ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

24 Kasım 2013 Pazar

HEYBELİADA

Yüzölçümüyle nüfus yoğunluğu açısından iki numaralı Prens adası olarak kabul edilebilir ama yeşilliği, eski tapınakları, eğitimle, sağlıkla ilgili önemli ve ölü yapıları, barındırdığı azınlık vatandaşların çokluğu ile aslında Heybeliada ilk sıradadır. Her metinde yere düşmüş heybeye benzediği yazıyor. Bense nereden bakarsam bakayım denizin ortasına oturmuş çift hörgüçlü, başsız bir deve görüyorum.

            Meydan gibi bir rıhtım caddesi var; kısa, kalın. Bir ucunda Deniz Lisesi’nin askeri yasak alanı, diğer ucunda fayton durağı. Elbette ki Marmara’yı seyreden sıra sıra lokantaları, kafeleri dizili. Yüzü denize dönük, ufka bakan Atatürk heykelinin hemen yanından yükselerek uzanan genişçe sokağa sapıp ilerleyince ilk olarak Büyük Rum Kilisesi sonra da İstanbul’un en eski eczanesi ile karşılaşılıyor. Az daha tırmanınca pembe boyalı İnönü Evi Müzesi: Ahşap, güzel bir konak. Fakat yalnız o değil, buradaki binaların çoğu ahşap hem de yarısı kadarı bakımlı sayılır. Neredeyse tümünde yaşanıyor. Korkuluklarında yeni yıkanmış çamaşırlar, bahçelerinde köpekler... Bir kısmı bitişik nizam, çok hoş. Yokuş bitmeden sessizlik başlıyor, mega kent çabucak unutuluyor. Sadece kuş cıvıltıları, toprağın ve at tezeklerinin kokusuyla ağaçların gölgeleri var. Kızılçam koruluğuna geldik. Heybetli çamlar orman denecek sıklıkta değil, aralarından yürümeye izin veriyorlar. Adanın önemli bir kısmı yaz – kış yeşil kalan bu örtüyle kaplı. Keşke sadece ‘yangın tehlikesi’ diye yazmasa da bölgeye uygar ülkelerdekiler gibi belirli aralıklarla tabelalar konsa, nerede bulunulduğu, nereye doğru gidilirse hangi oluşumla karşılaşılacağı konusunda bilgi verilse.

            Plaj alanları hem temiz hem güzel. Meşhur Çam Limanı büyücek bir hilal şeklinde, gerçekten doğa harikası. Ona varmadan önce tanınabilir haldeki değirmenle Terk-i Dünya Manastırı’ndan bahsetmeden geçmemek gerek; özellikle ikincisinden. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında bir keşiş tarafından yapılıp 1894’deki büyük depremde tamamen yıkılmış. Kısa süre içerisinde yeniden inşa edilmiş. Kızılçamların arasında inziva için eşsiz bir mekan. Rıhtımdaki lokantaların biri de aynı ismi taşıyor. Doğrusu ilginç seçim.

            Büyük turu ve küçük (aşıklar) turuyla ziyaretçilerini mest ediyor. Dolunayda hem ana karadan hem de diğer adalardan seyrine doyum olmuyor. Bir de gün batımında. O iki büyücek tepesinin arasındaki oyuğa turuncunun tüm tonlarına bürünmüş gökyüzünden alçalan güneşin bir saklanışı var ki tüm sevgilileri birbirine kenetliyor, dostlukları pekiştiriyor, küskünleri barıştırıyor. Heybeliada’da uzun akşam yemeği sohbetlerinde pek memleket kurtarılmıyor. Memleketin halihazırda kurtulmuş olduğu yanılsaması yaşanıyor. Öylesine romantik, öylesine huzurlu.
   
            Fakat acı gerçek: Biri taammüden öldürülmüş diğeri ise kafa travması sonrası yoğun bakımda bilinçsizce yatan, uyanıp uyanmayacağı belli olmayan iki yapısı var: İlki 1924’de kurulmuş olan sanatoryum (Göğüs Hastalıkları Hastanesi), diğeri Ruhban okulu. Yakın zamana kadar vapurdan inen doktorlar faytonlarla işlerine gider, Heybeli’nin temiz havası tüberküloz hastalarına yaşam sevinci verir, iyileşme ümidi yaratırdı. Daha eski yıllardaysa dünyanın her yerinden ama özellikle Yunanistan ve ülkemizden Rum Ortodoks dininin mensupları burada din adamı olmak üzere eğitilirlerdi. Denize çıkan daracık sokaklarını adımlayan çok kültürlü halkı, yerli – yabancı turistleri, izinli hastalarıyla yakınları, hekimleri, rahipleri, askeri okul öğrencileri şeklindeki eşsiz karma insan zenginliğini, o yarısından fazlası kaybolmuş güzelliğini hayalinizde canlandırabiliyorsunuz değil mi?

            Heybeliada, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde sözü geçen yerlerden. Hüseyin Rahmi Gürpınar burada oturmuş. İsmet İnönü pırıl pırıl sularına çivileme atlamış. Yesari Asım Aksoy, ‘Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık’ şarkısını burası için bestelemiş. Kısacası küçük olmasına rağmen meşhur. Bugün için Kızılçamları henüz yanmadı, tapınakları ayakta, eski konakları bakımlı yani geçmişten günümüze doğanın ve üzerinde barınanların ona bahşettiği kimliğin esasları ana hatlarıyla korunuyor. Yine de eksilmiş, eksiltilmiş, sığlaştırılmaya çalışılmış. Epeyce darbe almış. İstanbul’daki pek çok başka rengarenk mekanla aynı kaderi paylaşmakta; tepesine vurulmuş, sinmiş.


            Gövdesi yaralı, ruhu yorgun ama Marmara’nın üzerinde ışık saçmaya devam ediyor.  

Hiç yorum yok: