Elinizde
çantanız, Yalova feribotundan inip sırtınızı tankerlerin demirlediği, Prens
adalarının serpiştirildiği Marmara’ya dönerseniz önünüzde uzanan sahil yoluyla
parkın ardındaki Kartal çarşısına bakıyor olursunuz. İskelenin hemen yanında
yer alan self servis restoranının komşusu balıkçıları da çarşının uzantısı
olarak kabul etmekte yarar var. Bağırış çığırış müşteri bulan dışa dönük esnafı,
temiz tezgahları, taze balıkları, yeşillikle limon ihtiyacını karşılayan
manavlarıyla aslında mekanın en renkli bölgesi burası.
Karşıya
geçip ilerlediğinizi varsayalım. Görmeye geldiğiniz dostlarınız Avrupa
yakasında oturuyorlar, onlara bir şeyler almak istiyorsunuz. Birbiri ardı sıra
dizilmiş onlarca çay bahçesinin adeta duvar oluşturarak yolunu gözlerden
gizlediği çarşı içine sol yandan girdiniz. Ankara Caddesi. Kartal Merkez
Camii’nin kıyısından başlayıp doğuya doğru uzanıyor yani Anadolu’ya. Zaten
denizin görüntüsü de kesiliverdi. Sanki aniden bir kara kentine vardınız. Suyun
kıpırtısı, o geniş ufuk, pervasız rüzgar kayboldu; ferahlık duygusu söndü. Hepsini
topu topu iki yüz metre ötede bırakmamış mıydınız? Çok hızlı bir tekdüzelik, onun
yarattığı durağanlık, yoğun şehir etkisi sardı etrafı. Gerçi İstanbul’un pek
çok bölgesi böyle değil midir? Bir sokaktan diğerine aniden kişilik değiştirir.
Metropolün şaşırtıcı değişkenliği burada da kendisini belli ediyor.
Hareketli bir
yer. Eminönü Meydanı kadar olmasa da kalabalık. İnsanlar düzgün giyimli, ölçülü
davranışlara sahip, görgülü, alçakgönüllü orta sınıf. Çoğu genç. Elini kolunu
poşetlerle dolduran yok. Bakıp fiyat yokluyorlar, birkaç yere soruyorlar,
karşılaştırıyor, abartmadan pazarlık ediyorlar. Giysi ve ayakkabı dükkanları
hem kalite hem fiyat bakımından fena değil. Ev gereksinimleriyle mutfak eşyası
satan iki üç büyücek mağaza var. Ancak ağırlığın elektronikçilerde olduğu fark
ediliyor. Bir de üç adımda kendini gösteren bankalar. Neredeyse hepsinin şubesi
mevcut. Yiyecek içecek yerleri sıradan. Öyle vitrininin önünde durduracak çapta
pastane de göze çarpmıyor. Cadde genel olarak hoş doğrusu. Arnavut kaldırımlı,
trafiğe kapalı. Kısaymış, hemen sonuna geldiniz. Dönüp biraz içerilere,
paralelindeki genişçe caddeye sapıyorsunuz. Ortalık tenhalaştı. Araçlar geçiyor
ama trafik sıkışıklığı yok. Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi karşınıza
çıkıveriyor. Çarşı merkezinde olması dikkat çekici. Kadıköy Meydanındaki Haldun
Taner Sahnesi gibi fakat daha küçük ölçekli. Yolun karşısında artık işlevi
olmayan tren yolu, onun ardındaysa minibüs caddesi yer alıyor. Bakınıyorsunuz,
elektronik eşya satışı yine yoğunlukta. Çiçekçi, kapsamlı bir şarküteri falan
yok. Dostlara hediye bulunabilecekmiş gibi görünmüyor.
Şu
çok meydanlı ve çok merkezli İstanbul kentinde Kartal çarşısı ilçe meydanının
büyüklüğüne, bölgenin nüfusuna, çevrede inşa edilmiş pek çok modern konuta
oranla ufak kalıyor. Üstelik yakın zamanda gelişip çekici hale gelecekmiş gibi
de görünmüyor. Bunda iki etken ön planda rol oynuyor sanırım. İlki metropolün
doğu sınırına çok yakın olması (serhat şehirlerinin kendileri de çarşıları da
her zaman alçakgönüllüdür), ikincisiyse adı Kadıköy – Kartal metrosu olmasına
rağmen yeni yapılan raylı sistemin buraya erişmemesi hatta başka araçlarla
bağlantısının bile olmaması. Yeterli donanımdaki iskeleye gelince: Seyrek sefer
sayılı Yalova feribotu ile Büyükada, Heybeliada motor taşımacılığı dışında
ıssız. Çarşının ulaşımı zor. Dolayısıyla sadece yanıbaşında oturanlarca
kullanılıyor. Onlara gündelik gereksinimlerini karşılamak için yetiyor. Semt
dışından geleni gideni yok. Talep artmayınca esnaf işini büyütmeye çalışmıyor,
dükkanlar çeşitlenmiyor. İnsan düşünüyor; yerleşim açısından önemsenen, konut
yatırımına öncelik verilen bir ilçenin merkezine neden ulaşım kolaylaştırılmaz?
Olmadık sapa yerlere AVM yapılırken buraya neden düşünülmez? Hani ticaret
önemliydi?
İstanbul’u
simli bir kumaş gibi düşünecek olursak Kartal çarşısı dokumanın sanki özellikle
işlenmeden bırakılmış pırıltısız kısmına denk geliyor.