ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

9 Eylül 2013 Pazartesi

ZAMANIN HIZI

Yazarken bir yerlerden, bazı yazarlardan, olay ya da insanlardan etkilenmemek olanaksız. Zamanı irdelemeyi hep istiyordum ama nasıl başlayacağımı bilemiyordum; Stephan King’in ‘Benim Sevimli Tayım’ adlı hikayesine rastlayana kadar.

            Usta işi gerilim öyküleri okumaya bayılıyorum. Sanırım ben de karanlığı eşeleyip alacakaranlığı yazmaya çalışıyorum. Capcanlı hayatı anlayabilmek ancak karşıtını deşmekle mümkün görünüyor. Dümdüz bir çizgide, eğri düzlemde veya çemberin baş döndürücü yuvarlağında aktığı varsayılan zamansa o gündüz ve geceye, akla karaya düzen getiriyor. Biz yani doğumdan ölüme, baştan sona yürümeye yazgılı insanlar rastlantıya dayanamıyoruz, her şeyi anlamlandırmaya çalışıyoruz; bilinçli ya da bilinçdışında.

            Stephan King yaşlı bir adamın zamanı üçe ayırmasından bahsediyordu. Kendi yorumumla söylersem: Çocukken algılanan bitmeyecekmişçesine ağır geçen zaman, erişkin yaştaki normal akışlı zaman ve yaşlıların ardından nefes nefese yetişmeye çalıştıkları koşar adım zaman. Aradaki göreceli uzamış hastalık veya keder zamanları da ayrı. Öykü daha çok yaşla değişen algıyla ilgiliydi ama beni bu konuda yazmak için yeterince teşvik etti.

            İlgilendiğim, rasgele bir ırmağın düzenli - düzensiz dalgacıkları, sürüklenirken ah vah edilmesi, ömrün geçmesi falan değil, kişinin suyun içinde rastlayarak seçtiği bir dala ümitle tutunup akıntıdan kurtulduğunu varsaydığında algıladığı neredeyse durdurulabilir zaman. Tek bir anın, seçimin ağırlığı, aynı zamanda saygınlığı, kişinin yaşamın anlamını yakaladığı duygusuyla zamana hükmetmesi; yanlış bile olsa!

            Seç(e)meden yaşayanların ezici çoğunluğu oluşturduğu bizimki gibi toplumlarda zaman bence tek tek kişiler açısından çok hızlı akıyor. Örneğin evleniliyor ve aniden kırk beş sene falan geçiveriyor. O erkek veya kadın bir de bakıyor ki iki çocuk, üç torundan başka birlikte yaşamaktan hiç de mutlu olmadığı bir yabancıyla yaşlanıvermiş. Yapılmasının en uygun olduğu varsayılan iş seçilip değiştirilmesi düşünülmeden çalışılabildiği kadar çalışılıyor. Elbette bazı gerekçeler bulunup inanılıyor: Şu kişilere, topluma, vs. borçluyum, saygın konumdayım, para kazanıyorum… Ev alınıyor. Sadece ev, içinde yaşanırken hoşnutluk sağlayıp sağlamayacağı düşünülmeden. Araba sahibi olunuyor, eşyalar değiştiriliyor, giysiler modaya göre her yıl yenileniyor. Kısacası dış kabuk güvenliği sağlayan öğelerle deliksiz, sapasağlam örülmeye çalışılıyor ve bununla öylesine meşgul olunuyor ki zamanın akıp gittiği fark edilmiyor bile. İçeride biriken herhangi bir insani değer, kişiliğe katkı, değişen durum pek yok. Yaşam bir serüven, bilinmezlerin sürprizleriyle dolu bir öğretici değil. Engebeli patika yolları bacakları paralayan çalılar ve hoş kokulu çiçeklerle kaplı, çıkışı görünmediği için kısmen ürkütücü fakat merakı kamçılayan sık ağaçlıklı bir koruluk hiç değil. Bunun zaten istenmediği varsayılıyorsa da erken yaştaki Alzheimer vakaları, kanserler, nörozlar, psikosomatik hastalıklar, şiddet eğilimi ile intiharlar durmadan artıyor. Topyekun emniyetli yaşam tarzının içinde olanlar neredeyse koro halinde ömrün çabucak tükendiğinden, dünyanın boşluğundan yakınıyorlar.

            Küçük bir azınlık var: On – on bir yaşlarına kadar sahip oldukları merak duygusunu koruyup onun peşinden koşanlar. Yol ayrımlarının hep farkında olarak, kıyı köşeye bakınarak, cisimleri eline alıp evirip çevirerek, diğer insanlara dokunarak, bazen sıkıca sarılarak, değişimden ürkse bile gerektiğini fark ettiğinde değişmesini, değiştirmesini bilerek, kısacası duraklayarak yaşayanlar. Ben işte bu insanların yani uyanık oldukları tüm zamanlarda seçerek yaşayanların zamanı yavaşlatabilmeleriyle ilgileniyorum.

            Olayın başarıyla da konformizmle de hiç ilgisi yok. Seçerek yaşayanların bazıları en tepede ve uzun yıllardır aynı işi yapıyor, aynı kişiyle yaşıyor, bazılarıysa toplum dışılığın kıyısında ya da yalnız yolcu. Bir bölümü merak ettiklerine mikroskopla, diğerleriyse teleskopla bakıyor. Bu bakış bir an da onlarca sene de sürebiliyor. Ama keşif için harcanan o saniyeler, dakikalar, saatler, günler, yıllar boyunca zaman duruyor; işte önemli olan bu. Kaşifin zamanı çok yavaş akıyor. Merak sürdükçe hiçbir şey otomatiğe bağlanıp yarı uyanıklık durumunda kalınmıyor. Gözler hep fal taşı gibi açık, tanımaya, tanımlamaya, anlamlandırmaya, bağlantı kurmaya çalışılıyor. Kişi bundan zevk alıyor. Tesadüfler uygun düşmüş de diğer bir araştırıcıya rastlanmışsa mutlu bile olunabiliyor; yoksa zevkli olmasına rağmen epeyce gergin bir durum. İki kişi olunabilmişse arada bir yine seçerek, isteyerek zamanın hızlanmasına fırsat tanınıyor.

            Açık alanda, zırhsız yaşayan bu insanlar elbette ki sıklıkla tersliklerle karşılaşıyorlar. Hevesle tutunulan dalın çürük olduğunu, istekle giyilen elbisenin rüküş durduğunu ya da bir süre sonra dar geldiğini, dikilen meyve ağacının kuruduğunu, yürünen yolun hiçbir yere çıkmadığını, tanımlanmasına iki kelime kalmış kavramların şekil değiştirdiğini, iyilerin maske taktığını fark etmek çok acı. Yanlış seçim! Üzüntü, pişmanlık, yorgunluk hatta tükenmişlik… Şüphe de hissediliyor elbette; merak edilende sonsuza kadar ilerlenememesi, yapılabilecekken kesintiye uğraması kalbi yakıp kavuruyor. Değişik yaşlarda pes edenler oluyor ama meraktan elini çekme yaşı genellikle yirmi beşle kırk beş arası yani çok erken. Vazgeçenlerin canlılıklarındaki yoğunluk azalıyor, gölgeleri uzuyor. Güvenli, durgun sulara atlayıp birbirine tek yumurta ikizleri gibi benzeyen günler nedeniyle ışık hızına ulaşmış zamana küserek sonu bekleyen kayıplar bunlar. Benliklerini fakirleştirenler. Kaderciler. İnat edenler yani hacıyatmazlığı yaşam felsefesi, küllerinden tekrar doğmayı ise bir nevi hayat tarzı addedenlerse bir süre kendilerini zaman ırmağının hızlı akıntısına bırakıp sürüklenmeyi yeğliyorlar. Sadece bir süre. Dinlenmek, aklını başına toplayıp yaralarını sarmak, kısmen unutmak, kısmen de içe dönük bir sorgulama için. Sonra aramayı sürdürüyorlar eskisi gibi; yeni ve farklı bir dala tutunup merakın yarattığı gerginliği bir kez daha yaşamaya başlıyorlar. Bedenleri, göğüs kafeslerinde pır pır eden ümitle canlanıp arınıyor. İleriye bakıyorlar, gölgelerinin kendi boylarını geçmesine asla fırsat vermiyorlar ve tekrar seçiyorlar. Zaman da bu eylemlilikle birlikte yeniden yavaşlıyor.

            Biraz fazla mı soyutlama yaptım acaba?

            İnsanların varlığına aldırmadan sabit bir hızla ilerleyen zamanın sonsuzluğunda bize ait olan o birkaç on yıllık kısacık süreyi neyin anlamlı kılarak uzunmuş gibi algılatabildiğini bulmaya çalışıyorum. İki kavram öne çıkıyor: Merak ve farkındalık. Yani zihnin hep uyanık kalması, içindeki devrelerin daima çalışması. Bilimle veya sanatla ilgilenmek (mutlaka üretmek şart değil, anlama çabası içerisinde bir izleyici de olunabilir), günlük yaşamda saklanmış sürprizli, küçük ayrıntıları fark etmeye çalışmak, bakış açısını genişletebilmek amacıyla gezmek… Bir de hani demişler ya, en önemlisi: Sevmek ve çalışmak. İşte burada ‘seçme’ kavramı devreye giriyor.

            Bir insanı, birkaçını, hayvanları, doğayı derinden sevmek. Sevme yetisi gelişmişse, o biricik seçilmiş sevileni keşfetme, memnun etme, onunla birlikte bir şeyler üretme şeklindeki aktif, içten birliktelik kesinlikle maceralı, uzun bir yolculuk oluyor. Sürdüğü kadar… Sevilmeyen ya da değişik nedenlerle ilginin kaybolduğu, bir arada bulunmanın sadece zorunluluk olarak algılanmaya başlandığı kişilerden, ruhu bunaltan kuruluktaki mekanlardan uzaklaşma cesaretini gösterebilmek gerek. Yoksa alışkanlığın uyuşukluğuyla birbirine benzer günler yaratıp zamanın hızını birdenbire arttırmak mümkün.
 
            Çalışmaya gelince yine sevgi gerekiyor. Değişik bir durum söz konusu: İşi sevebilmek için işe yararlık duygusunun olması şart. Varsa eğer, gelişme olanağı da bulunmalı. Kişi her ikisine de o işyerinde erişemeyeceğinden eminse en kısa sürede işini değiştirmeli. Yoksa mutsuzluğa katlanabilmek için duyarsızlaşmak, böylece zamanın hızlı akışına kapılıvermek tehlikesi hemen eşikte bekliyor.
           
‘Durmadan yaşamımızı mı değiştireceğiz?’ diye soranları duyar gibiyim. Gerçekten tesadüf, bazen gerekmeyebilir. Ama bazı durumlarda evet, çok sık, ardı ardına gerekebilir. Ne için mi? Dünyanın gizlerini barındıran diğerlerini (canlı – cansız) bulabilmek, hayatı kendince zenginleştirebilmek için. Her anı bilinçli olarak yaşayıp mutluluğu tatmak için.

En uzun ömürlü kişiler küçüklü büyüklü, her yaştan cesur kaşifler bence. Çalışkanlar, azimliler, dayanıklılar ve sebatkarlar. Hep arıyorlar, araştıracaklarını severek seçiyorlar, dengeye ulaşmak istiyorlar. Sonuçta bu eylemlilikleriyle rastlantısal varlıklarını anlamlı kılıp zamanın hızına hakim oluyorlar.


Hiç yorum yok: