Burası Kafka’nın şehri. Prag’ın
hangi ülkenin başkenti olduğunu bilmeyenler bile Kafka’nın Praglı olduğunu
bilir. İkisi bütünleşmiş bir sarmal halinde tüm dünyaya seslerini
duyurmuşlardır. Yirminci yüzyılın başında yeniden değişen edebiyatın ilk vurucu
darbelerinden bence en etkileyicisini gerçekleştiren büyük yazar sadece orada
yaşamış, ölmüş ve gömülmüştür. Ruhu hala kentte dolaşmakta.
Mama’s Beer’i ararken öylesine ıssız
sokaklara düştüm ki ürkmemek elde değil. Aslında tramvaydan on dakika önce
indim; ışıklı, büyük bir caddedeydim. Biraz yokuş aşağı, biraz sağa derken
çevrede tek bir canlı kalmadı, sadece koyu gri binalar. Buralarda sokak
hayvanları bile yok. Birisi çıkıp çantamı çekiverse de bağırsam kimse
duymayacak. Az daha derinlere gidersem borulardan kayarak yarı çıplak kendilerini
sergileyen striptizci kızları göreceğim, biliyorum. Arkadaşım bana kızdı,
yoruldu, merakımın peşinden onu da sürüklediğim için pişmanlık duydum ama… İşte
kuytuda bir hamamböceği, ters dönmüş, iğrenç bacaklarını yavaşça kıpırdatarak
yerde yatıyor. Lambanın ışığında gölgesi uzamış, büyümüş, zavallı cisminin neredeyse
dört katı. Gregor Samsa henüz neye dönüştüğünün farkında değil, uyanınca anlayacak;
orada bilinçsizce yeni oluşumuyla baş etmeye çalışıyor.
Kafka Evi diye bilinen Kafka Müzesi,
Charles köprüsünün Hıristiyan ayağının hemen başlangıcında, Vltava nehrinin
kıyısında. Yazarın geçmişte ailesiyle birlikte burada yaşadığı söyleniyorsa da
küçük gezi teknesindeki rehberimiz bunun doğru olmadığını, eski bir deponun
düzenlemeler sonucu müze haline getirildiğini anlatıyor. Biletimi alıp içeriye
giriyorum. Tavanı çatılmış tahtalarla alçalmış, bir daralıp bir genişleyen
koridorlarının her duvarı Kafka’nın el yazısı mektupları, romanlarındaki bazı bölümlerin
taslakları ile kaplı; kasvetli diyemeyeceğim fakat esrarengiz izlenimi veren
loş, büyük, iki katlı bir bina. Çalan müziğin ne olduğunu anımsayamıyorum sadece
beklenmeyenin hemen yanı başımda olduğunu duyumsatan, hem yumuşak hem hafifçe
karanlık ezgiler. Odaların ortalarında çerçeveler içinde anne, baba, kardeşler,
nişanlılar, sevgililer, arkadaşlar ve kendisi. Hiç biri gülmüyor. Ahşap çalışma
masasının üzerinde kalemler, belki de Kafka’nın kullandıkları; insan yaratıcıya
çok yakın olduğunu, onun düş dünyasının eşiğinde bulunduğunu hissedip
heyecanlanıyor. Metinler Almanca, arkadaşım bana çeviriyor. Babasına yazıp
sadece annesine okuduğu mektuptaki anlatım zenginliği ile hüznü içime işliyor.
Kafka, gerçek hayatında kozasını bir türlü delip çıkamayan, kelebekleşemeyen
bir tırtıl. Mutsuzluğunu unutabilmek için üretirken dehası tüm dünyayı etkilemiş.
Çıktığımda yağmur çiseliyor, Arnavut
kaldırımlı, tertemiz sokaklar cilalanmışçasına ışıldıyordu. Özenli mimarileriyle
göz dolduran eski, bakımlı taş yapılarda pencerelerin bazıları aralanmış; köşedeki
dükkanın önünde fötr şapkalı, biri şemsiyeli iki Çek sohbet ediyordu. Aniden yirminci
yüzyılın başına ışınlandım. Üzerimde nefes almamı zorlaştıran daracık uzun
elbisem, başımda çiçekli şapkam, ayaklarımda parmaklarımı vuran sımsıkı,
bağcıklı, kösele ayakkabılarım olmalıydı. Eteklerim ıslanırken o adamların
yanından yavaşça yürüyüp geçmeliydim. Belki tanıdıktılar, belli belirsiz
gülümseyerek selamlaşmalıydık. Can acıtacak kadar güzel ve baskın kişilikli bu
şehrin önemsiz bir parçası olmalıydım.
Az ötedeki sahafa daldım. Kasadaki
genç en fazla yirmi beşinde, yaşına göre çok ciddi. Bir yandan önündeki kitabı
okuyor, diğer yandan girip çıkanlarla ilgileniyor. Dükkandaki binlerce eseri
tanıyor, belli. Hem üst hem de alt kattaki koltuklar çok rahat. İstediğiniz
kadar oturup okuyabiliyorsunuz. Kütüphanelerin düzeni evdeymişsiniz izlenimi
uyandırıyor. Mükemmel bir Avrupa kitapçısı. Orada Kafka’nın ‘The Sons’ adlı
yapıtı buldum, bundan haberim bile yoktu, aldım tabii. 1989 basımı, bizim eski
Varlık Yayınları gibi sayfaları bıçakla kesilip açılıyor. O yazılı kağıt
kokusunu derin derin içime çektim.
Elimde kitabım, paralel sokaktaki
Vino Şarapevi’ne girdim. Minicik, sevimli, hoş dekore edilmiş bir yer. Üç çeşit
Çek şarabını deneyip bu yöre peynirleri ve mis gibi taze ekmekle karnımı doyurdum.
Prag’ın biraları meşhur ama şarap açısından da epeyce zengin sayılır. Buruk
olanlar gerçekten lezzetli. Hafif çakırkeyif, otele doğru yola koyulmak
üzereyken köprünün yanındaki fırından burnuma ulaşan inanılmaz kokular
tarafından durduruldum. Yağmur kesilmişti. Soğukta, açıkta, hamuru yoğurup tarçınlı şekere bulayarak uzun çubuklara dolayan, çevirerek pişiren, dumanı tüterken el
çabukluğuyla alıp sepete atan becerikli işçi kızı seyrederek kahve eşliğinde Noel
çöreğimi bitirdim. Yoldan geçen herkesin aynı şaşkın ifadeyle burun
deliklerinin açıldığını, göz bebeklerinin büyüdüğünü görüp gülümsedim.
Charles köprüsünden eski şehre doğru
ilerlerken alacakaranlıkta arkamdan kaleyle katedralin beni süzdüklerini
hissettim. Dönüp bakmadım. ‘Şato’nun ilk satırlarında o tepenin sisle kaplı
olduğu, görünmediğini yazılmıştır. Gerçi K.’nın gittiği yer köydür ama
Vltava’nın rüzgarını estirir.
Kafka’nın mezarını ziyaret etmek
istemedim. Ne tuhaf; ailesinin evinden çıkamamış, anlam veremediği bir iş
yapan, memur olarak yaşayıp istemesine rağmen evlenemeyen, genç yaşta
tüberkülozdan ölen, onu ezen Yahudi babasının yanına gömülen mutsuz, dinsiz bir
Praglı. Kışkırtan, uyandıran deha! Nasılsa toprağın altında değil; yaşıyor.
Nehrin kenarlarında kulaklıkla Smethana dinleyerek koşan kentlilerine eşlik
ediyor. Dönüştürdüğü kendi dünyasıyla bugün bile gerçek dünyanın değişimine
katkıda bulunuyor. Benim için birkaç gün de olsa onun büyülü şehrinde bulunmak büyük
ayrıcalıktı.