‘Buraları bir
zamanlar dutluktu’ nostaljisinin trafikte kilitlenip sol ayak debriyajda
uyuşmuşken yaşandığı semt. Köprülü kavşak. İş çıkışı saatlerinde az ötedeki
Boğaziçi köprüsüne aşağı yukarı kırk beş dakikada ancak ulaşılabilen,
genişliğiyle yalnızlıkları çoğaltan, üzerindeki arabalarda kurulan hayallerin
sınır tanımadığı asfaltlar bileşkesi. Kendi kesin sınırları ise belli değil;
tıpkı adını veren kuyunun gerçek yerinin söylentilere dayandırılması gibi.
Şişli ile Beşiktaş’ın birbirine dokunması sonucu ortaya çıkan tepkimeden
meydana gelmişe benziyor. Her iki ilçeye de ait olabilen fakat mutlaka Zincirlikuyulu
sayılan sıra sıra sitelerin ardlarındaki gökdelenlerden kaçarcasına Ortaköy’e
doğru inişe geçtikleri kayalık bölge. Ağaçları var fakat etkisiz. Rengi gri, kokusu
egzoz.
En
meşhur yeri mezarlığı. ‘Her canlı ölümü tadacaktır’ yazısı sabah önünden
geçerken irkilmek için bire bir. İstanbul’un kalburüstü zenginleriyle
sanatçıları dünya değiştirdiklerinde önce Şişli ya da Teşvikiye camiine
uğruyorlar sonra buraya gömülüyorlar. Mezarlar lüks rezidans fiyatına ama yok
satıyor. Cenaze sahipleri, ölülerin yakınları, tanıdıkları öyle her yerde
rastlanan tiplerden değil. Marka kara gözlüklü, mutlaka siyah giysili, uzun
boylu, kendine baktıracak kadar yakışıklı ya da güzel. Tabutun üzerine toprak
serpilip hoca başında okuduktan hemen sonra acılı ünlüler basına demeç veriyor,
ölenin yerinin asla doldurulamayacağını söylüyorlar. O birkaç cümle, söylerken
bürünülen (sanki biraz gerçekdışı) yüz ifadeleri yıllardır hep aynı. Ne de olsa
kentimizin başkent olduğu son imparatorluğun hanedana mensup bireylerinden
birinin av köşkünün bahçesindeler; belki de farkına varıp ona göre
davranıyorlar. Bahsettiğim kişi, Sultan Aziz’in oğlu veliaht Yusuf İzzeddin
Efendi. Pek çok taht varisi gibi öldürülmüş. Sonra da buranın adı uğursuza
çıkmış. Yakın zamana değin konut alanı olarak değer kazanamamış. Nitekim az önce
bir cümleyle eskizini çizmeye çalıştığım apartmanlar da mekana epeyce uzak.
Zincirlikuyu’nun
bugünkü kimliğini oluşturan başlıca unsurlar arasında metrobüsü saymamak olmaz.
Gayrettepe metrosuna bağlantısıyla gayet uygar bir görüntü çiziyor. Ancak bu
izlenim, ana istasyon konumundaki durakta hem Asya hem de Avrupa yakasına
yönelecek otobüsleri bekleyen mahşer kalabalığının arasına karışınca
kayboluyor. İnsanlar işte tam burada kişilik değiştiriyorlar. On saniyede bir
gelip yanaşan otobüslerin kapılarını denk getirecek kaldırım kenarlarında durabilmek
için hınçla birbirlerini itiyor, dirsekleriyle çekinmeden yanlarındakilerin
karnına, göğsüne vuruyorlar. Tıslayarak açılan kapılardan içeriye sel suları gibi
akarlarken zayıfların ezilmesine ramak kalıyor, ayakkabılar ayaklardan
fırlıyor, bastonu, uzun şemsiyesi falan olanlar bunları başkalarından kurtulup
kendilerine yol açmak için kullanıyorlar. Büyük çoğunluğu şık giyimli beyaz
yakalılar; inanılmaz! Metrobüs öncesi ve sonrası normal vatandaş, arada
canavar! Mutlaka sosyolojik olarak incelenmesi lazım. Eve gitmek aslanın
ağzında olunca belki de herkes içindeki karanlığı açığa çıkartıyordur.
Bulunulan alanın bu olumsuz davranış tarzını yaratmakta etkisi büyük. Üstü
kapalı, yankılı, doğallıktan topyekun uzak kavşak altı. Ruhsuz soğukluğun en
üst noktası. Bir an önce uzaklaşılmalı!
Gelelim
çiçeği burnunda güzelliğine. Madem metropollere alışveriş merkezleri lazım,
böylesi yapılmalı. Ortaya çıkartılmış olan yapılar topluluğu, mimari açıdan sanat
eseri. Çağımıza ve yer aldığı mekana uygun, işlevsel, çok yönlü. Böylesine bir
toparlanıp dağılma bölgesinde kat bahçeli ofisleri, rezidansları, çoğu lüks
butikleri, dünyanın dört köşesinde isim yapmış lokanta zincirlerinin şubeleri,
kafeleri, sinemaları, performans sanatları merkeziyle göz dolduruyor. Ama en
önemlisi, neredeyse tüm unsurlarıyla çevreden yabancılaşma hissini körükleyen
bu semtte sıcak denebilecek bir yer olması. İçine girince tekdüze duvarlarla
karşılaşılmıyor, renk ve desen zenginliği var. Tavanlarla geniş kolonlar ayna;
mekanı hem büyütüyor hem çoğaltıyorlar. Aydınlatma gün ışığının değişimlerine
göre düzenlenmiş, suni etki yaratmıyor. Yeşillendirilmiş setler yarı açık veya
yarı kapalı bölgeler sağlıyor böylece hem aydınlık hem de birbirinden farklı
koridorlarda yürünebiliyor. Tüm katların ortaları bahçe, bahçelerin ortalarıysa
ya oturma alanı ya da konser platformu. Yerleşim düzeni en dikkatsiz kişinin
bile kaybolmasını imkansız kılacak, aradığını kolaylıkla bulduracak kadar
basit. Etkileyiciliğiyle aidiyet yanılsaması yaratıyor, kozmopolit
kalabalıklarda duyumsanan o ürpertici yalnızlık hissini kısmen hafifletiyor, yapaylığını
ustaca saklarken alışverişin, yeme – içmenin dengeli ve zevkli olanını vaat
ediyor.
Zincirlikuyu
için hayallere pek prim vermeyen katı kapitalist bir metropol bölgesi
diyebilirim. İstanbul’un tarihle, öykülerle, cömert coğrafyasının
sürprizleriyle dopdolu mekanlarından farklı. Yirmi birinci yüzyılın mekanik
kuruluğunu simgeliyor. Her şeye ve herkese şöyle bir dokunup geçmenin
temsilcisi. Geçmişi silik, ‘şimdi’ye tutkun, geleceği beklentisizlikten ibaret,
biraz hüzünlü, biraz korkutucu, kısa süre önce ışıltısına kavuşmuş, doğadan
uzak, mutlak beton.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder