ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

22 Kasım 2013 Cuma

BAĞDAT CADDESİ

Kızıltoprak’tan Bostancı’ya… Bugünün Bağdat Caddesi ya da sadece ‘cadde’ burası işte. Yeniyetmesinden ruhu otuz ikilik yetmiş yedi yaşındakine kadar tüm kadın ve erkeklerin piyasa yaptığı yer. Her iki cinsin toplu gösteri merkezi. Markaların defile alanı. İstanbul’un en pahalı dükkanlarının, en iddialı lokantalarıyla kafelerinin bulunduğu, en meşhur doktor ve diş hekimlerinin muayenehane açtığı Kadıköy parçası. Öykünmeciliğe pek yüz vermeyen Anadolu yakasında ‘mış gibi’ yapmanın doğal sayıldığı, müdavimlerinin asla kendileri gibi davranmayıp bunu ayıp addettikleri mekan. İstanbul’un Türkiye genelini temsil etmeyen, batılı ölçülerde burjuva olmaya var gücüyle uğraşıp ucundan kaçıran bölgesi.

             Avrupalı Nişantaşı’na boğazın doğu tarafındaki alternatif diye düşünenler çok. Ancak burası bir semt değil, öncelikli olarak ‘yol’. Dolayısıyla tarihi köklü denir ya; öyle işte. Bizans devrinde ticaret kervanları bir de fetih peşindeki büyük ordular tarafından kullanılmış. IV. Murat döneminde Bağdat’ı geri almak için yapılan sefere çıkan Osmanlı askerlerinin kat ettiği güzergah olmuş. Dönüşte, zafer sevinciyle şimdiki adını almış. Daha uzunmuş elbette; Üsküdar’dan çıkıp Kuşdili çayırından geçer, Bostancı’ya ulaşır, Pendik’te bitermiş. II. Abdülhamit’in hükümdarlığı sırasında ise sarayla bağlantılı zenginlerin köşkleriyle konaklarına ev sahipliği yaparak nezih bir meskun muhit olma yolunda yavaş yavaş ilerlemeye başlamış. Günümüzdeki popüler kısmı ortadaki dokuz kilometresi; geçmişten o kadar farklılık kaçınılmaz.

            İyice tanındığı on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki masalsı haline bir bakalım: Arnavut kaldırımlı şık zemininde tıngır mıngır ilerleyen faytonlarla gerçek burjuva konutlarına ulaşılan, gül kokulu dar sokaklarının yokuş aşağı denize inip yalılarla buluştuğu güzel, bakımlı, uzun bir cadde. Yirminci yüzyılın ilk yarısında yani arabalar ortaya çıkıp yaygınlaşmaya başlayınca parke taşları sökülüyor, asfaltlanıyor. Tam ortasından tramvay geçiyor. Süslü at arabaları tümüyle bitmiyor, belli bekleme noktalarında duruyorlar. Yürüyerek değil de daha rahat bir şekilde piyasa yapmak isteyenleri aşağı yukarı dolaştırıyorlar. Ahşap köşklerin bazıları yanıyor, bazıları yıkılıyor, yerlerine az katlı apartmanlar yapılıyor. Beyoğlu’na benzer bir alışveriş tarzına uygun dükkanlar açılmaya, lokantalar, pastaneler boy göstermeye başlıyor. Trafiği iki yönlü; üzerinden doğuya da batıya da gitmek mümkün. Ağırbaşlı, temiz, zor beğenir, okumuş yazmış, aileden zengin, görgülü ama biraz şımarık bir kişiliğe bürünüyor.

            Bugün için iki ucu, Kızıltoprakla Bostancı kısmen alçakgönüllü, ortası yani Caddebostan ve çevresi şişkin egodan, gösteriş tutkusundan muzdarip denilebilir. Öğrenimini tamamlamamış gençler birbirlerine bazı çalışanların aylık maaşını aşan marka giysilerle hava atarken kahkahalar etrafta uçuşmakta. Hepsi yurtdışı deneyimlerinden, gidip de dönmeme hayallerinden bahsetmekte; anne babaları gönderecek. Ama ne üretecekleri konusunda pek fikirleri yok. Orta yaşlılar çok şık, çok bakımlı. Kadınların yüzde elliden fazlası plastik cerrahinin acılı fakat aynaları gülümseten dünyasını deneyimlemiş. Erkekler vücut geliştirmenin üst sınırında, pazıları patlamak üzere. Arada sırada ünlüler göze çarpıyor; ünsüzlerden sakınmadan yan yana gezip oturuyorlar. Çünkü burada herkes kendisini ‘en’ önemli sayıyor, onlara aldıran yok. Paparazziler de caddeye öyle fazla rağbet etmiyorlar. Konuşmalara kulak verilecek olursa üç yüzü aşan kelime hazinesini yakalamak nadiren mümkün. Otun tozun bol bulunduğu söylentisi hakim, tabii el altından. Buranın pahacı mağazalarında çalışan tezgahtarlar, çoğunluğu işyeri olan apartmanların kapı görevlileriyle çocukları, mütevazı semtlerden gelen sekreterler, garsonlar, temizlik işçileri kendilerini hülyalı havaya uydurmaya çalışıyorlar. Herkes birden herhangi bir değerin değil paranın, sadece paranın geçerliliğini dayattığı bu yolda ileri geri salınıp duruyor. O kadar ki, hafta sonları tuttukları takımı destekleyenler stada topluca yürümek isterlerse veya adı sanı belirsiz bir koşu ya da bisiklet yarışı falan yapılacaksa (daha geniş, uzun, rahat, şehrin olağan yaşantısını kesintiye uğratmayacak başka cadde yokmuşçasına) önceden cılız bir duyuru ile araç geçişi aniden kesilebiliyor da kimseler ağzını bile açmıyor. Hepimiz anadan doğma sportmeniz ne de olsa! Zaten gece on ikiden sonra da burada değil miyiz? Daha BMWlerimizle yarışacağız, sabaha çok var. Yeter ki eğlence bitmesin, bir gün daha rüya gibi aksın, silinip kaybolsun; hiç uyanmayalım.

            Ortasından tramvayı, altından metrosu geçseydi, trafiği son yıllardaki gibi tek yönlü değil de hem doğuya hem batıya aksaydı, birkaç eski köşkü, konağı geniş bahçelerindeki meyve ağaçlarıyla birlikte korunup restore edilebilse, müzeleştirilebilseydi, deniz tarafındaki incecik sokakları sahil yolu denilen dolgu asfalt yerine doğrudan parklaşmış yaya ve bisiklet parkurlarıyla yalılara inebilseydi yine zenginliğini korur, sürdürürdü de bu kadar kimliksizliği, narsizmi, boş vericiliği barındırır mıydı acaba?

            Cadde, yarattığı ışıltılı refah yanılsamasıyla çok çekici. Ama İstanbul’da dolu dolu var olan geçmişin üzerine şimdiyi inşa edememenin tipik kurbanlarından.

Hiç yorum yok: