İstanbul’un
iki kokusu var: Yosunla karışık iyot bir de baharat. İşte o genzi yakan,
karmaşıklığı nedeniyle tam adlandırılamayan, geçmişten gizemli öyküler
çağrıştıran, şu koca şehrin batıya doğru uzanırken doğuyla kopmayan göbek
bağını duyumsatan baharat kokusunun ana merkezi Mısır Çarşısı. İkinci en eski
kapalı çarşı. Hatta belki de ilk. Çünkü Bizans döneminde de aynı yerde çarşı
olduğu rivayet edilmekte.
Bugünkü
yüksek tavanlı, L şeklinde, altı kapılı esas yapısı, hemen yanındaki Yeni Cami
ile ilişkili. Onun külliyesinin bir kısmıymış. On yedinci yüzyılda Kahire’den
alınan vergilerle inşa edilmiş, adı da buradan geliyor. Tahrip edici yangınlar
atlatmış, şimdiki şeklini 1940’daki restorasyonla kazanmış. İlk zamanlarında her
çeşit yapma ilacın küçük hokkalarla satıldığı merkez. Buradaki eczacılar tüm
diğer yerlerdekilerden daha bilgiliymiş. Müşterilerinin yüzlerinde ümidin
aydınlattığı gülümseme…
Bugün
esas olarak turistik bir mekan. Ama bu, yaşamın içinde olmadığı, insanlarının
sadece yabancı ülkelerin gezginlerine bir şeyler sattığı anlamına gelmiyor.
Aktarlarında yok yok. Şifalı ot namına kim ne arıyorsa buraya akın ediyor.
Sabunları onlarca çeşit. Kurutulmuş sebzelerin dükkan tepelerinden desenli
perdeler gibi sarktığı, küçüklü büyüklü nargilelerin raflara sıra sıra
dizildiği, kuruyemişlerin, lokumların, şekerlemelerin tezgahlarda renk
cümbüşüyle sergilendiği, çoğu bembeyaz güzelim el işi iğne oyalarının,
dantellerin çeyizlere konmak için beklediği, altınların vitrinlerde ışıldadığı kalabalık
bir çarşı burası. Gürültülü ama özelliği öyle; rahatsız etmiyor. Tersine
içeriye adım atar atmaz kulaklar yüksek, alçak, kalın, ince her türlü sesi,
binbir çeşit lisanı duymak istiyor. Hafta sonları itiş kakış; pazarlıksız
alışveriş olanaksız. Ön planda koku olmak üzere tüm duyuları harekete geçiren,
sonsuz bir ‘şimdiki zaman’ algısıyla etkileyiciliğini doruğa taşıyan orijinal bir
Ortadoğu pazarı.
Beyazıt meydanından,
Çemberlitaş’tan, Gülhane’den Eminönü’ne doğru yokuş aşağı tutturup inen
yayaların bazıları burasını tüp geçit olarak kullanıyor. Fena fikir değil; günlük
hayatın karmaşasında nefes nefese koşuştururken kısmen yavaşlayıp kubbeli,
yankılı, rengarenk, keskin ve hoş kokulu, loş, uzun bir tünelde insan selinin
akışına kapılıp sürüklenmek zihni dinlendirebilir. Ya da bu yolla kısa
süreliğine de olsa boyut değiştirerek deniz kıyısına taze fikirlerle
ulaşılabilir.
Yerleşik
çalışanları tıpkı Kapalı Çarşı esnafı gibi yani çoğunluğu dededen toruna
tüccar. Tarihi yarımada kimliğine sahipler; giyim, kuşam ve yaşantıda tutucu,
ticarette serbestlikten yana. Günden geceye ayaktalar. Hiç yorulmuyorlar, dükkanlarından
asla uzaklaşmıyorlar, kalabalık da olsa müşterileriyle tek tek ilgileniyorlar.
Hepsi işini seviyor, belli. Neredeyse eski lonca geleneğinin son temsilcileri
gibiler. Belki de hala sabahları kepenkler açılıp henüz siftah yapılmadan önce
ikinci kattaki parmaklıklı balkondan (ezan köşkünden) ‘hayırlı işler’
dileniyordur.
Mısır
Çarşısı aslına uygun kullanımı değiştirilmemiş bir mekan; şanslı. Bunun nedeni
iyi kazandırması, turistleri cezbetmesi, Osmanlı mirası olması falan diye
düşünülebilir fakat bence çok daha derinlerde yatan başka bir sebep var. En eski
duyuya, beynin en ilkel ilk katmanına hitap ediyor: Kokuya. Herhangi bir
girişine varmadan önce kendine has, harman şeklindeki yoğun baharat kokusu
kişinin burun deliklerine ulaşıyor, onu kendisine çekiyor. Bilinçaltının
bilinmezlerine yerleşen bu duyusal imge ile ileri derecede bir tanışıklığı
sağlıyor. Tanış olmak, tehlikesiz olmak anlamında. Daha ilerisi: Güvenilir,
zarar vermez, rahatlık yaratır, huzur getirir… Endorfin salgılatıyor, kendisini
bu yolla sevdiriyor. Canlı organizma gibi; hormonları harekete geçiriyor.
Kokusuyla başı sonu belirsiz, kaotik metropolde mutluluk ümidi yaratıyor.
İçinden bir kez geçen ister sıradan kentli olsun ister üst düzey yönetici, onun
varlığını sürdürmesi için elinden geleni yapmaya programlanıyor.
Burası
İstanbul’un karabiberi, tarçını, ıhlamuru; esas çekim alanlarından biri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder