ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

14 Mart 2015 Cumartesi

PRAG; ŞATO


  ‘Vltava nehri kenti birleştirmiyor, bölüyor.’

            Dünyanın her yanından gelen gezginler, aynı akarsuyun üzerinde Prag’ı aşağıdan yukarıya doğru seyretmek üzere rastlantıyla buluşmuşuz. Elimde sıcak şarabım, pencerenin yanında sırada bekleyen kahvem, aklıma geliveren cümlenin anlamını düşünüyorum. Bölünmeseydi çatışma ortaya çıkmayacaktı, o zaman belki de bu kadar çekici ve güzel olmayabilirdi. Ama ne pahasına?

            Farklı kültürlere, değerlere, yaşantılara sahip iki ayrı bölgenin birinden diğerine doğru ilerlediğimi ilk kez Charles köprüsünden geçerken hissetmiştim. Eski şehri görmüş, Yahudi mahallesinde dolaşmış, Arnavut kaldırımlı, daracık sokakların asla paralel olmayan yapısı içinde birkaç kez kaybolma tehlikesi geçirmiştim. Küçük, yürüyerek her yere varılabilen bu merkezde birbirine on metre mesafede başlayıp seksen metre uzaklaşarak farklı yönlerde biten yollarda terlemiştim. Kenti yürüyerek keşfetmeye çalışıyordum, her dönemeç bana oyun oynuyordu. Geçmiş zamanda, alacakaranlıkta sizi takip edenlerden kaçıyorsanız, izinizi kaybettirmek istiyorsanız çok işe yarayacak bir plan uygulanmıştı, belli. Derin bir nefes alıp ana caddelere kavuştuğumda tarihi sinagogların çevresini hem turist hem de cemaat kalabalığının kapladığını fark ettim. Geniş kaldırımlarda takkeli, fötr şapkalı gruplar dini sembollerini sergileyerek müzik yapıyorlardı. İzleyicileri, daha çok Praglı oldukları su götürmez Çeklerdi. Noel öncesi hareketliliği içinde bunlara merakla bakmış, renkli izlenimler olarak kaydetmiştim ama işte şimdi, yerel adıyla Karluv Most’un trafikten arındırılmış beton zeminine ayak bastığımda gördüklerim anlam kazanıyordu. Köprü Hıristiyan’dı ve ben de Yahudi yerleşiminden uzaklaşıyor, şehrin egemen Hıristiyan bölgesine doğru ilerliyordum.

            Hz. İsa ve havarileri, Hz. Meryem, değişik koreografilerde, incecik ayrıntılarla işlenmiş, o devasa bronz heykellerde donmuş kalmış. Köprünün iki yanında onlarcası birkaç metre yüksekten şu sıradan insanlara bakıyorlar. Neredeyse her birinin altında bir dilenci, secde pozisyonunda, başı önünde, çanağını uzatmış, kıpırtısız bekliyor. Seyyar satıcılar, caz müziği yapanlar falan aldırmıyor elbette; kuşlar da öyle, kayıtsızca uçup rastgele bir soğuk saç kıvrımına veya taştan kola konuveriyorlar. Yayalar ellerindeki Noel çöreklerini ısırarak usul usul akan nehri, diğer köprüleri, kırmızı takkeli maket evleri seyredip piyasa yapıyorlar. Suyun üzerinde kuğular yüzüyor, minik tekneler dolaşıyor. Fakat işte ileride geçit var, kubbe şeklinde bir giriş, taş bloğun loşluğu ardındakileri saklıyor; etkilenmemek olanaksız. Ufuğu kaplayan tepeye yayılmış kaleyle katedralin gölgeleri buraya kadar düşüyor. ‘Lesser town’, bugünkü yönetimin de merkezi; sadece ortaçağ yapıları değil, günümüzün Cumhurbaşkanlığı konutu, bakanlık binaları, parlamentosu da orada. Yontular dik dik bakarak ilerlemekte olan ölümlüleri önceden uyarıyor: ‘Egemenlerin bölgesine gelmektesin; saygılı ol, boyun eğ, bizi dinle, sevmesen de gücümüzü kabul et! Yoksa…’

            Prag’ın önceden gördüğüm tüm fotoğraflarında merdivenlerine hayran kalmışımdır. Bu şehri hep ‘aydınlık basamakların başkenti’ diye düşündüm. Ama şimdi, içindeyken, kaleye çıkarken duygularım değişti. Sanki yükseldikçe eziliyorum. Temiz bakımlı, oymalı heykeller tüm merdivenlerin başlangıcında; adımlarımı henüz atmaya başlamışken bana bakıyorlar. Sürekli tehdit altındayım. Sıradan bir turist olarak bile hareketlerimi kontrol etmeli, onların söylemek istediklerini anlamalı ve değerleri neyse algılayıp ona göre davranmalıyım. Özgürlük, keşif falan bitip gitti, yerine sarsıcı bir sorumluluk geldi. O meşhur çikolatacının leziz tadları, seyyar sıcak şarap satıcılarının uzattıkları kadehler falan yarar sağlamıyor; içimde bir ağırlık…

            Kaleden kuşbakışı çevreyi izledim. Tuğla renginin güzelliğini baş tacı yapmış düzenli, masalsı mimarisi, arada taşkınlık yapsa da genellikle uysal akan nehri, tarihi, en önemlisi insani dokusuyla kent kendisini öylesine apaçık, savunmasız sergiliyor ki! Burada ise başpiskoposun ikametgahını, St. Vitus katedralinin göğe uzanan yükseltisini tümüyle fotoğraflayabilmek için yere yatmak gerekiyor. Eskiden günahkarların içine hapsedilip ibret için seyre ve aşağılanmaya maruz bırakıldıkları korkunç kuyular, çevreleri tellerle örülmüş, korunuyor. Bir uçtan org eşliğinde yakarış nağmeleri yükseliyor. Taş döşeli yollarda insanlar başları önde, yüksek sesle konuşmaktan kaçınarak yürüyor. Hakimiyetin merkezindeyim. Ortaçağ’ın ‘Şato’sundayım aslında, hükmedenlerin sarayında. Bireyselliğimin yok sayıldığını duyumsayıp ürperiyorum.

            İlerideki tepede Komünizm için yapılmış Lenin figürü yıkılıp yerine o dönemleri simgeleyen sade bir yıldız konmuş. Belki gün gelir, Charles köprüsündeki bronz heykellerin üzerlerine de birer camdan örtü geçirilir, böylece geçmişte kaldıkları vurgulanır. Sıraya girip el sürerek Hz. İsa’nın ayak izi yontusunun parlatılmasından vaz geçilir. Yine de din başka, siyasetten çok daha güçlü, insanları yönlendiriyor. Şimdilik ‘Şato’ etkisini sürdürecek. Halkını korumaya değil, ona hükmetmeye devam edecek. Yeterince Hıristiyan olmayanlar, tüm azınlıklar ve bu kentin yerlisi Museviler içten içe sezinledikleri bir suçluluk duygusuyla ezilecek.

            St. Salvador Kilisesi’nde sıraları alttan ısıtmalı, ayaklarımın ve yüzümün donduğu o pek de iyi olmayan org konserindeki inananların kıpırtısız boyun eğişini görüp katlanmanın gereksiz sınırlarını bir saat süreyle deneyimleyince anladım. Şu uygar sanılan dünyayı Avrupa’nın belli başlı başkentlerinden birinde bile ne yazık ki hala din yönetiyor. Sırf bu yüzden masumların sessiz haykırışları kulaklarda yankılanıyor. Oysa herkes sadece kendi seçimi doğrultusunda mutlu olmak istiyor.

            Gece absent içmeden kendime gelemedim.

                                                                                                                             
             

              

Hiç yorum yok: