Yüzölçümüyle
nüfus yoğunluğu açısından iki numaralı Prens adası olarak kabul edilebilir ama
yeşilliği, eski tapınakları, eğitimle, sağlıkla ilgili önemli ve ölü yapıları,
barındırdığı azınlık vatandaşların çokluğu ile aslında Heybeliada ilk sıradadır.
Her metinde yere düşmüş heybeye benzediği yazıyor. Bense nereden bakarsam
bakayım denizin ortasına oturmuş çift hörgüçlü, başsız bir deve görüyorum.
Meydan
gibi bir rıhtım caddesi var; kısa, kalın. Bir ucunda Deniz Lisesi’nin askeri
yasak alanı, diğer ucunda fayton durağı. Elbette ki Marmara’yı seyreden sıra
sıra lokantaları, kafeleri dizili. Yüzü denize dönük, ufka bakan Atatürk
heykelinin hemen yanından yükselerek uzanan genişçe sokağa sapıp ilerleyince
ilk olarak Büyük Rum Kilisesi sonra da İstanbul’un en eski eczanesi ile
karşılaşılıyor. Az daha tırmanınca pembe boyalı İnönü Evi Müzesi: Ahşap, güzel
bir konak. Fakat yalnız o değil, buradaki binaların çoğu ahşap hem de yarısı
kadarı bakımlı sayılır. Neredeyse tümünde yaşanıyor. Korkuluklarında yeni
yıkanmış çamaşırlar, bahçelerinde köpekler... Bir kısmı bitişik nizam, çok hoş.
Yokuş bitmeden sessizlik başlıyor, mega kent çabucak unutuluyor. Sadece kuş
cıvıltıları, toprağın ve at tezeklerinin kokusuyla ağaçların gölgeleri var.
Kızılçam koruluğuna geldik. Heybetli çamlar orman denecek sıklıkta değil,
aralarından yürümeye izin veriyorlar. Adanın önemli bir kısmı yaz – kış yeşil
kalan bu örtüyle kaplı. Keşke sadece ‘yangın tehlikesi’ diye yazmasa da bölgeye
uygar ülkelerdekiler gibi belirli aralıklarla tabelalar konsa, nerede
bulunulduğu, nereye doğru gidilirse hangi oluşumla karşılaşılacağı konusunda
bilgi verilse.
Plaj
alanları hem temiz hem güzel. Meşhur Çam Limanı büyücek bir hilal şeklinde,
gerçekten doğa harikası. Ona varmadan önce tanınabilir haldeki değirmenle
Terk-i Dünya Manastırı’ndan bahsetmeden geçmemek gerek; özellikle ikincisinden.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarında bir keşiş tarafından yapılıp 1894’deki büyük
depremde tamamen yıkılmış. Kısa süre içerisinde yeniden inşa edilmiş.
Kızılçamların arasında inziva için eşsiz bir mekan. Rıhtımdaki lokantaların
biri de aynı ismi taşıyor. Doğrusu ilginç seçim.
Büyük
turu ve küçük (aşıklar) turuyla ziyaretçilerini mest ediyor. Dolunayda hem ana
karadan hem de diğer adalardan seyrine doyum olmuyor. Bir de gün batımında. O
iki büyücek tepesinin arasındaki oyuğa turuncunun tüm tonlarına bürünmüş
gökyüzünden alçalan güneşin bir saklanışı var ki tüm sevgilileri birbirine
kenetliyor, dostlukları pekiştiriyor, küskünleri barıştırıyor. Heybeliada’da
uzun akşam yemeği sohbetlerinde pek memleket kurtarılmıyor. Memleketin
halihazırda kurtulmuş olduğu yanılsaması yaşanıyor. Öylesine romantik, öylesine
huzurlu.
Fakat
acı gerçek: Biri taammüden öldürülmüş diğeri ise kafa travması sonrası yoğun
bakımda bilinçsizce yatan, uyanıp uyanmayacağı belli olmayan iki yapısı var:
İlki 1924’de kurulmuş olan sanatoryum (Göğüs Hastalıkları Hastanesi), diğeri
Ruhban okulu. Yakın zamana kadar vapurdan inen doktorlar faytonlarla işlerine
gider, Heybeli’nin temiz havası tüberküloz hastalarına yaşam sevinci verir,
iyileşme ümidi yaratırdı. Daha eski yıllardaysa dünyanın her yerinden ama
özellikle Yunanistan ve ülkemizden Rum Ortodoks dininin mensupları burada din adamı
olmak üzere eğitilirlerdi. Denize çıkan daracık sokaklarını adımlayan çok
kültürlü halkı, yerli – yabancı turistleri, izinli hastalarıyla yakınları, hekimleri,
rahipleri, askeri okul öğrencileri şeklindeki eşsiz karma insan zenginliğini, o
yarısından fazlası kaybolmuş güzelliğini hayalinizde canlandırabiliyorsunuz
değil mi?
Heybeliada,
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde sözü geçen yerlerden. Hüseyin Rahmi
Gürpınar burada oturmuş. İsmet İnönü pırıl pırıl sularına çivileme atlamış.
Yesari Asım Aksoy, ‘Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık’ şarkısını burası
için bestelemiş. Kısacası küçük olmasına rağmen meşhur. Bugün için Kızılçamları
henüz yanmadı, tapınakları ayakta, eski konakları bakımlı yani geçmişten
günümüze doğanın ve üzerinde barınanların ona bahşettiği kimliğin esasları ana
hatlarıyla korunuyor. Yine de eksilmiş, eksiltilmiş, sığlaştırılmaya çalışılmış.
Epeyce darbe almış. İstanbul’daki pek çok başka rengarenk mekanla aynı kaderi
paylaşmakta; tepesine vurulmuş, sinmiş.
Gövdesi
yaralı, ruhu yorgun ama Marmara’nın üzerinde ışık saçmaya devam ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder