ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

16 Haziran 2010 Çarşamba

BOLİVYA - UYUNİ YOLU

Sabah otobüse binerken yer kavgası çıktı. Herkes öndeki iki sırada oturmak istiyor. Biz karışmadık. Arkaya yakın iki koltuğa geçip ortalığın durulmasını bekledik. Tek tek oturulabilecek kadar büyük otobüsümüz. Ağız dalaşı sonrası rehberimizin yüzü renk değiştirdi. Morardı. Kalamiti Jane, en arka sıraya yerleşip sessiz kalmayı yeğledi. İşin gerçeği, dünkü Titicaca macerasından sonra tüm grubun sinirleri bozuldu.

İki şoförümüz var. Saçları siyah, tenleri güneşte kavrulmuş gibi görünen esmer, genç adamlar. Kumanyalar yüklendi. Aslında onlara pek gerek yok. Herkesin yanında öyle çok çerez, kuru meyve, bisküvi, çikolata falan var ki yolun ortasında kalsak ve kimse bizi kurtarmaya gelmese bile hepimize bir hafta yeter. Ben en çok grup arkadaşlarımın bunca yiyeceği nereye koyduklarını merak ediyorum. Onların çantaları da bizimkiler kadar. Üstelik hem bizden daha çok yedek giysi almışlar hem de daha fazla alışveriş yapıyorlar. Peki, o valizler nasıl hep aynı büyüklükte kalabiliyor? Mutlaka gizli bölmeleri var.

Tekerlekler döndü. Copa Cabana'yı arkamızda bıraktığımızı sanırken kasaba sahilinin başka bir kısmına gelip durduk. Rehberimiz: 'İnin' dedi. Canı sıkkın. Asıl yol, gölün dar bölümünden geçtikten sonra karşı yakada başlayacakmış. Buranın arabalı vapurları kenarlıklı sallara benziyor, güvenliksiz. O nedenle insanlar ayrı, araçlar ayrı geçiyor.

İçimizde derin izler bırakan gezi motorumuzun az büyüğüne bindik. Otobüsümüzse kendi salına yüklendi. Resmini çektik tabii. (Yukarıda) Eşyalarımızla birlikte batacak olursa suya gömülmeden önce tekrar çekeceğiz. Yapacak başka bir şey yok.

Neyse, sağ salim karşı yakaya vardık; hem bizler hem de otobüs. Karada olmak gerçekten güzel. Asıl yolculuk başladı. Yol stabilize taş. Bizim Anadolu yollarının çoğu da öyledir ya. Bir gidiş bir geliş olarak düzenlenmiş. Öyle çok geniş sayılmaz. Kısmen düzlük bir arazide ilerliyoruz. Otobüsün süspansiyonu pek iyi değil, sarsıyor. İçerideki tuvalet hafif hafif kokuyor. Ama şimdilik öyle önemli bir problem yok.

Pencereden etrafa bakıyorum. Yerleşim bölgeleri bitti, çorak araziden geçiyoruz. Bazı yerler çölleşme belirtileri göstermeye başlamış. Bolivya'nın iç kısımlarına doğru ilerliyoruz. Akarsu seçilmiyor. Tekdüze görüntüler. Biraz çektiğimiz resimleri inceliyoruz, 'İstanbul'da şu anda neler yapıyor acaba bizimkiler?' diye sohbet ediyoruz, saat farkına göre tahminlerde bulunuyoruz (sekiz saat gerideyiz, Türkiye'dekiler her şeyi bizden önce yaşıyor); vakit geçiyor. Ondan itibaren hava ısınmaya başladı. Önce montlar sonra kazaklar çıktı. Herkes tişörtleriyle terlemeye başlayınca klimanın açılmasını rica etmek gafletinde bulunduk. Elbette ki otobüsün kliması bozuk. En iyisi uyumak.

Öğle oldu. Orta büyüklükte bir şehre girdik. Derme çatma, sıvasız yapılar burada da var. Caddeler dar, trafik kaotik. Hareketli, gürültülü, düzensizliği ilke edinmiş bir yer. Yolda sıkışıp yarım saat oyalandıktan sonra lokantaya vardık. Madem burada yemek yiyecektik, kumanyalara ne gerek vardı? Arkadaşım: 'Herkes senin gibi değil. Normal insanlar dört saatte bir acıkırlar' diyor. Topu topu altı saatlik yolumuz kaldı. (Gerçekten mi?)

Yemekte ilginç şeyler var. İçi sebzeyle doldurulmuş kuzu budu, Alpaga eti ve tavuk seçeneklerinden sonuncusunu tercih ediyorum. Diğerlerinden de tadıyorum. Hepsi lezzetli. Hatta Alpaga ile kuzunun tabaklardaki resmini bile çekiyorum. Bira içebilir miyiz? Tabii. Bu bölgenin 'Huari' diye bir birası var, güzel içimli. Ben büyük şişe istiyorum. Nasılsa yolda arada durur, ihtiyaç molası veririz, değil mi? Hem otobüsün de tuvaleti var.

O yemek ve bira bugünkü yolculukta yaşayacağım son güzel şeyler oluyor. Şehirden çıkar çıkmaz yol bitti. Çöle girdik ve neye uğradığımı şaşırdım. Girmek de ne kelime? Saplanmamak için çırpınmaya başladık demek daha doğru olur. Otobüs hırıltılarla debelenirken biz de içinde sağa sola savrulmayalım diye koltukların kenarlarına sıkı sıkı yapışıyoruz. Ufka kadar her yan taş, toprak. Üstelik Titicaca'nın dalgaları gibi inişli çıkışlı, düz değil. Güneş tepemizde. Camları açmıştık fakat öyle bir toz doluyor ki içeriye, hepsini aceleyle kapatıyoruz. Bantlasak mı acaba? Zıplarken nasıl yapacağız? Bazıları üstlerini silkelemeye çalışıyorlar. Ne anlamsız bir uğraş! Maske takanlar bile var. Bu konuda haklı olabilirler. Rehberimize çıkışanlar, çölün göbeğinden geçeceğimizi söylemediği için sitem edenler dolu. Adamcağızın yüzü tekrar morarıyor. Ama toz bulutu, içerisini tek boşluk bırakmayacak şekilde kapladığı için pek belli olmuyor. Birbirimize bakıyoruz. Olduğu gibi kabullenmek en iyisi. Başımızı soktuk bir kere, ne yaşayacaksak yaşayacağız artık.

Bir saatin içinde hem de öylesine sarsılırken beş altı kişi tuvalete gitti. Ben de mi gitsem acaba? Bira etkisini göstermeye başladı, mesanem doluyor. Ama böyle zıplarken olmaz ki! Nasılsa dururuz, biraz daha dayanırım.

Gürültüyle yalpalıyoruz ve neyse ki devrilmeden durabiliyoruz. Ön kapının üzerindeki cam patladı. Taş sıçradı herhalde. Önde oturanlar kucaklarındaki cam kırıklarını temizlemeye çalışıyorlar. Neyse, kimse yaralanmadı. Rehberlerimizle şoförlerimiz ortalığı toparlayıp durum tespiti yapıyorlar. Hazır durmuşken tuvalete gitmeli. Fakat benden önce davranan bir grup elemanı kötü haberi veriyor. Sifon çalışmıyor artık. Musluktan su da akmıyor. Hayır, gidemem. Dayanmaya devam.

Öylece yola çıkmaya karar veriliyor. En fazla iki yüz metre gidip tekrar duruyoruz. Tozdan boğulacağız. Şu camsız pencereyi bir şekilde kapatmak lazım.

Otobüsün kliması çalışmıyor, tuvaleti iptal oldu falan ama baş üstü setlerde kocaman naylonlar hazır. Şoförler önlem almışlar. Demek ki bu bölgede olaysız yolculuk imkansıza yakın. Kalın bantlar bile var. Hemen işe girişiyorlar. Naylonlar uygun boyutta kesiliyor, hazırlanıyor. Kalamiti Jane de yardım ediyor. Bu tür işlere alışık görünüyor, eli yatkın. Aralarında Aymara dilinde, Türk rehberimizle de İspanyolca konuşuyorlar. Son derece sakinler. Kalmış kırık parçalar temizleniyor. Suni camımız oluşturuluyor. Fena değil. Motor çalışıyor, tekerlekler bir kez daha dönüyor.

En fazla beş kilometre gidebiliyoruz. Naylon penceremiz önce aralanıyor sonra bantlarından kurtulup özgürlüğünü ilan ediyor. Tekrar duruyoruz. Bu kez daha dikkatli bir işlem gerçekleştiriliyor ve elbette ki daha uzun sürüyor.

Gidiyoruz ya da gitmek için gayret gösteriyoruz. Otobüs sarsıla sarsıla taşların üzerinden geçiyor. Herhalde saatte on kilometreyle falan ilerliyoruz. Yakınmalar sırasıyla: 'Belim ağrıdı, kollarımın gücü kalmadı, sırtım gerildi, tozdan boğulacağım, tansiyonum çıktı, ayaklarım şişti' şeklinde geliyor. Arkadaşım bana bakıp: 'Nasılsın?' diyor. Endişeli. Lokantada bira şişemin resmini çekmişti. Utanıyorum. 'Fena değilim, merak etme' diyorum.

Gözlerimi kapattım. Ben gereğinde on dört saat tuvalete gitmeden idare etmiş bir insan değil miyim? Gerçi öyle zamanlarda sıvı alımını durdururum ama bedenim de eğitimlidir. Böbreklerime: 'Yeter artık, süzmeyin!' emrini veriyorum. Mesaneme: 'Çabuk genişle!' diyorum. Söz dinliyorlar. Beni yarı yolda bırakmıyorlar.

Kaç saat sonra tekrar durduk, hatırlamıyorum. Çölde eski bir yapının yanında. Taştan, kulübemsi bir yer. Preinkaların ölülerine hazırladıkları ev benzeri mezarlardan biriymiş. Dört beş kişiyle birlikte ben de iniyorum. Biraz ayakta durmak iyi gelecek. Bir de sigara içiyorum.

Artık hava serinlemeye başladı. Hatta hızla soğuyor demek daha doğru olacak. Alacakaranlıkta çölün orta yerine atılıvermiş gibi duran bir köyün içinden geçtik. Okulun bahçesinde basketbol oynayan çocuklar vardı; kız erkek karışık. Tepesine bavullarla birlikte bisiklet bağlanmış külüstür bir otobüs çaprazımızdan kayıp gitti. Başkaları talep etti ihtiyaç molasını; ben hiçbir şey söylemedim. Cevap olumsuz. Burada genel tuvalet bulamazmışız.

Karanlık bastırdı. Titriyoruz ve toz soluyoruz. Sarsıntıya alıştım. Tesadüfen düz yola çıkacak olursak yadırgayacağım. Acıktığını söyleyenler oldu. Kalamiti Jane kumanyaları dağıttı. İkimiz hariç herkes iştahla yedi. Şaşkınlıkla bakakaldım.

Saat yedide ikinci köye vardık ve durduk. Tekrar adamakıllı sızdırmaya başlamış olan naylon penceremiz tamir görecek. Bu arada belki genel tuvalet de bulabilirmişiz. Şoförlerle birlikte rehberimiz keşfe çıktılar. İnip bakınıyorum. Bir köy kahvesinin önündeyiz. İçeride televizyon seyredip yemek atıştıran birkaç kişi var. Bizimkilerin gittiği yöne seğirtiyorum. İşte oradalar! Baraka benzeri döküntü binaların önündeler. Ümitle ilerliyorum; üçü birden karşıma dikiliyorlar. Şoförler: 'No, no!' derken rehberimiz iki kolunu birden açıp dehşetten büyümüş gözlerini gözlerime dikerek: 'Sakın gitme!' diye adeta haykırıyor. Ne biçim bir yerse, onlar bile girememişler. Çaresiz geriye dönüp bir sigara yakıyorum.

Yeni suni camımız çok güzel oldu. Hem içten hem de dıştan naylonlu, gergin, kenarları geniş bantlı... Köyden kimse yardım etmedi. Sadece seyrettiler. Kahveye de buyur etmediler. Sessizce süzüldük. Belki düşmanca değil ama dostça da değil. Yerli halk, beyazlara güvenmiyor. Haksız sayılmazlar; İspanyollar atalarını silip süpürmüş.

Otelimizin de bulunduğu küçük kasabanın ışıklarını görmek öylesine mutluluk vericiydi ki! Ümit kadar insana dayanma gücü veren hiçbir şey yok, anladım.

Saat dokuzda oteldeydik. Düşünceli arkadaşım valizlerimizi getireceğini söyledi ve anahtarı elime tutuşturduğu gibi beni odaya yolladı. Buralarda öyle yardımcı personel falan yok. 'Hepsini ikinci kata nasıl taşıyacaksın?' diye sordum. 'Boşver, sen git' dedi. Gerçekten de olmayan personeli bulmuş, halletmiş. Ben de ona duş sıramı verdim. Beklerken halının üzerine oturdum. Başka bir yere değil oturmak, dokunamayacak kadar kirli üstüm başım. Bedenimle gurur duyduğumu fark ettim. Bir litre birayı içine alıp dokuz saat boşaltmadan dayandı. Diğer zorluklar devede kulak. Asistanlığımın ilk gününde: 'Buraya gelen yüzme bilmiyor demektir. Biz çömezi öylece denize atarız. Suyun üstünde kalabilirsen her şeyi öğrenirsin' diyen hocalarımı ve güç tasarrufuyla denetim mekanizmalarının inceliklerini sakınmadan gösteren, zarar görmeden nasıl yararlı olabileceğimin tiyolarını veren kıdemlilerimi tek tek, minnetle andım.

Onda yemeğe indik. Herkes yedi. Ben ne yaptım, hatırlamıyorum. Ama hiçbir şey içmediğimden eminim.

Yarın sabah biraz geç kalkacağız; sekizde. Bunca eziyeti Uyuni'yi görmek için çektik. Değecek mi acaba?

1 yorum:

jade dedi ki...

nefes almadan okumaya devam ediyorum...