Sultanahmet
köftecisinin önündeki kuyruğu aşıp yokuş aşağı ilerliyorum. Sola kıvrılır
kıvrılmaz önüme çıkıyor: Yerebatan Sarnıcı. İstanbul’un en olağandışı turistik
mekanı. Doğu Roma imparatorluğu döneminden miras, yerle bir edilmemiş yüz bin
ton kapasiteli dev su deposu. Bin beş yüz yaşında. Hayaleti at meydanının
ilerisinde belli belirsiz düşlenebilen, günümüzde izi bile kalmamış büyük
sarayın su ihtiyacını karşılamak için inşa edilmiş. Topu topu yüz elli metre
ötede ise Ayasofya.
Bir
bilet alıp merdivenlerin alacakaranlığına adımımı atıyorum. Daha başlangıçta
hafif bir küf kokusu burnuma ulaşıyor. Elli iki basamağın sonunda ‘eğer astımım
olsaydı burada dolaşamazdım’ diye düşünerek soluklarımın derinleştiğini
hissediyor, rutubetin yarattığı serinlikle hafifçe ürperiyorum. Her biri
tepeden aşağıya pas içindeki demir ayaklara tutturulmuş, ters çevrilmiş metal
çöp kovalarına benzeyen ama tuhaf bir şekilde güzel görünen lambaların sarı
ışığı koca mekanı biraz olsun aydınlatıyor. Sütunlar, sütunlar… Toplam üç yüz
otuz altı tane. Kalın tuğla duvarlar ıslak. Tavan haç biçiminde tonozlu.
Yürüyüş platformunun parmaklıklarından zemine bakıyorum: Yarım ila bir metre
civarında su var. İçinde Aynalı Sazanlarla Japon balıkları sakince yüzüyorlar. Hafif
ve daimi bir şırıltı ile dolaşan kalabalığın bin bir dildeki konuşmaları
birbirine karışıp yankılanıyor. Dış dünyanın keşmekeşini, koşuşturmacasını
falan unuttum, gitti.
İnsanların
arasına karışıp ilerliyorum. Herkes her yerde fotoğraf çekiyor. Aslında görüntü
aşağı yukarı hep aynı ama öylesine gizemli bir atmosfer ki tüm ziyaretçiler hem
burasını hem de kendi varlıklarının buradaki gerçekliğini belgelemek gereğini
hissediyorlar. Sarnıcın ortalarında bir yerde taş oyma sanatının incelikleriyle
bezenmiş gözyaşı sütunu yer alıyor. Üzerinde erişilebilecek uzaklıkta bir delik
var. Belli belirsiz su sızdırıyor. Altındaki bölgeye dilek havuzu denmiş. Suyun
içi bozuk para dolu. Dünyanın değişik ülkelerinden gelen, daha mutlu olmak
isteyen tüm gezginler parmaklarını o deliğe sokup birkaç saniye tutuyor sonra
gözlerinde ümitle uzaklaşıyorlar. Söylenceye göre ise bu sütun, binanın inşası
için çalışan ve ölen yedi bin kölenin ardından ağlamaya başlamış, gözyaşları
yüzyıllardır durmamış.
‘Medusa’
levhalarını takip ediyorum. Loş ışıkta sarı metal üzerine yazılmış açıklamayı
okumak kişiyi Yunan Tanrılarının diyarına taşıyor. Yeraltı dünyasının dişi
canavar kız kardeşlerinden tek ölümlü birey olan Medusa, kendisine bakanı taşa
çevirme yeteneğine sahip. Güzel bir kız ve Zeus’un oğlu Perseus’a aşık. Ancak
Tanrıça Athena da Perseus’u seviyor. Üstelik Medusa’yı çok kıskanıyor. Tanrıça
bu, gazabına uğramamak lazım. Medusa’nın parlak, uzun, siyah saçlarını korkunç
yılanlara dönüştürüveriyor. Onu bu halde gören Perseus büyülendiğini düşünüp
kızın başını kesiyor, bu başı eline alıp savaş alanlarında düşmanlarını
taşlaştırarak pek çok zafer kazanıyor. Olaylara inanıldığı için Bizans’ta kılıç
kabzalarına savaşçıyı, sütun kaidelerine ise o mekanı korumak amacıyla Medusa
figürleri ters ve yan olarak işlenmeye başlıyor. Burada yani sarnıcın kuzeybatı
ucunda da iki dev Medusa başı biri ters, diğeri yan durmuş şekilde üzerlerindeki
sütunlara kaide oluşturmuşlar. Taş heykeller gerçekten birer şaheser. Kimin
yaptığı, nereden getirildiği bilinmiyor. Daha önceleri çamur deryası içerisinde
kaybolmuşken 1987’deki onarım ve restorasyon çalışmaları sırasında ortaya
çıkartılmışlar, bu eşsiz atmosferin çekim unsurlarından biri haline
gelivermişler.
Turumu
bitirip başladığım yere geri dönüyorum. ‘Cistern Kafe’’de oturup kahve içeceğim
ama bu ad bana battı. Neden ‘Sarnıç’ veya ‘Yerebatan’ değil? Ismarladığım
Cappucino çok sıradan üstelik tabağı kırılmış, rasgele bir cam fincanda getiriliyor.
Boş veriyorum. Oturup çevreye göz gezdirmek, gelen gidenleri izlemek güzel.
Ziyaretçiler burayı terk etmeden önce defalarca arkalarına dönüp bakıyor,
merdivenlerde duraklayıp tekrar tekrar resim çekiyorlar.
Kalkıp
basamaklara doğru ilerlerken girişin solundaki hareketlilik dikkatimi çekiyor.
Kızlı erkekli birkaç genç, Osmanlı dönemi giysileri içinde yüksek sesle, itiş
kakış, küfürlü dille şakalaşıyorlar. Mahallelerindeki evlerinin önündeler
sanki. Kenara taht benzetmesi iki kerevet konmuş, üzerlerine işlemeli örtüler
serilmiş. İsteyen turistler beş Euro karşılığında bu Osmanlı tebaası
kılığındaki olası görevlilerle (yanlarına yaklaşmaya cesaret edebilirlerse) fotoğraf
çektirebiliyor veya o kıyafetleri kendileri giyip kerevetlere oturabiliyorlar.
Bir de kocaman televizyon ekranı var. Görüntülerde mehter takımı yürüyor,
davullar yakın plan gösterilirken gümbürdüyor, başbakan nutuk atan çatık kaşlı
yüzü ile konuşuyor, konuşuyor.
Yirmi birinci
yüzyılın Cumhuriyet İstanbul’undan Bizans’ın yeraltı dünyasına indim, bu loş
ortamda mutlu mesut dolaşırken herhalde başıma mehteran bölüğünün tokmağıyla
vurdular, bilincimi yitirip aniden inanılmaz bir karabasanın içine yuvarlandım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder