaya çıkartılmışlar, bu eşsiz atmosferin çekim unsurlarından biri haline gelivermişler.

            Turumu bitirip başladığım yere geri dönüyorum. ‘Cistern Kafe’’de oturup kahve içeceğim ama bu ad bana battı. Neden ‘Sarnıç’ veya ‘Yerebatan’ değil? Ismarladığım Cappucino çok sıradan üstelik tabağı kırılmış, rasgele bir cam fincanda getiriliyor. Boş veriyorum. Oturup çevreye göz gezdirmek, gelen gidenleri izlemek güzel. Ziyaretçiler burayı terk etmeden önce defalarca arkalarına dönüp bakıyor, merdivenlerde duraklayıp tekrar tekrar resim çekiyorlar.

            Kalkıp basamaklara doğru ilerlerken girişin solundaki hareketlilik dikkatimi çekiyor. Kızlı erkekli birkaç genç, Osmanlı dönemi giysileri içinde yüksek sesle, itiş kakış, küfürlü dille şakalaşıyorlar. Mahallelerindeki evlerinin önündeler sanki. Kenara taht benzetmesi iki kerevet konmuş, üzerlerine işlemeli örtüler serilmiş. İsteyen turistler beş Euro karşılığında bu Osmanlı tebaası kılığındaki olası görevlilerle (yanlarına yaklaşmaya cesaret edebilirlerse) fotoğraf çektirebiliyor veya o kıyafetleri kendileri giyip kerevetlere oturabiliyorlar. Bir de kocaman televizyon ekranı var. Görüntülerde mehter takımı yürüyor, davullar yakın plan gösterilirken gümbürdüyor, başbakan nutuk atan çatık kaşlı yüzü ile konuşuyor, konuşuyor.

Yirmi birinci yüzyılın Cumhuriyet İstanbul’undan Bizans’ın yeraltı dünyasına indim, bu loş ortamda mutlu mesut dolaşırken herhalde başıma mehteran bölüğünün tokmağıyla vurdular, bilincimi yitirip aniden inanılmaz bir karabasanın içine yuvarlandım. 

Hiç yorum yok: