ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

27 Mart 2015 Cuma

PRAG; KAFKA


            Burası Kafka’nın şehri. Prag’ın hangi ülkenin başkenti olduğunu bilmeyenler bile Kafka’nın Praglı olduğunu bilir. İkisi bütünleşmiş bir sarmal halinde tüm dünyaya seslerini duyurmuşlardır. Yirminci yüzyılın başında yeniden değişen edebiyatın ilk vurucu darbelerinden bence en etkileyicisini gerçekleştiren büyük yazar sadece orada yaşamış, ölmüş ve gömülmüştür. Ruhu hala kentte dolaşmakta.

            Mama’s Beer’i ararken öylesine ıssız sokaklara düştüm ki ürkmemek elde değil. Aslında tramvaydan on dakika önce indim; ışıklı, büyük bir caddedeydim. Biraz yokuş aşağı, biraz sağa derken çevrede tek bir canlı kalmadı, sadece koyu gri binalar. Buralarda sokak hayvanları bile yok. Birisi çıkıp çantamı çekiverse de bağırsam kimse duymayacak. Az daha derinlere gidersem borulardan kayarak yarı çıplak kendilerini sergileyen striptizci kızları göreceğim, biliyorum. Arkadaşım bana kızdı, yoruldu, merakımın peşinden onu da sürüklediğim için pişmanlık duydum ama… İşte kuytuda bir hamamböceği, ters dönmüş, iğrenç bacaklarını yavaşça kıpırdatarak yerde yatıyor. Lambanın ışığında gölgesi uzamış, büyümüş, zavallı cisminin neredeyse dört katı. Gregor Samsa henüz neye dönüştüğünün farkında değil, uyanınca anlayacak; orada bilinçsizce yeni oluşumuyla baş etmeye çalışıyor.

            Kafka Evi diye bilinen Kafka Müzesi, Charles köprüsünün Hıristiyan ayağının hemen başlangıcında, Vltava nehrinin kıyısında. Yazarın geçmişte ailesiyle birlikte burada yaşadığı söyleniyorsa da küçük gezi teknesindeki rehberimiz bunun doğru olmadığını, eski bir deponun düzenlemeler sonucu müze haline getirildiğini anlatıyor. Biletimi alıp içeriye giriyorum. Tavanı çatılmış tahtalarla alçalmış, bir daralıp bir genişleyen koridorlarının her duvarı Kafka’nın el yazısı mektupları, romanlarındaki bazı bölümlerin taslakları ile kaplı; kasvetli diyemeyeceğim fakat esrarengiz izlenimi veren loş, büyük, iki katlı bir bina. Çalan müziğin ne olduğunu anımsayamıyorum sadece beklenmeyenin hemen yanı başımda olduğunu duyumsatan, hem yumuşak hem hafifçe karanlık ezgiler. Odaların ortalarında çerçeveler içinde anne, baba, kardeşler, nişanlılar, sevgililer, arkadaşlar ve kendisi. Hiç biri gülmüyor. Ahşap çalışma masasının üzerinde kalemler, belki de Kafka’nın kullandıkları; insan yaratıcıya çok yakın olduğunu, onun düş dünyasının eşiğinde bulunduğunu hissedip heyecanlanıyor. Metinler Almanca, arkadaşım bana çeviriyor. Babasına yazıp sadece annesine okuduğu mektuptaki anlatım zenginliği ile hüznü içime işliyor. Kafka, gerçek hayatında kozasını bir türlü delip çıkamayan, kelebekleşemeyen bir tırtıl. Mutsuzluğunu unutabilmek için üretirken dehası tüm dünyayı etkilemiş.

            Çıktığımda yağmur çiseliyor, Arnavut kaldırımlı, tertemiz sokaklar cilalanmışçasına ışıldıyordu. Özenli mimarileriyle göz dolduran eski, bakımlı taş yapılarda pencerelerin bazıları aralanmış; köşedeki dükkanın önünde fötr şapkalı, biri şemsiyeli iki Çek sohbet ediyordu. Aniden yirminci yüzyılın başına ışınlandım. Üzerimde nefes almamı zorlaştıran daracık uzun elbisem, başımda çiçekli şapkam, ayaklarımda parmaklarımı vuran sımsıkı, bağcıklı, kösele ayakkabılarım olmalıydı. Eteklerim ıslanırken o adamların yanından yavaşça yürüyüp geçmeliydim. Belki tanıdıktılar, belli belirsiz gülümseyerek selamlaşmalıydık. Can acıtacak kadar güzel ve baskın kişilikli bu şehrin önemsiz bir parçası olmalıydım.

            Az ötedeki sahafa daldım. Kasadaki genç en fazla yirmi beşinde, yaşına göre çok ciddi. Bir yandan önündeki kitabı okuyor, diğer yandan girip çıkanlarla ilgileniyor. Dükkandaki binlerce eseri tanıyor, belli. Hem üst hem de alt kattaki koltuklar çok rahat. İstediğiniz kadar oturup okuyabiliyorsunuz. Kütüphanelerin düzeni evdeymişsiniz izlenimi uyandırıyor. Mükemmel bir Avrupa kitapçısı. Orada Kafka’nın ‘The Sons’ adlı yapıtı buldum, bundan haberim bile yoktu, aldım tabii. 1989 basımı, bizim eski Varlık Yayınları gibi sayfaları bıçakla kesilip açılıyor. O yazılı kağıt kokusunu derin derin içime çektim.

            Elimde kitabım, paralel sokaktaki Vino Şarapevi’ne girdim. Minicik, sevimli, hoş dekore edilmiş bir yer. Üç çeşit Çek şarabını deneyip bu yöre peynirleri ve mis gibi taze ekmekle karnımı doyurdum. Prag’ın biraları meşhur ama şarap açısından da epeyce zengin sayılır. Buruk olanlar gerçekten lezzetli. Hafif çakırkeyif, otele doğru yola koyulmak üzereyken köprünün yanındaki fırından burnuma ulaşan inanılmaz kokular tarafından durduruldum. Yağmur kesilmişti. Soğukta, açıkta, hamuru yoğurup tarçınlı şekere bulayarak uzun çubuklara dolayan, çevirerek pişiren, dumanı tüterken el çabukluğuyla alıp sepete atan becerikli işçi kızı seyrederek kahve eşliğinde Noel çöreğimi bitirdim. Yoldan geçen herkesin aynı şaşkın ifadeyle burun deliklerinin açıldığını, göz bebeklerinin büyüdüğünü görüp gülümsedim.

            Charles köprüsünden eski şehre doğru ilerlerken alacakaranlıkta arkamdan kaleyle katedralin beni süzdüklerini hissettim. Dönüp bakmadım. ‘Şato’nun ilk satırlarında o tepenin sisle kaplı olduğu, görünmediğini yazılmıştır. Gerçi K.’nın gittiği yer köydür ama Vltava’nın rüzgarını estirir.

            Kafka’nın mezarını ziyaret etmek istemedim. Ne tuhaf; ailesinin evinden çıkamamış, anlam veremediği bir iş yapan, memur olarak yaşayıp istemesine rağmen evlenemeyen, genç yaşta tüberkülozdan ölen, onu ezen Yahudi babasının yanına gömülen mutsuz, dinsiz bir Praglı. Kışkırtan, uyandıran deha! Nasılsa toprağın altında değil; yaşıyor. Nehrin kenarlarında kulaklıkla Smethana dinleyerek koşan kentlilerine eşlik ediyor. Dönüştürdüğü kendi dünyasıyla bugün bile gerçek dünyanın değişimine katkıda bulunuyor. Benim için birkaç gün de olsa onun büyülü şehrinde bulunmak büyük ayrıcalıktı. 

Hiç yorum yok: