Yazarken bir
yerlerden, bazı yazarlardan, olay ya da insanlardan etkilenmemek olanaksız.
Zamanı irdelemeyi hep istiyordum ama nasıl başlayacağımı bilemiyordum; Stephan
King’in ‘Benim Sevimli Tayım’ adlı hikayesine rastlayana kadar.
Usta
işi gerilim öyküleri okumaya bayılıyorum. Sanırım ben de karanlığı eşeleyip
alacakaranlığı yazmaya çalışıyorum. Capcanlı hayatı anlayabilmek ancak
karşıtını deşmekle mümkün görünüyor. Dümdüz bir çizgide, eğri düzlemde veya
çemberin baş döndürücü yuvarlağında aktığı varsayılan zamansa o gündüz ve
geceye, akla karaya düzen getiriyor. Biz yani doğumdan ölüme, baştan sona
yürümeye yazgılı insanlar rastlantıya dayanamıyoruz, her şeyi anlamlandırmaya
çalışıyoruz; bilinçli ya da bilinçdışında.
Stephan
King yaşlı bir adamın zamanı üçe ayırmasından bahsediyordu. Kendi yorumumla
söylersem: Çocukken algılanan bitmeyecekmişçesine ağır geçen zaman, erişkin
yaştaki normal akışlı zaman ve yaşlıların ardından nefes nefese yetişmeye
çalıştıkları koşar adım zaman. Aradaki göreceli uzamış hastalık veya keder zamanları
da ayrı. Öykü daha çok yaşla değişen algıyla ilgiliydi ama beni bu konuda
yazmak için yeterince teşvik etti.
İlgilendiğim,
rasgele bir ırmağın düzenli - düzensiz dalgacıkları, sürüklenirken ah vah
edilmesi, ömrün geçmesi falan değil, kişinin suyun içinde rastlayarak seçtiği bir dala ümitle tutunup akıntıdan kurtulduğunu varsaydığında algıladığı neredeyse
durdurulabilir zaman. Tek bir anın, seçimin ağırlığı, aynı zamanda saygınlığı,
kişinin yaşamın anlamını yakaladığı duygusuyla zamana hükmetmesi; yanlış bile
olsa!
Seç(e)meden
yaşayanların ezici çoğunluğu oluşturduğu bizimki gibi toplumlarda zaman bence
tek tek kişiler açısından çok hızlı akıyor. Örneğin evleniliyor ve aniden kırk
beş sene falan geçiveriyor. O erkek veya kadın bir de bakıyor ki iki çocuk, üç torundan
başka birlikte yaşamaktan hiç de mutlu olmadığı bir yabancıyla yaşlanıvermiş.
Yapılmasının en uygun olduğu varsayılan iş seçilip değiştirilmesi düşünülmeden
çalışılabildiği kadar çalışılıyor. Elbette bazı gerekçeler bulunup inanılıyor:
Şu kişilere, topluma, vs. borçluyum, saygın konumdayım, para kazanıyorum… Ev
alınıyor. Sadece ev, içinde yaşanırken hoşnutluk sağlayıp sağlamayacağı
düşünülmeden. Araba sahibi olunuyor, eşyalar değiştiriliyor, giysiler modaya
göre her yıl yenileniyor. Kısacası dış kabuk güvenliği sağlayan öğelerle deliksiz,
sapasağlam örülmeye çalışılıyor ve bununla öylesine meşgul olunuyor ki zamanın
akıp gittiği fark edilmiyor bile. İçeride biriken herhangi bir insani değer,
kişiliğe katkı, değişen durum pek yok. Yaşam bir serüven, bilinmezlerin
sürprizleriyle dolu bir öğretici değil. Engebeli patika yolları bacakları
paralayan çalılar ve hoş kokulu çiçeklerle kaplı, çıkışı görünmediği için
kısmen ürkütücü fakat merakı kamçılayan sık ağaçlıklı bir koruluk hiç değil.
Bunun zaten istenmediği varsayılıyorsa da erken yaştaki Alzheimer vakaları, kanserler,
nörozlar, psikosomatik hastalıklar, şiddet eğilimi ile intiharlar durmadan artıyor.
Topyekun emniyetli yaşam tarzının içinde olanlar neredeyse koro halinde ömrün
çabucak tükendiğinden, dünyanın boşluğundan yakınıyorlar.
Küçük
bir azınlık var: On – on bir yaşlarına kadar sahip oldukları merak duygusunu
koruyup onun peşinden koşanlar. Yol ayrımlarının hep farkında olarak, kıyı
köşeye bakınarak, cisimleri eline alıp evirip çevirerek, diğer insanlara
dokunarak, bazen sıkıca sarılarak, değişimden ürkse bile gerektiğini fark
ettiğinde değişmesini, değiştirmesini bilerek, kısacası duraklayarak yaşayanlar.
Ben işte bu insanların yani uyanık oldukları tüm zamanlarda seçerek
yaşayanların zamanı yavaşlatabilmeleriyle ilgileniyorum.
Olayın
başarıyla da konformizmle de hiç ilgisi yok. Seçerek yaşayanların bazıları en
tepede ve uzun yıllardır aynı işi yapıyor, aynı kişiyle yaşıyor, bazılarıysa
toplum dışılığın kıyısında ya da yalnız yolcu. Bir bölümü merak ettiklerine
mikroskopla, diğerleriyse teleskopla bakıyor. Bu bakış bir an da onlarca sene
de sürebiliyor. Ama keşif için harcanan o saniyeler, dakikalar, saatler,
günler, yıllar boyunca zaman duruyor; işte önemli olan bu. Kaşifin zamanı çok
yavaş akıyor. Merak sürdükçe hiçbir şey otomatiğe bağlanıp yarı uyanıklık
durumunda kalınmıyor. Gözler hep fal taşı gibi açık, tanımaya, tanımlamaya,
anlamlandırmaya, bağlantı kurmaya çalışılıyor. Kişi bundan zevk alıyor.
Tesadüfler uygun düşmüş de diğer bir araştırıcıya rastlanmışsa mutlu bile
olunabiliyor; yoksa zevkli olmasına rağmen epeyce gergin bir durum. İki kişi
olunabilmişse arada bir yine seçerek, isteyerek zamanın hızlanmasına fırsat
tanınıyor.
Açık
alanda, zırhsız yaşayan bu insanlar elbette ki sıklıkla tersliklerle
karşılaşıyorlar. Hevesle tutunulan dalın çürük olduğunu, istekle giyilen
elbisenin rüküş durduğunu ya da bir süre sonra dar geldiğini, dikilen meyve
ağacının kuruduğunu, yürünen yolun hiçbir yere çıkmadığını, tanımlanmasına iki
kelime kalmış kavramların şekil değiştirdiğini, iyilerin maske taktığını fark
etmek çok acı. Yanlış seçim! Üzüntü, pişmanlık, yorgunluk hatta tükenmişlik…
Şüphe de hissediliyor elbette; merak edilende sonsuza kadar ilerlenememesi,
yapılabilecekken kesintiye uğraması kalbi yakıp kavuruyor. Değişik yaşlarda pes
edenler oluyor ama meraktan elini çekme yaşı genellikle yirmi beşle kırk beş arası
yani çok erken. Vazgeçenlerin canlılıklarındaki yoğunluk azalıyor, gölgeleri
uzuyor. Güvenli, durgun sulara atlayıp birbirine tek yumurta ikizleri gibi
benzeyen günler nedeniyle ışık hızına ulaşmış zamana küserek sonu bekleyen kayıplar
bunlar. Benliklerini fakirleştirenler. Kaderciler. İnat edenler yani hacıyatmazlığı
yaşam felsefesi, küllerinden tekrar doğmayı ise bir nevi hayat tarzı
addedenlerse bir süre kendilerini zaman ırmağının hızlı akıntısına bırakıp
sürüklenmeyi yeğliyorlar. Sadece bir süre. Dinlenmek, aklını başına toplayıp
yaralarını sarmak, kısmen unutmak, kısmen de içe dönük bir sorgulama için.
Sonra aramayı sürdürüyorlar eskisi gibi; yeni ve farklı bir dala tutunup
merakın yarattığı gerginliği bir kez daha yaşamaya başlıyorlar. Bedenleri,
göğüs kafeslerinde pır pır eden ümitle canlanıp arınıyor. İleriye bakıyorlar,
gölgelerinin kendi boylarını geçmesine asla fırsat vermiyorlar ve tekrar
seçiyorlar. Zaman da bu eylemlilikle birlikte yeniden yavaşlıyor.
Biraz
fazla mı soyutlama yaptım acaba?
İnsanların
varlığına aldırmadan sabit bir hızla ilerleyen zamanın sonsuzluğunda bize ait
olan o birkaç on yıllık kısacık süreyi neyin anlamlı kılarak uzunmuş gibi
algılatabildiğini bulmaya çalışıyorum. İki kavram öne çıkıyor: Merak ve
farkındalık. Yani zihnin hep uyanık kalması, içindeki devrelerin daima
çalışması. Bilimle veya sanatla ilgilenmek (mutlaka üretmek şart değil, anlama
çabası içerisinde bir izleyici de olunabilir), günlük yaşamda saklanmış sürprizli,
küçük ayrıntıları fark etmeye çalışmak, bakış açısını genişletebilmek amacıyla
gezmek… Bir de hani demişler ya, en önemlisi: Sevmek ve çalışmak. İşte burada
‘seçme’ kavramı devreye giriyor.
Bir
insanı, birkaçını, hayvanları, doğayı derinden sevmek. Sevme yetisi gelişmişse,
o biricik seçilmiş sevileni keşfetme, memnun etme, onunla birlikte bir şeyler
üretme şeklindeki aktif, içten birliktelik kesinlikle maceralı, uzun bir
yolculuk oluyor. Sürdüğü kadar… Sevilmeyen ya da değişik nedenlerle ilginin
kaybolduğu, bir arada bulunmanın sadece zorunluluk olarak algılanmaya başlandığı
kişilerden, ruhu bunaltan kuruluktaki mekanlardan uzaklaşma cesaretini gösterebilmek
gerek. Yoksa alışkanlığın uyuşukluğuyla birbirine benzer günler yaratıp zamanın
hızını birdenbire arttırmak mümkün.
Çalışmaya
gelince yine sevgi gerekiyor. Değişik bir durum söz konusu: İşi sevebilmek için
işe yararlık duygusunun olması şart. Varsa eğer, gelişme olanağı da bulunmalı.
Kişi her ikisine de o işyerinde erişemeyeceğinden eminse en kısa sürede işini
değiştirmeli. Yoksa mutsuzluğa katlanabilmek için duyarsızlaşmak, böylece
zamanın hızlı akışına kapılıvermek tehlikesi hemen eşikte bekliyor.
‘Durmadan
yaşamımızı mı değiştireceğiz?’ diye soranları duyar gibiyim. Gerçekten tesadüf,
bazen gerekmeyebilir. Ama bazı durumlarda evet, çok sık, ardı ardına
gerekebilir. Ne için mi? Dünyanın gizlerini barındıran diğerlerini (canlı – cansız)
bulabilmek, hayatı kendince zenginleştirebilmek için. Her anı bilinçli olarak
yaşayıp mutluluğu tatmak için.
En uzun ömürlü
kişiler küçüklü büyüklü, her yaştan cesur kaşifler bence. Çalışkanlar, azimliler,
dayanıklılar ve sebatkarlar. Hep arıyorlar, araştıracaklarını severek
seçiyorlar, dengeye ulaşmak istiyorlar. Sonuçta bu eylemlilikleriyle rastlantısal
varlıklarını anlamlı kılıp zamanın hızına hakim oluyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder