‘Vltava nehri kenti
birleştirmiyor, bölüyor.’
Dünyanın her yanından gelen
gezginler, aynı akarsuyun üzerinde Prag’ı aşağıdan yukarıya doğru seyretmek
üzere rastlantıyla buluşmuşuz. Elimde sıcak şarabım, pencerenin yanında sırada
bekleyen kahvem, aklıma geliveren cümlenin anlamını düşünüyorum. Bölünmeseydi
çatışma ortaya çıkmayacaktı, o zaman belki de bu kadar çekici ve güzel olmayabilirdi.
Ama ne pahasına?
Farklı kültürlere, değerlere,
yaşantılara sahip iki ayrı bölgenin birinden diğerine doğru ilerlediğimi ilk
kez Charles köprüsünden geçerken hissetmiştim. Eski şehri görmüş, Yahudi
mahallesinde dolaşmış, Arnavut kaldırımlı, daracık sokakların asla paralel
olmayan yapısı içinde birkaç kez kaybolma tehlikesi geçirmiştim. Küçük,
yürüyerek her yere varılabilen bu merkezde birbirine on metre mesafede başlayıp
seksen metre uzaklaşarak farklı yönlerde biten yollarda terlemiştim. Kenti
yürüyerek keşfetmeye çalışıyordum, her dönemeç bana oyun oynuyordu. Geçmiş
zamanda, alacakaranlıkta sizi takip edenlerden kaçıyorsanız, izinizi
kaybettirmek istiyorsanız çok işe yarayacak bir plan uygulanmıştı, belli. Derin
bir nefes alıp ana caddelere kavuştuğumda tarihi sinagogların çevresini hem
turist hem de cemaat kalabalığının kapladığını fark ettim. Geniş kaldırımlarda
takkeli, fötr şapkalı gruplar dini sembollerini sergileyerek müzik
yapıyorlardı. İzleyicileri, daha çok Praglı oldukları su götürmez Çeklerdi. Noel
öncesi hareketliliği içinde bunlara merakla bakmış, renkli izlenimler olarak
kaydetmiştim ama işte şimdi, yerel adıyla Karluv Most’un trafikten arındırılmış
beton zeminine ayak bastığımda gördüklerim anlam kazanıyordu. Köprü Hıristiyan’dı
ve ben de Yahudi yerleşiminden uzaklaşıyor, şehrin egemen Hıristiyan bölgesine
doğru ilerliyordum.
Hz. İsa ve havarileri, Hz. Meryem,
değişik koreografilerde, incecik ayrıntılarla işlenmiş, o devasa bronz
heykellerde donmuş kalmış. Köprünün iki yanında onlarcası birkaç metre
yüksekten şu sıradan insanlara bakıyorlar. Neredeyse her birinin altında bir
dilenci, secde pozisyonunda, başı önünde, çanağını uzatmış, kıpırtısız
bekliyor. Seyyar satıcılar, caz müziği yapanlar falan aldırmıyor elbette;
kuşlar da öyle, kayıtsızca uçup rastgele bir soğuk saç kıvrımına veya taştan
kola konuveriyorlar. Yayalar ellerindeki Noel çöreklerini ısırarak usul usul
akan nehri, diğer köprüleri, kırmızı takkeli maket evleri seyredip piyasa
yapıyorlar. Suyun üzerinde kuğular yüzüyor, minik tekneler dolaşıyor. Fakat
işte ileride geçit var, kubbe şeklinde bir giriş, taş bloğun loşluğu
ardındakileri saklıyor; etkilenmemek olanaksız. Ufuğu kaplayan tepeye yayılmış
kaleyle katedralin gölgeleri buraya kadar düşüyor. ‘Lesser town’, bugünkü
yönetimin de merkezi; sadece ortaçağ yapıları değil, günümüzün Cumhurbaşkanlığı
konutu, bakanlık binaları, parlamentosu da orada. Yontular dik dik bakarak
ilerlemekte olan ölümlüleri önceden uyarıyor: ‘Egemenlerin bölgesine
gelmektesin; saygılı ol, boyun eğ, bizi dinle, sevmesen de gücümüzü kabul et!
Yoksa…’
Prag’ın önceden gördüğüm tüm
fotoğraflarında merdivenlerine hayran kalmışımdır. Bu şehri hep ‘aydınlık basamakların
başkenti’ diye düşündüm. Ama şimdi, içindeyken, kaleye çıkarken duygularım değişti.
Sanki yükseldikçe eziliyorum. Temiz bakımlı, oymalı heykeller tüm merdivenlerin
başlangıcında; adımlarımı henüz atmaya başlamışken bana bakıyorlar. Sürekli
tehdit altındayım. Sıradan bir turist olarak bile hareketlerimi kontrol etmeli,
onların söylemek istediklerini anlamalı ve değerleri neyse algılayıp ona göre davranmalıyım.
Özgürlük, keşif falan bitip gitti, yerine sarsıcı bir sorumluluk geldi. O
meşhur çikolatacının leziz tadları, seyyar sıcak şarap satıcılarının
uzattıkları kadehler falan yarar sağlamıyor; içimde bir ağırlık…
Kaleden kuşbakışı çevreyi izledim. Tuğla
renginin güzelliğini baş tacı yapmış düzenli, masalsı mimarisi, arada taşkınlık
yapsa da genellikle uysal akan nehri, tarihi, en önemlisi insani dokusuyla kent
kendisini öylesine apaçık, savunmasız sergiliyor ki! Burada ise başpiskoposun
ikametgahını, St. Vitus katedralinin göğe uzanan yükseltisini tümüyle
fotoğraflayabilmek için yere yatmak gerekiyor. Eskiden günahkarların içine
hapsedilip ibret için seyre ve aşağılanmaya maruz bırakıldıkları korkunç
kuyular, çevreleri tellerle örülmüş, korunuyor. Bir uçtan org eşliğinde yakarış
nağmeleri yükseliyor. Taş döşeli yollarda insanlar başları önde, yüksek sesle
konuşmaktan kaçınarak yürüyor. Hakimiyetin merkezindeyim. Ortaçağ’ın
‘Şato’sundayım aslında, hükmedenlerin sarayında. Bireyselliğimin yok
sayıldığını duyumsayıp ürperiyorum.
İlerideki tepede Komünizm için
yapılmış Lenin figürü yıkılıp yerine o dönemleri simgeleyen sade bir yıldız
konmuş. Belki gün gelir, Charles köprüsündeki bronz heykellerin üzerlerine de
birer camdan örtü geçirilir, böylece geçmişte kaldıkları vurgulanır. Sıraya
girip el sürerek Hz. İsa’nın ayak izi yontusunun parlatılmasından vaz geçilir. Yine
de din başka, siyasetten çok daha güçlü, insanları yönlendiriyor. Şimdilik ‘Şato’
etkisini sürdürecek. Halkını korumaya değil, ona hükmetmeye devam edecek.
Yeterince Hıristiyan olmayanlar, tüm azınlıklar ve bu kentin yerlisi Museviler içten
içe sezinledikleri bir suçluluk duygusuyla ezilecek.
St. Salvador Kilisesi’nde sıraları
alttan ısıtmalı, ayaklarımın ve yüzümün donduğu o pek de iyi olmayan org
konserindeki inananların kıpırtısız boyun eğişini görüp katlanmanın gereksiz sınırlarını
bir saat süreyle deneyimleyince anladım. Şu uygar sanılan dünyayı Avrupa’nın
belli başlı başkentlerinden birinde bile ne yazık ki hala din yönetiyor. Sırf
bu yüzden masumların sessiz haykırışları kulaklarda yankılanıyor. Oysa herkes
sadece kendi seçimi doğrultusunda mutlu olmak istiyor.
Gece absent içmeden kendime
gelemedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder